Yeni Üyelik
26.
Bölüm

26. Bölüm

@huseyinrahmi

Flora’nın Fani’ye yazdığı itirafnamenin mütercem sureti:

 

“Sevgili Fani,

Sen bu mektubu aldığın zaman ben ebediyetin kucağında hissiz uyumuş bulunacağım. Oh ne iyi. Çünkü benim için hissetmenin, mustarip olmadan başka manası yoktur. Pek fena ve müellim hadiseler arasında top atan bir müflis gibiyim. Kaç gündür bu acı hayatla olan alaka ve hesaplarımı kesmeye uğraşıyorum. Bu genç yaşımda kendi kendimin idam ilamımı yazarak ölüvermek kolay bir şey değil.

Fani, yer zalim, gök zalim, bütün tabiat zalim. Bu felaket dünyasında insan etrafına bakınıyor. Kendine yine kendi cins-i insandan vefa arıyor. Onu da bulamayınca bu felaketlerin sonuna, acıların söndüğü karanlık kuyuya atılmak istiyor. Bu dünyanın bütün sefaletlerine tahammül için Cenabıhak aşkı yaratmış. Bu âlemde aşktan ebediyen gülmüş bana kaç bahtiyar gösterebilirsin? Aşk, gönlümüzde yaşayan müthiş bir galeyandır. En mühlik hastalıklar gibi üç devresi vardır. İptida, vasat, intiha. Birincisinde vasıl arzusuyla yanarsınız, ikincisinde inkisar-ı hayale, üçüncüsünde istikraha uğrarsınız.

Aşk, iki kalbin karşı karşıya oynadıkları bir kumardır. Yenilen tarafın denizlerden, zehirlerden, iplerden, kamalardan şifa aradığı çok defa vakidir. Çünkü hilkiyet hilkiyete, mizaç mizaca, ahlak ahlaka, vicdan vicdana uymaz. Muhabbet sureta birleştiği gönülleri ekseriya hakikatte türlü imtizaçsızlık, tenafür ve felaketler içinde kıvrandırır.

Aşk için ruhun mürebbisidir, derler. Hayır, yalandır. O, musaplarını birtakım taşkınlıklara sevk ile bazen sersem bazen deli, bazen arsız bazen ahlaksız, neuzubillah bazen de katil eder. Her çocuk gibi ben de bu mektebe başladım. Şaşılacak bir süratle icazet aldım. Hayatın bütün emellerine karşı yalnız muhabbette teselli arayan tecrübesiz her genç gibi ben de aldandım. Uçurumdan aşağı yuvarlandım, düştüm, indim indim. İşte şimdi sana ebediyetin bu derin, siyah çukurundan sesleniyorum.

Fani, bu satırları sana vicdan denilen beşerî mahkeme huzurunda tebriye etmek için yazmıyorum. Çünkü o, ne sende var ne bende, ne de bizim vicdansızlığımıza acıyacaklarda.

Ben ebediyetin bu uçurumuna riyadan, yalandan, iğfalden kurtulmak için atıldım. Lanet bu zemimeleri birlikte ahirete götürenlere. Her şeyi olduğu gibi dosdoğru
söyleyeceğim. Ne ölülerden şefaat isterim ne dirilerden dua. Ben artık hiçbir şeye muhtaç değilim. Fânilerin benim hakkımda isteyecekleri mağfiret, edecekleri tezkiye insaniyeti yani kendi kendilerini tenzih ve teselli içindir. Çünkü her insan birbirine benzer. Her nefis günaha münhemikdir. Onlar, bende kendilerini görmekten korktukları için salahımla alakadar görünüyorlar. Yoksa kim kime azizem. Açlıktan ölenlerin bazen ancak son nefeslerinde imdatlarına koşulduğunu hiç görmedin mi?

Fani doğru söyleyeceğim fakat tıyneten bana müşabehetlerinden dolayı muğber olanlar şu ibretamiz satırları karalayan dimağın doğruluktaki cüretine lanet edeceklerdir. Lakin bundan bana ne gam. Ben hiçbir ta’n-ı beşerin erişemeyeceği bir menzileye, bir hiçliğe karışmış olacağım.

Hayat bir maceradır. İlk nefesimiz ile başlar, sonuncusuyla biter. Bu intihasız âlem sahasında bir ummanın dalgaları gibi her hayat çırpına çırpına bir saadet sahili arar. Lakin kimse aradığı bu selamet limanını bulamaz. Saadet öyle bir seraptır ki elinizle temas ettiğiniz günü dağılır. Etrafınızda bir şey kalmaz. Fakat bu hakikati tecrübe edenler mütenebbih olmazlar. Yine arkasından koşmak için yeni seraplar ararlar. En sahir, en mucizeli serap aşktır. Zehiri sonradan duyulan bu kevserin lezzetini ben Alber’in kolları arasında tattım. Tecrübesizliğimin sevkiyle bu serabı hakikat sandım. Az bir müddet saadetin varlığına inandım. Onun vücuduna ikna için Alber beni hararetli kollarının üzerinde ne tatlı bir cennet ninnisiyle uyuttu. Bu rüyadan uyandığım vakit aşkın ruh-efza neşesi gitmiş, yalnız mühlik humarı kalmıştı.

Ahlakiyun ne derlerse desinler. Horoz, tavuktan ta file kadar bütün hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da erkeğin savleti önünde dişide hılki bir mutavaat meyli var. Erkek, ruhunun ateşlerini gözlerinden saçarak baktığı vakit kadın, benliğinin içinden ‘Hilkat vazifen budur, itaat et,’ mealinde ilahi bir ses duyuyor. İşte bana da böyle oldu. Ne kadar afif, temiz, saf bir kız idim. Bu dar-ı dünyada yalnız bir büyük validem vardı. Yuvanın kenarından yavrularına kâinatı göstererek hayatı, uçmayı talim eden bir çalıkuşu gibi masumiyetler içinde bana yaşamayı öğretirken birdenbire Allah onu öbür dünyasına çağırdı. Bu koruyucu melekten mahrum kalınca etrafımı şeytanlar sardı. Bu iblislerin bana en hoş geleni Alber oldu. Şahinler kuyulara düşmekten korkmaksızın nasıl göklerde süzülerek uçarlarsa ikimiz birlikte işte öyle dört kanatla uçurumların üzerinden havalandık.

Gönüllerimiz aşkla, ateşle, istikbale itimatla dolu fakat keselerimiz bomboştu. Bizi dünyaya getirenler sanki ‘Allah’ın mebzul havasını teneffüs bedavadır. İşte bununla yaşayınız,’ nasihatiyle bizi bu hayat sahnesinin ortasına kapıp salıvermişlerdi. Allah’ın birtakım faziletler, mevhibeler, marifetlerle mübeşşer kulları bulunduğu gibi biz de kendimizi hilki sanatkâr biliyorduk. Artistlerde idare, iktisat fikri, ferda endişesi, kazanç tasası olur mu? Sanatkâr, sanat için çalışır. Onun müteali zihnine hayatın adi meşgaleleri giremez. Kasabı, bakkalı, ekmekçiyi düşünmek kaba insanların mahsusatındandır. Sanat, şerefiyle telif kabil olamayan küfürlerdendir. İlhamkâr dimağların gıdası maneviyatta, bediiyatta, maaliyattadır. Biz sanıyorduk ki bütün dünya bizdeki büyük sanat istidadının meftunudur, nereye gitsek bizi alkışlar bekliyor.

Biz bu zanla semasında, güneşinde, bulutlarında, şehirlerinin kubbe, minare ve takları, harabeleri arasında sanat perileri uçuşan Şark’ın dillerde destan şiiriyetinden mülhem olmak için İstanbul’a koştuk. Alber beni böyle kandırdı. Vapurdan Galata rıhtımına çıktığımız günü, sokaklarda karınca gibi kaynaşan halkın içine hüviyetsiz, şahsiyetsiz birer meçhul, garip fert olarak karıştık. Kimse, bizim sahir mevcudiyetimizi avuçlarından takdirkâr sedalar çıkararak karşılamadı.

Biz İstanbul’a gelmezden evvel kendimizi her şey biliyorduk. Fakat o diyara girince hiçbir şey olmadığımızı anladık. Bize derlerdi ki Şark’ta en cahil bir Avrupalı dehrî geçinir. Başta şapka bir alamet-i deha ve hünerdir. Bu medeniyet serpuşu altında Garb’ın pek çok beyinsiz kafaları, sürü sürü şarlatanları, ilim ve sanatın her şubesinde birer harika kesilmişlerdir. Avrupa’nın çavuşu orada ferik yaşar, sülükçüsü hazık etibbadan geçinir, yol amelesi birinci derecede mühendis olur. Türk, etrafındakilere bir takdirkâr medeniyet olduğunu ispat etmek için hanesini şapkalı mimara inşa ettirir. Nabzını şapkalıya uzatır. Nakdini ecnebi bankalara yatırır. Alışverişini hep din ve milliyeti haricindeki ticarethanelerle yapar. Türk asırlardan beri kanını, etrafını saran hasımlarına emdirdi. Gafletle sülük tutundu. Nihayet bünyesi zayıf, vücudu hasta düşerek ölüm döşeğine uzandı. Onu tedaviye uğraşır görünenlerin ahir-i kâr birer cellat olduklarını anladığı günü reçeteleri yırtmaya, ilaçları dökmeye kalktı ama iş işten geçmişti. Bizim İstanbul’a seyahatimiz Türk’ün işte böyle şapkadan hile sezinlemeye, teneffüre başladığı bir zamana tesadüf etti.

Şehrin diğer kısım sekenesi olan Rumlara, Ermenilere, Yahudilere gelince bunlar o kadar para âşığı çetin insanlarla kendi milletlerinden olmayan sanatkârlara metelik vermiyorlar. Hüner talim edecekleri üstatları işe başlamazdan evvel o kadar inceden inceye imtihana çekiyorlar ki bu tetkik önünde onları hoca, kendinizi çırak sanırsınız.

Musiki, resim, lisan hocalıklarının bizim gibi hayalperestleri geçindirir birer sanat olmadıklarını pek acı tecrübeler neticesinde anladık.

Bir şey var ki işte yalnız o her memlekette para ediyor. Güzel kadın. Bu ticareti ne kadar ehl-i ırz görünerek yaparsan o kadar makbul olursun. Biz bunun şimdiye kadar hemen hiçbir revaç pazarına çıkarılmamış bir nev’ini işletmeye başladık. Bu doğrudan doğruya fahişelik değil, bir nevi fındıkçılık, kahpelikti. Mademki maişet aramak için Şark’a geldik, mademki havayla yaşanamıyor elbette istidadımıza göre uygun bir iş yapacaktık.

Alber beni zengin, terbiyeli, namuskâr delikanlıların muhitlerine götürüyor, ben de onlardan birinin gönlüne girmeye uğraşıyordum. Sonra izdivaç vaadiyle bu meftunumu yolmaya başlıyorduk. Nihayet, tuttuğumuz avın tüyü tüsü kalmıyor yahut ki saf delikanlı hakikati anlayarak bizden kaçıyordu.

Alber ile pek ateşli sevişiyor, birbirimizi ağyardan çıldırasıya kıskanıyorduk. Şu pek tuhaf tecellimize bakınız ki aramızdaki şiddetli muhabbet başkalarının sevdalarıyla beslenme suretiyle devam edebiliyordu. Bu ince hilemiz anlaşılır gibi oldu. İğfal kapancasına artık bir aşk serserisi düşmüyordu. Yiyecek, içecek, giyecek ve yatacak yer o kadar pahalılaştı, öyle müthiş zaruret anlarına maruz kalmaya başladık ki eğer insan soymayı becerebileceğimizden emin olsak artık kesada uğrayan fındıkçılığı bırakıp yan cebimize bir revolver, belimize bir kama sokarak geceleri sokaklarda yolcu çevirmeye çıkmakta hiç tereddüt etmeyecektik. Ölmemek için öldürmek felsefesi, misk gibi burnumuzda tütmeye başladı. Çünkü bu siyah muhakeme gözlüğü altından bütün dünyaya bakarak ölmeyenlerin gizli, aşikâre muhtelif vasıtalarla öldürerek yaşadıklarını açıkça seçiyorduk. Çünkü bazı insanların bembeyaz keten örtülü, çiçeklerle süslü sofralarda nefis etler, bazılarının toprakla karışık otlar yemeleri, bazılarının yaldızlı tavanların haz-aver ziynetlerine gömülerek sefalar içinde uyumaları, bazılarının kâh kalbur gibi akan kâh ateş gibi yakan tabii kubbe altında çukurlara kıvrılarak yatmaları ne demektir? Tabiat sahasındaki hayvanların inleri, kuşların yuvaları hep birbirine benzediği halde hayat tarzınca insanlar arasında görülen bu büyük ziynet ve sefalet farkı neden ileri geliyor? Asırlar arasında
dereler gibi kanını döken beşer, aradığı tabii adaleti hâlâ bulamadı. Umumi olamayan hazlar, refahlar büsbütün yok olsun. Lanet, insanlar arasına yerden göğe kadar farklar, nifaklar koymaya uğraşanlara...

Bugün insaniyetin muteber ve yüksek kürsülerinde ilim ve medeniyet hutbesi okuyan, sırtı pek, karnı tok, müteazzım, ilim ve fazlına mağrur felsefe müderrislerinin zamane icabına göre tertip edilmiş temkinli, klasik sözlerinden ziyade, köşe başında haykıran sefil, cahil, fakat hikemiyatı amelî bir bilgiden saçılan aç, bedhah filozofun halkın kanına döktüğü zehirler dünyayı sarıyor, sarsıyor. Avrupa sefilleri zaruretlerinin, felaketlerinin sebeplerini tahlile uğraşıyorlar, meşguller arıyorlar. Şark’ta öyle değil. Mütevekkil, fatalist halk hayrı da, şerri de nasipten biliyor, boynunu büküp bekliyor.

Biz Garp’tan Şark’a böyle zehirlenmiş geldik. Zaruretimiz arttıkça, sefil bucaklarda bazı geceler aç yattıkça, muhteşem hanelerin manzaraları, şık otomobillerin homurtuları, zengin mutfaklardan gelen yemek kokuları bizi kudurtmaya başladı. Bir Bolşevik taburuna rast gelsek biz de baltalara sarılarak dünyayı yıkacak yakacak, otel, saray, banka, lokanta hiçbir şey bırakmayacaktık.

Alber servet, medeniyet, insaniyet, merhamet aleyhindeki müthiş nutuklarıyla her gece beni zehirliyordu:

‘Ah, Floracığım!’ diyordu. ‘Ah, ben yalnız bulunsam zaruretimden bu kadar meyus olmam. Seni gençliğinin icap ettirdiği zevklerden, eğlencelerden, refahtan mahrum gördükçe bitiyorum. Sana olan müfrit aşkımda mesut olmazdan evvel galiba cani olacağım.

Ben bu müphem, karanlık sözler karşısında pek iyi seçemediğim bir uğursuzlukla titriyordum. Alber’in bu menhus cümlelerden maksadı neydi? Biz nasıl cani olacaktık? Kimi öldürecektik? Zaruretin bazen tahammülümüzü yakan işkencesiyle kıvrandıkça ben de pürdehşet bir yakıcı kesiliyordum. Fakat biraz karnım doyduğu ve küçük bir eğlenceyle sinirlerim yatıştığı zamanlar kadınlık rikkat ve şefkatim üstün geliyor, vurmak, öldürmek kelimelerini duyunca nefretle inliyordum.

Biz manen, maddeten bu halde, bu vaziyette, bu zihniyetteyken Madam Parsıh’ın hanesinde Raif Bey’e rast geldik. Şişman, şen, şakacı, sevimli, zevkine, sefasına düşkün bir ihtiyar.

Beni görünce bu geçkin çapkının iştiha ufkunda sanki bütün gönlünü ısıtan, hayalatını nurlandıran, ümitlerini uyandıran, arzularını gençleştiren feyyaz bir güneş doğdu.

İlk telakide zavallı adamın gönlü çıralıdan yapılmış bir tahta perde gibi bana tutuştu. Musahabe esnasında bir muhtazır süzgünlüğüyle gözleri bana kayıyor, kendini kaybederek yaptığına şaşırıyor, ölüyor, bitiyordu.

Aşk defterime kaydolunanlar arasında hiç bu kadar geçkini yoktu. Ben bu son turfanda sevdaya gençliğimin bütün istiğrap ve istihzasıyla gülüyordum. Bazen de yanılmış olmaklığım ihtimalini düşünerek kendi kendime ‘Bu adam beni sevse sevse ancak bir büyükbaba hissiyle sevebilir,’ diyordum. Fakat çok geçmedi, yanılmış olduğumu anladım. Meğer o beni en ateşli bir genç feveranıyla seviyormuş. Günde birkaç defa gelip beni bulmayı, görmeyi mühim, büyük bir vazife şekline koydu. İkimiz baş başa yalnız kaldığımız zamanlar pek acayip tavırlar alıyor, renkten renge giriyor, dudaklarından mukavemeti na-kabil bir kalp taşkınlığının verdiği titreme ile anlaşılmaz, boğuk, kesik, mahcup kelimeler döküyordu. Nihayet bir gün bize Beyoğlu’nun en maruf lokantalarından birinin hususi bir odasında verdiği ziyafet esnasında Alber’in beş on dakikacık yanımızdan ayrılmış olmasından bilistifade yine büyük bir itirafta bulunacağını anlatır garip tavırlar almaya başladı. Aradığı cesareti bulmak için benim kadehimle tokuşturarak dolu bir şampanya dikti, bir iki kekeledi. Gulugululamaya hazırlanan bir babahindi gibi kızardı. Kadehini benimkiyle beraber bir daha doldurdu, oh nihayet iki şampanya arasında yeni lakırdı paralamaya başlamış bir çocuk saffetiyle:

‘Flora, Floracığım,’ dedi.

Heyecandan kesildi. Gözlerimiz birbirine dikili bu helecanlı anın mühim birkaç saniyesini, bu ihtiyar müteheyyicin kalp darabanlarını dinleyerek sükûtla geçirdik. Nihayet. Evet nihayet pek mukavim, zorlu bir söz kumaşı yırtar gibi şu birkaç kelimeyi parçalayabildi:

‘Flo, Floracığım, sana mühim bir şey söyleyeceğim.’

Ben de işiteceğim bu mühim itiraf sırrının büyük merakı altında biraz üzülüp ezilerek: ‘Buyurunuz,’ dedim.

O helecanının dalgaları içinde kesilen nefeslerini birbirine eklemeye uğraşarak devam etti:

‘Fakat söyleyeceğim şeye hiç ama hiç şaşmayacaksın, bu... bu... bunun ne kadar ta... ta... tabii bir şey olduğunu sonra sana ispat edeceğim.’

‘Mümkün olduğu kadar şaşmamaya çalışırım.’

Önümde, rolünü alkışlara seza, büyük bir maharetle oynayan bir aktör gibi dize gelerek:

‘Fu fu Floracığım...’

‘Efendim.’

‘Benim zevcim... of... yok... hayır... zevcem olmak ister misin?’

Bu teklifi işitince sahnenin tabii komikliği karşısında gülmekle ihtiyara acımak hususları arasında mütehayyir, mütereddit kaldım. Bu acayibin fevkinde tuhaf teklifi katiyen ve kahkahalarla reddedivermekle ihtiyara amansız bir nüzul darbesi indirmiş olmaktan korktum. Çünkü biçarenin hali o kadar acıklı, o kadar gülünç, o kadar şayan-ı merhametti. Ben de böyle bir teklif karşısında her afif kızın alacağı bir sıkılganlık tavrıyla mahcubane önüme baktım. Biz böyle komedyanın idaresi en müşkül bir vaziyetindeyken Alber imdadımıza yetişti, bizi kurtardı.

 

* * *

 

O gece odamıza çekildiğimiz zaman günün macerasını gülerek anlattım. Alber benim bu gülüşlerime hiç iştirak etmedi. O bilakis ciddi bir düşünceyle somurttu.

Sordum:

‘Ne düşünüyorsun?’

‘Bu anlattığın macera hiffetle değil, pek ağır düşüncelerle karşılanmaya sezadır.’

‘Ha anladım izdivaç vaadiyle birçok kimseye oynadığımız yoluntu komedyasını bu ihtiyara da oynamak istiyorsun.’

‘Öyle değil mi ya? Raif Bey için çok zengin diyorlar. Kendisi o kadar görünmek istemiyor ama ben tahkik ettim. Yetmiş, seksen bin liralık, belki de daha ziyade zengin bir adam imiş. Dişsiz bir bekâr ihtiyar bu kadar parayı neresine yiyecek?’

‘Her birikmiş servette parasızların da hisseleri, hakları vardır. Zamanın felsefesi bu değil mi? İhtiyarın yüzüne gülelim, hissemizi çekelim.’

‘Yüksek bir zekâsın Flora, bu yaşama pahalılığı içinde açlığa, belki de ağır ağır gelecek bir ölüme mahkûm kalanların yüreklerinde sine sine tüten bu Bolşevizm kanunundan meşru bir kazanç yolu olur mu?’

İzdivaç vaadiyle ihtiyarı yolmaya karar verdik.

Altı yedi ay sonra Raif Bey’le nikâhımız kıyılacaktı. Hal ile bu birkaç aylık istikbal arasına izaleleri na-kabil birtakım maniler koyduk. Mutlak bu müddeti geçirmek lazımdı. Nispetsizliğinden dolayı Alber bu izdivaca güya muhalif görünüyor fakat sanki yine meseleyi benim reyime bırakıyordu, ben de ihtiyarın bana şiddetle ateşlenmesine karşı hissiz kalamayarak gençlere tercihen sevmek için onda birçok faziletler görüp meclup olmuş gibi bir rol oynuyordum.

Raif Bey, yaşına nazaran pek ateşli bir sevdaya düşmüş olmakla beraber yine geçginliği icabıyla tedbirli, durendiş, muktesit bir âşıktı. Hissini menfaatleriyle ölçerek mümkün olabildiği kadar onlara uydurmaya çalışan tecrübeli kimselerdendi. Eskisine nispetle biz arada bir uzunca fasılalarla aç kalmak tehlikesinden kurtularak muntazamca yiyip içiyorduk. Müstakbel zevcimin aşk cömertliğinden edebildiğimiz istifade hemen bundan ibaret gibiydi. Sevdalım bizi iaşedeki bu lütfuna mukabil vuku bulacak izdivacımızın meşruiyetine mahsuben Alber’in yanında arada bir bana sarılmaya kalkışıyor, ani saldırışlarla alnıma, enseme, kollarıma küçük buseler kondurmak tecavüzlerinden kendini alamıyordu. Alber beni gençliğinin bütün kaynar kanıyla sevdiğinden ihtiyarın bu sarkıntılıkları karşısında delikanlının gözleri ateş kesilmiş demir gibi parlıyor, sinirleri kopacak bir gerginlikle çekiliyor, vahşi bir hücum iştihasıyla dişleri meydana çıkıyordu. Bizim izdivaç vaadimiz kuru bir iğfalden başka bir şey değildi. Alber bu yalancıktan izdivacın o gülünç mahsuplarına bile tahammül edemeyerek herifi boğmaya atılmak feveranlarıyla sarsılıyordu.

Nişanlım hazıren pek cömert davranmamakta olmasını tamir için, izdivacımızdan sonra beni İstanbul’un en ferahlı köşklerinde, yalılarında oturtacağını, otomobillerde gezdireceğini, prensesler gibi giydirip kuşatacağını, mutfağımızda kuş sütünden maadası bulunacağını, hasılı beni birinci sınıf hayatla yaşatacağını yağlandıra ballandıra anlatıyor, bu parlak vaatlerle zifafımızın taciline yol arıyordu. Onun bu sayıklamalarına Alber ile biz aramızda gülüşüyorduk.

İki tarafın vaatten ibaret olan bu komedyası bir müddet sürdü. İhtiyarı istediğimiz gibi yolamadığımız için Alber sinirleniyordu. Manialara tesadüf ettikçe taşan, köpüren, coşkun sular gibi Raif Bey’in aşkını kabartmak için Alber bu izdivacın husulüne mani türlü engeller, pürüzler icadına kalkıştı. Bu suretle zavallıyı hıza getirerek evire çevire yolacaktık. Onu en amansız emelinde böyle tehdit usulüyle iyice sızdırmaya başladık. Fakat bu aşk ineğini her halde umduğumuz kadar bir bereketle sağamıyorduk.

Bir gün üçümüz beraber otururken Alber birdenbire aniden hiddetlendi. Bir parlayıştır parladı. Bu muvazenesiz izdivacın icrası kabil olamayacağını, artık bu namzetliğe, bu mülakatlara, bu gülünç kurlara hitam vermek lazım geldiğini söyledi.

İhtiyarın benzi uçuyor ve dudakları titriyor, gözleri derin bir ümitsizliğin ıstırapları içinde bayılıp sönüyor, mevcudiyeti eriyor gibiydi. O gün biçareyi hemen yarı ölü bir halde bıraktık. Alber’in bu şiddetli mümanaatı üzerine güya bende bu acı iftirakın tesiriyle Raif Bey için fitili aldım. Nihayet bir gün dayanamayarak biraderimin nezdinden gizlice âşığıma kaçtım. Onu Kulekapısı’ndaki apartmanında pek elim bir bitkinlik içinde buldum. Hemen teselliye atıldım. Biz iki firkatzede birbirimize derdimizi yanarken apartmanın zili yerinden koparılıyor gibi bir helecanla duvarları çınlattı, yüreklerimizi de beraber çırpındırdı. İhtiyarı ikna için oynadığım bu sadık, fedakâr maşuka rolünü o kadar masumiyet ve muvaffakiyetle temsil ediyordum ki yalnız onu iğfal değil, kendi kendime bile inanacağım geliyordu. Bu mütehevvir zairin Alber olduğunu anladık. Kapıyı açalım mı? Açmayalım mı? Süratle halli icap eden bu müşkül mesele önünde ikimiz de sararıp soluyor, ani bir karar veremiyorduk. Benim duvardan pencereye, pencereden kapıya atılıp dövünmelerimi görmeliydiniz. Bizim bu tereddütlerimiz esnasında kapının çıngırağı çırpınıyor, çalkanıyor, paralanıyordu. Nihayet açmaya karar verdik.

Bedbaht ihtiyar aşk ve tehlikenin icap ettirdiği cesaretle birdenbire gençleşti, dinçleşti, yiğitleşti. Kapıyı açtı, yirmi yaşında bir tiyatro kahramanı atılışıyla Alber ile benim arama girerek:

‘Evvela beni öldürmeden onun kılına dokunamazsın. Çünkü o masumdur. Her kabahat benimdir.’

Güya biz her cihetçe denk iki sevdalı idik. Ölümü istihkar edecek bir şiddetle birbirimizi seviyorduk. Ben her tehlikeyi göze aldırarak onun nezdine kaçıyordum. O her dehşete göğüs gererek beni müdafaa ediyordu. Alber ile ben gülmemek için koparacak gibi dudaklarımızı ısırıyorduk. Pürdehşet bir haile sahnesi geçirdikten sonra, Alber, yeis ve gazap bürümüş gözlerinin bütün tehdidiyle ihtiyara şöyle bağırarak:

‘Artık bizi unutunuz. Bu kız sizin için değildir. Yoksa müthiş bir intikama maruz kalırsınız.’

Biraderim beni öne kattı, apartmandan çıkardı. Ayrılırken ihtiyar ile fırlattığımız son nazarlarda daima birbirimizin olduğumuzu, dünyamdaki en korkunç tehditlerin tesirsiz kalacağını gözden göze sakit, beliğ anlıyorduk.

Bu tehdit, tedhiş, birkaç haftalık ayrılık, bozuşma, barışma vakaları, sahneleri tekerrür etti. Halimiz her an birbirinden ayrılmaya uğraşıp da muvaffak olamayan belalı sevdalıların sürüp giden maceraları gibi müzmin bir devreye girdi. Fakat ne yapsak ihtiyarı istediğimiz gibi yolamıyorduk. Bizim emelimiz ise onun bütün servetine vâris olmaktı. Gönlü tamamıyla bizimdi. Niçin parası da bütün bütün bizim olmasın?

Bu arzumuzu fiilen icra için Alber türlü türlü projeler kurdu. O ana kadar cinayet aklımızda yoktu. Yahut ki böyle fena bir niyeti olsa bile Alber bundan bana hiç bahsetmiyordu. Tatbike kalkıştığı son proje şu idi:

Bütün servetiyle beraber başka bir memlekete gitmemiz şartıyla benim Raif Bey’le izdivacıma razı olmuş görünmek. Hemen ertesi günü yola çıkmak üzere onu bir bavul içinde tekmil nukudu ile bizim eve getirmek, o gece içirip bir iyice sarhoş ettikten sonra soymak, mest-i la-yakıl bir halde evde bırakarak ikimiz firar etmek.

Ben bu projeyi ehven-i şer gördüm. Derhal fiiliyata giriştim. Uzun itirazlara kalkışmaksızın Raif Bey teklifimizi kabul etti. Emlakinden satabildiklerini sattı. Bankalardaki tevdiatını kaldırdı. Arzumuz veçhile bunların hepsi, evvela bir bavula ve sonra Raif Bey’le beraber bizim Kumkapı’daki hanemize girdi. İhtiyar âşığım o gece bizde kalacak, ertesi günü üçümüz birlikte Avrupa postasıyla İtalya’ya hareket edecektik.

 

* * *

 

Evde nefis mezeler, içkiler hazırladık. Bavuldaki servet bizi en parlak hayalatın yaldızlı tepelerine uçurarak hayatın o ana kadar bize ram olmayan refah, saadet, zevk ve eğlencelerini ayaklarımızın altına seriyordu. Bu paranın miktarını ben kırk bin lira tahmin ediyordum, Alber elli bin.

İhtiyar âşıkım içkiden evvel bu büyük muvaffakiyetinin gurur ve neşesiyle sermest olarak kadeh kadeh üzerine yuvarlıyor, benim açık ense, gerdan ve kollarıma en sevdiği bir yemişe göz atan aç bir çocuğun yutkunduran iştihasıyla bakıyor, Alber de onun bu tecavüz niyetinin, fiiliyatına meydan vermek için sıkça sıkça dışarıya çıkarak bizi yalnız
bırakıyordu. Zavallı adamcağız, beşeremin dudaklarına verdiği hararetle tutuşuyor, cezbeleniyor, baygınlıklar geçiriyordu.

Raif Bey sandalyesi üzerinde şakuli oturuşunu kaybetti. Yıkılacak bir duvar gibi kâh sağa kâh sola, öne arkaya çarpılıyordu. Biz onu bir ayak evvel düşürmek için daima içkiyle suluyorduk. Birdenbire ihtiyarın neşesi marazi bir hale döndü. Sunduğumuz kadehleri artık eliyle reddetmeye başladı. Tam bir bihuşiye düşmesi için bekledik. Garip hal. Hayır, kendini bütün bütün kaybetmiyor, biz Alber ile konuşurken arada bir söze karışarak muntazamca lakırdılar savuruyordu. Demek dimağı, etrafında olan biten şeyleri hissetmek faaliyetinden kalmamıştı. O anın en mühim kararını vermek için Alber ile görüşmeye ihtiyacımız vardı. Böyle tehlikeli bir şeyi her odasında başka bir kiracı bulunan öyle umumi bir hanenin koridorunda konuşamazdık.

Geniş bir işret masasının başında üçümüz bir sıraya oturuyorduk. Raif Bey, başı oturduğu sandalyenin arkalığına dayalı, gözler kapalı fakat bütün ruhuyla kulaklarını bizim edeceğimiz fısıltılara vermiş gibi duruyordu. İhtiyar zenperest muhtelif milletlerden kadınlarla çokça ülfetinden, her lisandan birer parça anlardı. Onu kuşkulandırmamak için İtalyanca fışıldaşmaya bile korkuyorduk. Alber’in de en iyi bildiği lisan Fransızca idi. Cebinden bir kâğıt çıkardı. Masanın üzerinde lambanın ışığı altına girerek kurşun kalemiyle şu istifham cümlesini yazdı:

‘Ne yapacağız?’

Elinden kalemi alarak aynı kâğıdın üzerine şu cevabı yazdım:

‘Zavallı adamı istirahatine terk edelim.’

Alber hiddetle kalemi elimden aldı. Aramızda şu tahrirî muhavere başladı:

O ‘Eğleniyor musun Flora? Biz onu sızdırıp da yüzüne bakmak için buraya getirmedik. Şu saatte mukadderatımızın dönüm yerindeyiz. Hayatımız bu dakikada göstereceğimiz cesaret, cüret, kiyaset ve yahut hamakata göre bir şekil alacaktır. Şurada, elimizin altında bavulun içinde elli bin lira yatıyor. Bu fırsat insanın müddet-i ömründe iki defa eline geçmez.’

‘Öyle ise ne duruyoruz. Bavulu alıp usulcacık kaçalım.’

‘Hay çocuk hay.’

‘Neden?’

‘Bu sızmış gibi duran ihtiyar arkamızdan hemen zabıtaya koşarak telefonla birbirine merbut bütün merkezlere vakayı fıslatır fıslatmaz iğne deliğinde olsak iki üç saatin içinde bizi çalyaka ederler.’

‘Eh ne yapalım?’

Alber’in gözleri büyüdü. Hain, vahşi bir mealle derin derin yüzüme baktı. Elinde kalem titreyerek kâğıdın üzerine şu caniyane kelimeleri çizdi.

‘Vücudunu dünyadan kaldıralım.’

‘Of... Dur... Bayılacağım.’

‘Kadınlık istemez Flora.’

‘Yok, yok olamaz. Bu kadar kahpece cinayete müsaade edemem.’

‘Onu öldürmeden bu servete konamayız. Çünkü bir paranın iki sahibi olamaz.’

‘Aman ne alçakça, ne müthiş tasavvur.’

‘Aldanıyorsun Flora. Her diri ölmek için yaşar. Bu altmışına yaklaşmış adamın ömrünü birkaç sene kısaltmak zannedildiği kadar büyük bir cinayet değildir. Bu servet ile aşk, bu ihtiyarın dudaklarında pörsüyüp kepaze olacağına bizim dimağımızda nurlanır. Kollarımızın arasında mesut olur. Çünkü bu servettir ki ona seninle izdivaç gibi gülünç bir arzu cesaretini veriyor. Şahsıyla beraber ihtiyarlığı da rezil ediyor.’

‘Zamane felsefesini bu yeni fikirlerle ne kadar süslesen bu cinayetin meşruiyetine beni inandıramazsın.’

‘Senin kanaat veya inkârınla hayatın tabii, hayvani düsturlarından hiçbiri değişmez. Söylediklerimde ne taze bir felsefe vardır ne de yeni bir fikir. Bu milyonlarca yıllık kadim dünyanın gidişi hep o eski gidiştir. Malına, tahtına, saadetine vâris olmak için insan insanı öldüregelmiştir, öldüregider. Tarihin her sahifesi ve karıncadan file kadar her mahluk arasında devam eden hayat cidali bunu sana ispat eder.’

Mücadelemiz uzadı, önümüzdeki kâğıt yazı ile doldu. Madam Parsıh’ın evinden balık dolması ve pasta sararak getirmiş olduğumuz Ermenice bir gazete ayaklarımızın altında sürünüyordu. Alber bunu yerden aldı. Kenarına birkaç cümle sıkıştırdı. Benim şevk-i aşkımla bu cinayeti işleyeceğini, bu mühim, evet bu müthiş anda müttehiden hareket etmemiz lüzumunu müstacel, helecanlı sözlerle anlatmaya uğraşıyordu. Biz böyle kâğıt üzerinde bir cinayet muadelesi halline uğraşarak çekişirken Raif Bey’in başı büsbütün iskemlenin arkasına düştü. Zavallı adam ölüme medhal olacak son uykusunun ağır meşumiyeti içinde horlamaya başladı.

Ben yarı mağlup yarı müteneffir sustum.

Benim bu mütevekkilane zaafımı görünce elleri masada, gözleri ahirete yollayacağımız bedbaht adamın şimdi dostlar arasında uyuduğuna emin görünen, işretle biraz morarmış, izdivaç mesudiyetinden mutmain gülümseyen yüzünde Alber vahşi bir tefekkürle düşünüyordu. Raif Bey’in idam kararı aramızda verilmiş gibiydi. Cinayetin nazari ciheti bitmiş, şimdi ameli kısmı kalmıştı. Of... Bu nasıl olacaktı? Ömrümüzde hiç adam öldürmemiş ve öldürülürken de görmemiştik. Pek acemi canilerdik.

Alber bana bir şey söylemeden tasmim ettiği bu katlin icra suretini de düşünmüş. Bulunduğumuz odada çocuk salıncağı kurmak için karşı karşıya duvara mıhlanmış iki kuvvetli halka vardı. Hazırlamış olduğu yeni, sağlam bir ipin bir ucunu bu halkalardan birine sıkıca bağlayıp ortasını ilmek ederek kurbanlığımızın boynuna ve öbür ucunu da diğer halkaya geçirecek, birdenbire çekivermek suretiyle bu iş olup bitiverecekti.

 

* * *

 

Alber, bir sairfilmenam gibi dalgın bir bakış ve dalgalı bir yürüyüşle kalktı. İpin bir ucunu halkaya bağladı. Ortasını ilmikleyerek öbür ucunu da öteki halkaya geçirdi. Raif Bey birdenbire gözlerini açıverirse onu bu müthiş hazırlığı görmesine hail olmak için ben de ilmekle o zavallının arasında duruyordum.

Tamamdır ilmeği bu suçsuzun boynuna geçireceği sırada Alber’in içinde cenkleşen iki zıt kuvvet, canavarlıkla insaniyet, sanki onlar da son bir harhara ile birbirini boğuyorlardı. Nasılsa cüzi bir müddet insaniyet hissi galip geldi. Elinden ilmeği bırakarak masanın üzerine yüzüstü kapandı. Kaynaya kaynaya sessiz ağlıyordu. Sonra gazetenin kenarına şu sözleri karaladı: ‘Ah sevgilim pek mustaribim, bana bir parça kuvvet ver.’ Benden cinayete teşvik bekliyordu. Halbuki yeis ve ıstıraptan ben de bir külçe kesilerek masanın öbür tarafına yığıldım.

Allah’ım, insanın en akurane dalalet anlarında karşısına fazıl bir nasihatçi çıkıp da yakasına yapışarak uçurumun kenarından çekse ne kadar cinayetler tasavvurda kalır, ne kadar haşarılar bir tövbeyle canilikten kurtulur, ne kadar masum kanlar akıtılmaktan kurtarılmış olurdu.

Fani... Fani... Dünyada hemen her şey tesadüf denilen bir cereyanın içinde yuvarlanıp duruyor. Muhitin, maişetin, terbiyenin, hasılı bizi iyi veya kötü yapan sebeplerin tebdiliyle bu dünyada ne kadar muzır eşhasın müfit ve müfitlerin muzır birer mahiyet alacaklarına şüphe etme.

Bizim gibi ağlayarak adam öldürmek zaruretinde kalan insaniyetli, merhametli canilere her vakit tesadüf olunamaz. Bizi bu meşum tasavvura düşüren sebeplerden birincisi Raif Bey’in yaş, his ve kalpçe hiç denk olmayan benim gibi bir kız ile muaşakaya kalkması, ikincisi bizim, mektepten ziyade, bu bozuk zamanın felsefesini hayatın mütefessih şüunundan tahsil etmiş olmamız, üçüncüsü bavuldaki para. Evet, katil, bizden ziyade, işte bu kaime desteleriydi. Bir de sinemalarda cinayet seyrede ede bu menhus fiili kanıksamış, onu adi, vukuu zaruri, pek tabii vakalar sırasında görmeye başlamıştık. Çünkü umumi hayat cinayetsiz hemen devam edemez bir hale gelmişti. Bunlar ihtikâr ve orada burada türlü namlar ile toplanan kuvvetlerin masumlar, zayıflar üzerine tazyikleri suretiyle vuku buluyordu.

Nazariyattan ameliyata geçince biraz şaşaladık. Fakat Alber kendini çabuk toplayarak kalktı. Gözyaşlarını sildi. Sahnede maharet göstermeye uğraşan bir tiyatro katili gibi veçhen, tavren canileşmeye çabalayarak ilmeği tekrar eline aldı. Masum, mütebessim bir neşe içinde horlayan Raif Bey’in boynuna geçiriverdi. Ayaklarını duvara dayayarak ipi bütün kuvvetiyle çekti. Bedbaht adam, iki halka arasında gerilen ipin ortasında morararak debelenmeye başladı. Ben odanın bir köşesinde vücudumdan müspet, menfi elektrik cereyanı geçiyormuş gibi tiril tiril titriyor, cinayetin kâbusuyla ileri geri bir adım atamıyordum.

Alber’in zannı gibi kurbanımız çabuk ölmedi. İlmek caninin acemi ellerinde kâh gevşeyip kâh sıkışarak maktulün semiz boynuna gömüldükçe zavallıcağız bıçak altında depreşen, sıçrayan bir koyunun havl-i canıyla kendini yerden yere atıyor, oda içindeki masa, sandalye bütün eşya pat küt birer birer devriliyordu. Gürültüyü işiten aşağıki, yukarıki kiracılar cinayetten haberdar olacaklardı. Hissedilen tehlikenin büyüklüğü karşısında Alber gayretini arttırdı. Fakat helecandan kesiliyor, bu iri vücutlu adamın işini bitirmeye artık gücü yetmiyor, ipi gevşetince ölü diriliyordu. Bu cinayet böyle yarıda bırakılamazdı.

Alber, en istirhamkâr sözler ve bakışlar ile beni imdadına çağırdı. Gitmeye yüreğim tahammül etmiyor, uzun müddet seyirci kalmaya da bu pek tehlikeli ve son derece de nazik zamanın müsaadesi yoktu. Benim bu küçük tereddüdüm anında Alber bütün kuvvetiyle ipe asıla asıla diyordu ki:

‘Flora niçin yardıma gelmiyorsun? Cinayette fiilen medhaldar olmamak için mi?’

‘Hayır Alber, hayır, bu zavallıya çok acıyorum.’

‘Santiman ile hareket edecek sırayı çoktan geçirdik. Şimdi sen buna acır isen sonra bize hiç merhamet eden olmayacaktır.’

‘Of Alber yüreğim dayanmıyor.’

‘Beni asmaya götürdükleri vakit yüreğin dayanacak mı? Cinayet mahkemesi huzurunda masumiyetini ispata muvaffak olsan da benim mahkûmiyetimden sonra rahat yaşayabilecek misin? Ben bu cinayeti senin gençliğine bir refah temin etmek için yapıyorum.’

Ağlaya ağlaya gittim. İpin bir tarafından tuttum. Gözlerimi yumdum. İkimiz de var kuvvetimizle üç dört defa asıldık. Gözlerimi açtığım zaman Raif Bey’in şişman gövdesini odanın ortasına hareketsiz uzanmış gördüm. Cesedinden ayırmaya uğraştığımız can çıkmış, biz cani olmuştuk. Bu öyle müthiş bir muvaffakiyet idi ki sevinç yerine bizi tarif olunmaz bir melal sardı.

Ah, bu ihtiyarın ölüsü aşk yoluna kurban giden gençlerinkine hiç benzemiyordu. Alber, bavulun anahtarını aramak için cesedin ceplerini karıştırdı, buldu. Bize büyük bir servet vaadiyle bir hayat kıydırtan bu hazineyi açtık. Anlamadığımız Türkçe bazı evrak arasında kaime desteleri bulduk, saydık. Tamam on iki bin lira idi. Biz elli, altmış bin lira sayıklarken tasavvurumuzdaki paranın hakikatte böyle dört beş misli küçülüvermesi bu cinayet önünde yeisten başımıza dönme getirdi. Şu zamanda on iki bin lira nedir? Bu para ile gençlik cinnetlerimizden hangisini tatmin
edebilirdik? Olsa olsa bununla Avrupa’da on iki ay, evet yalnız on iki ay müreffehçe yaşanabilirdi. Bundan sonra nereye gitsek her saat adli takibattan da kendimizi korumaya mecbur kalacaktık.

Ben cesede bakmaktan korkuyor, tarif olunmaz bir tesirle titriyordum. Başımı duvara verdim. Ağlıyordum. Alber görülecek işlerin tesrii telaşıyla:

‘Flora, bu gece kadınlığı bırak diyorum sana. Boğduğun bu adam için ne kadar gözyaşı döksen cinayetini kimseye affettiremezsin. Onu öldürdük. Paralarına sahip olduk. Şimdi bizden daha çevik caniler işi haber alsalar bizi öldürürler. Bu nakitleri ceplerine indirirler. Dünyanın iç yüzü böyledir. Bu müteselsilen böyle gider. Servet sahibi olanlar onu hıfz ve idare edecek kadar da akıl ve kuvvete malik bulunmalıdırlar.’

‘Bu kadar az para için cani olduk.’

‘Az mı? Düşün Floracığım, on iki bin lira değil, on iki kuruşumuz bulunmadığı için aç yattığımız geceleri düşün. Düşün ruhumun neşesi, düşün. Mandolin dersi vererek bu kadar bir serveti toplayabilmek için kaç yüz şakirt bulmamız ve kaç asır yaşamamız lazım geleceğini düşün.’

Alber, cinayetimizin dehşetini hafifletmek için böyle işitilmedik bir moralle beni teselli ve takviyeye uğraşırken kendi iki çenesini, heyecandan takır takır birbirine vurmaktan da men edemiyordu.

Şimdi ortada yatan cesedi ne yapacaktık? Onun deminden katil ilmeğin tazyiki altında debelenen, çırpınan halinden ziyade şimdi bu hareketsizliği bizi ürkütüyordu. Ölümün tamamıyla kapayamadığı aralık, mutazallim gözlerinin serzenişi önünde kaçacak yer arıyordum.

Gözlerimin yaşlarını ellerimin tersiyle silerek:

‘Bu ölüyü kaldırmaya ne papaz gelecek ne hoca. Bu vücudu örtecek mezarı biz mi kazacağız? Nereye kazacağız? Cinayetimizi nasıl saklayacağız? Etrafıma bakınıyorum, bütün muhit bizi ele vermek için müttehiden lisana gelecek sanıyorum. Çabuk söyle Alber. Ben bu morarmış çehrenin, içine kan dolmuş gözlerin şikâyeti önünde çıldıracağım.’

Alber cinayeti tasmim ederken cesedin ne yapılacağını da düşünmüş, binaenaleyh dedi ki:

‘Ben aşağıki mahzeni niçin tuttum?’

‘Fotografi için.’

‘Hayır, fotografi bir bahane idi.’

‘Mahzende bu ceset ne kadar müddet saklanabilir?’

‘Mahzende onun turşusunu kurmayacağız.’

‘Ya ne yapacağız?’

‘Parçalayıp her bir uzvunu bir tarafa atacağız.’

‘Yapmaya mecbur kaldığımız bu insan kasaplığı ameliyesine karşı duyduğum nefretten vücudum ürperdi.’

 

* * *

 

Vakit gece yarısını iki saat geçiyordu. Bütün kiracılar derin uykuya varmışlar, hanede ses yoktu. Cesedi bir battaniye içine koyduk. Dört ucundan tuttuk. Iklaya sıklaya merdivenlerden indirmeye başladık. Bir taraftan çıt olsa bizi şiddetli bir helecan alıyor, bütün kuvvetimiz kesiliyor, ellerimizde yükümüzle beraber aşağı yuvarlanacak gibi oluyor, dehşet saniyeleri geçiriyorduk.

Bin korku ve tıkayıcı heyecanlar içinde mahzeni bulduk. İçeri girdik. Kapıyı sıkıca örttük. Lambayı bir tarafa koyduk. Cenazeyi soyduk. Üzerinden bir yığın esvap çıktı. Aman ya Rabbi, imhası icap eden ortada ne çok şey vardı.

Şimdi bu dislocation ameliyesi için alet ve edevat lazımdı. Bizim ne satırımız vardı ne baltamız. Alber’in usturalarıyla beraber ne kadar ekmek, yemek bıçağımız varsa getirdik. Üzerimize kan bulaştırmamak için sıvandık, çemrendik. Bu ameliyenin çabuk icrası lüzumu önünde rikkatimiz azalıyor, yavaş yavaş yüreklerimiz katılaşıyordu. Biz ömrümüzde bir tavuk bile kesip parçalamamıştık. Bu koca vücudu ayırmaya neresinden başlayacaktık?

Alber:

‘Maktulün hüviyetini tayine medar olacak en mühim uzvu başıdır. Evvela onu yok etmeliyiz,’ dedi.

Usturalarla işe giriştik. Boynuna ilk usturayı vururken bana Raif Bey’i bir daha öldürüyoruz gibi geldi. Bir insan kafasının bedenden ayrılması zannolunduğu kadar kolay bir iş değil. Boyun derisi, sonra gırtlak, damarlar, sinirler, adaleler kesilince bıçak kemiğe dayanıyor. Amudufıkarinin fıkaratını birbirinden ayırmak için çok uğraştık. Güç halle buna muvaffak olduk. Çünkü telaştan helecandan ellerimiz titriyor, kulaklarımız uğulduyor, vücudu olmadık gürültüler işitiyorduk. Cürmümeşhut halinde bizi yakalamaya gelenlerin ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor gibi oluyordu.

Kesik başı bir tarafa koyduk. Şişman vücut üzerinde parçalama ameliyesine başladığımız zaman Raif Bey’in karşıdan serzenişli, telinkâr gözleriyle bizi seyrediyordu. Artık o ne derse desin biz cinayetimizin âsarını ortadan kaldırmaya mecburduk. O ana kadar bir ölüye temas etmemiştim. Çok korkardım. Çünkü diğer bir âleme intikal etmiş ölünün uhreviyetinden kendi diriliğime bir şey bulaşacak gibi gelirdi.

Bir iğne batsa, bir çakı ucu değse, bir kıvılcım düşse canı acıyan vücut, şimdi bu kadar kesip biçmeden niçin bir şey duymuyordu? Maktulün âlem-i ervaha karışan ruhu, vücudun işkencesine hiç alakadar olmaksızın bu ameliyeyi esirî tabakalardan seyir mi ediyordu? Ölüm kimyevi bir hadise miydi? Bir nefes kesilmesiyle iş ne kadar değişiyordu?

Ölünün yüzünde daima hayatın sonunu müfessir meal okur ve bütün dirilerin akıbetlerini görerek titrerdim. Fakat Raif Bey’in cesedini paraladıkça nazarlarımızda ölüm eski manasını kaybetmeye başladı. Bu vücudu lime lime parçalıyor, onun kadim sakini ruhun makarrını bulamıyorduk. Ölümü ölüm yapan şeyin papazların duaları, dinlerin ayinleri ve kavimlerin tedfin hususundaki türlü türlü âdetleri, itikatları olduğunu anlıyorduk. İnsanlar öteki dünya için mezarlıklar inşa etmeseler bu ölü şehirlerini kurmasalardı bir insan cesedi de çalı arasında kalıbı dinlendiren bir tilkininkiyle hemhal olarak ortadan kalkardı. İnsanlar sevgili ölülerini ne kadar büyük itinalarla mermer mahfazalara saklasalar, zamanın dişlerine kemirtmekten kurtaramazlar. Çünkü onun inkılapçı dişlerinin giremeyeceği mahfuziyette bir yer yoktur. Çünkü bir Firavun cesediyle bir fare ölüsünün akıbetlerindeki müsavatı zaman kâfildir. Çünkü tabiat, bir vücutta verdiğini son zerresine kadar geri alan en müthiş bir mukrizdir.

Alber bu yolda bir felsefe yürüterek usturalar ve bıçaklarla doğradığımız cesedin kasap dükkânlarında gördüğümüz öküz etlerinden hiçbir farkı olmadığına beni iknaya uğraşıyordu.

* * *

 

Biz Raif Bey’i öldürdük. Ona kısas olarak şimdi bizi yakalayıp da öldürmesinler. Telaşımız bu idi. Biz, ağlayarak adam öldüren ince hisli caniler, acemi kasaplar idik. Hayatımızı zamanın felsefesine uydurmaya çalışa çalışa aceleden ne yaptığımızı bilmez bir şaşkınlıkla yukarıki odamızdan elimize her ne geçerse bez, kâğıt, gazete, torba aşağıya indirip kestiğimiz uzuvları bunlara, sararak ayrı ayrı paketler yapıyorduk.

O sabah ortalık ağarırken Alber kafayı, kolları, bacakları koltuğunun altına alarak birkaç sefer gidip gelmek üzere her birini bir tarafa, denize, civar viranelerin kuyularına, mahzenlerine attı. Ertesi gece ahşayı da evvela parşömen kâğıtlara, sonra bezlere sarıp sarmalayarak başımızdan def ettik. Daha ertesi gece maktulün üzerinden çıkan elbiseleri gaza bulayarak mahzende yaktık. Küllerini toplayıp helaya attık. Üzerine birkaç kova su döktük. Alber bana diyordu ki:

‘Raif Bey eceliyle vefat edeydi şu zamanda cenazesi kim bilir kaç yüz lira masrafla kaldırılırdı. Biz onu bir para masrafsız ebedi yurduna gönderdik. Şu suretle din, âdet ve anane haricinde barbarca cenaze kaldırışta şeklen bir başkalık varsa da hakikatte netice hep birdir. Altın buhurdanlardan tüten kokular, mübarek ağızlardan yükselen dualarla götürülen cesetler hep aynı toprağa gömülüyor. Her iki kadavra da aynı tabiatın malı, binaenaleyh aynı kanuna tabidir. Tantana ile kaldırılanların ruhları, fakirane defnedilenlerinkinden başka bir yere gitmez.’

 

* * *

 

Cinayetin bütün vesikalarını ortadan yok ettik. Yahut öyle sanıyoruz. Fakat onun yalnız benim gönlümde
onulmaz bir ukdesi, beynimin içinde her lahza sinirlerimi burkutan simsiyah bir kâbusu kaldı. Nereye gitsem bu kara rüya beni takip ediyor, tedfinin şeklî ihtilaflarıyla neticenin değişmeyeceği ve hakiki felsefe bakımından bir insan öldürmenin bir koyun boğazlamadan hiçbir farkı olmadığı hakkında Alber’in yürüttüğü müthiş ağrep muhakemeler beni teselli değil, şimdi büsbütün çileden çıkarıyor, meyus ve adeta deli ediyordu.

 

* * *

 

Biz pılıyı pırtıyı topladık. Konsolatomuza pasaportlarımızı vize ettirdikten sonra kapağı İtalya’ya attık. Şark’tan ne menfur bir ticaretle para kazanarak memleketimize dönmüştük. Raif Bey’in uzuvları arkamızdan denizlerden, kuyulardan, mahzenlerden, bağırarak bizi tevkif ettirtebilirdi. Kesik başı Madam Parsıh’ın evinden gelen dokuma, patiska ve gazeteye sarmış ve maktulün ağzından iğreti dişlerini, parmağından yüzüğü çıkarmayı telaş ve heyecanla unutmuş olduğumuzu, sonradan düşündük. Bunlar ne büyük ihtiyatsızlıklardı.

 

* * *

 

Büyük günahlara karşı dinlerin açtıkları bir tövbe kapısı vardır. Hakiki bir nedametle bu halas kapısına sığınanlar günahlarının affı ümidiyle müteselli olabilirler. Bizim gibi tövbe ile affı kabil olmayan günahkârların cezası dünyada darağacı, ahirette cehennem. Ne kadar serbest düşünsek ahireti, cehennemi her şeyi inkâr etsek yine felah yok. Çünkü hayatımı kaplayan bu müthiş cinayet kâbusu, cehennemin dünyevi bir şekli değil midir? Ben ahirete gitmeden bu duzahta yaşıyor, yanıyordum.

* * *

 

Ben bu işkencedeyken Alber, pek iyi fark ettiğim cebrî bir beşaşetle (Çünkü biliyordum anlatılamaz bir şeametle kalben o da mustaripti,) gülerek soruyordu:

‘Ne oluyorsun?’

‘İşlediğimiz cinayetin kâbusu beni öldürüyor.’

‘Avamın inandığı birtakım gülünç şeylere ve bilhusus ahirete, ruz-ı cezaya mutekit misin?’

‘Hayır.’

‘O halde neden korkuyorsun?’

‘Birçok âdemler vardır cine, periye inanmazlar. Fakat tekin olmadıkları iddia olunan yerlerde gece kalmaya korkarlar. İçimde bu cinayetin irtikâbına kadar vücudunu bu saatki vuzuhla hissedemediğim bir ikinci benliğim var ki daima beni takbih, tel’in, tedhiş ediyor. Gözümde her şeyi karartarak beni titretiyor. Ben buna cinayet kâbusu diyorum.’

‘Buna cehalet kâbusu demek daha muvafıktır. Neden korktuğunu bilmeden korkmak. Bu bir nevi sinir halidir. Kuvvetli, katı, sarih fikirlere malik olamayan vehhamlara arızdır.’

‘Alber niçin böyle söylüyorsun? İşlediğimiz cinayet bir vehim midir? Ahirete inanmamakla dünya hakikatlerini nasıl inkâr edebiliriz? Müthiş bir cinayet işledik. Arkamızdan bizi ithama medar olabilecek birçok vesikalar bırakarak buraya kaçtık. Şu saatte Türk zabıtasının elleri hemen bizi enselemek için buralara kadar uzanmamış olduğu ne malum? Allah’tan korkma, ahirete inanma fakat beşerî adaletten ürkmemek kabil mi?’

‘İşte en ziyade ben buna gülerim.’

‘Neye?’

‘Katli katl ile tamir eden, her cinayetten sonra bir cinayet de kendi işleyen beşerî adalete.’

 

* * *

 

Raif Bey’in parası kendini maktul, bizi cani etmekle kalmadı. Alber’in büsbütün ahlakını bozdu. Bu ahlaksızlık yan yana çürüyen meyveler gibi bana da sirayet ediyordu.

Cani ve zani olduktan sonra artık ahlakın tefessühten ari neresi kaldığına şaşılır, değil mi? Hayır, hiç öyle değil. Bu dakik hususu sana şimdi teferruatıyla anlatamam Fani... Alber ile her fenalığı irtikâp ettikten sonra birbirimize sadık kalmamız da bir nevi ahlaklılık sayılabilirdi.

Evvela küçük gördüğümüz bu on iki bin liralık servetle ömrümüzde hiç deneyememiş olduğumuz zevklerden, eğlencelerden tatmaya başladık. Evet, bu parayı, ferdayı düşünmeyen mirasyediler gibi süratle yiyorduk. Bittikten sonra ne yapacaktık? Kulbuna getirebilirsek galiba bir cinayet daha. Bu nukudun henüz yarısını bitirmemişken Alber paranın diğer yarısıyla yanımdan kayboldu.

Beni bir parasız bıraktı, savuştu. Birinci cinayet ve sirkati beraber irtikâp ettik. İkincisini o bana karşı işledi. Çaldığımızı benden çaldı.

Tahkik ve taharriye giriştim. Roma’da Santa Lucia’da Eglantia namında bir kızla yaşadığını öğrendim. Hani ya benim için şiddetli, müebbet bir ateşle yanıyordu... Bu nihayetsiz aşkı ne oldu?

Of... O benden sevdasını kestikten sonra ben onun muhabbetiyle büsbütün tutuştum.

 

* * *

 

Çok geçmedi. Alber’in bu Eglantia ile izdivaçlarını haber aldım. Nasıl oluyor da dinle, izdivaçla, bütün mukaddesatla eğlenen o kâfir Alber, kilisede bir papazın nefeslerinden saçılan İncil ayetleri önünde eğilerek evlenebiliyor?

Fani, hayat ne kadar gaddar, zaman ne kadar zalim, talih ne kadar menhus ve müstehzi.

Artık yaşamak istemiyorum. Fakat evvela intikam, sonra ölüm.

Hayatımın hülasası bundan ibaret. Onu da senden başka anlatacak candan kimsem yok. Artık pek kısa kalan cani ömrümün feci sonunu belki yakında başkalarından duyarsın. Elveda azizem.”

 

* * *

 

Yine Fani’nin polis memurlarına tevdi ettiği birkaç İtalyan gazetesinde: “Santa Lucia Cinayeti” başlığı altında yazılan tafsilatın en kısacası şu idi:

“Alber Kualkanti isminde zengin bir genç o ana kadar na-meşru münasebetlerle geçirdiği sefihane hayatına bir nihayet vermek isteyerek yine zenginlerden Matmazel Bruno Eglantia ile evlenir. Fakat Alber’in eski metreslerinden Matmazel Flora, sevdalısının bu meşruiyet vesilesiyle kendisini yakadan atmasına tahammül götüremez. Her nasılsa dün yeni gelin güveyin Santa Lucia’daki hususi dairelerine girmeye muvaffak olur. İkisini baş başa bulur. Revolverini çeker. İki kurşunda Alber’i yere serer. Üçüncüsünü kendi beynine çevirir. Hayatına hatime vererek eski âşığının naaşı üzerine düşer. Bu kanlı sahnenin seyircisi kalan zavallı zevce şiddet-i tesirinden tecennün eder.

Katil ve müntehir Flora’nın ikametgâhında mahallî zabıtasına ve diğer muhtelif adreslere hitaben yazılmış birkaç mektup bulunur.

Flora, zabıtaya karşı olan mufassal ve müellim itirafnamesinde, Alber ile birlikte Şark’ta işledikleri müthiş bir cinayetten ceplerini Türk kaimesiyle doldurarak İtalya’ya döndüklerinden bahsetmiştir.

Bu katmerli cinayet hususunda iki memleket zabıtasının birbirini tenviri için İstanbul ile tatbikat muhaberatı başlamak üzeredir.

* * *

 

İtalyan zabıtasıyla bilmuhabere vuku bulan tahkikat neticesinde Fani’nin ifadesi tamamıyla teeyyüt etmiştir.

 

* * *

 

Seyit Efendi: “Buna manevi kısas mı dersiniz? Tesadüf mü? İşte bizim ellerimiz canilerin yakalarına yapışmadan adalet yerini buldu.”

Remzi Efendi: “Manevi kısas her zaman böyle sürat ve katiyetle zuhur etmiyor. Avrupalılar tesadüfe ‘polis memurlarının hükümdarı’ diyorlar. Fakat daima suhuletle yüze gülmeyen tesadüfün zuhurunu beklemeyi bilmeli, dakika geçirmeden onu hemen kucaklamalıdır. Bu intizar çok sabır, inat, ısrar ve soğukkanlılık ister.”

“Tesadüfü hazırlayan şeyler nedir?”

“Nasıl söyleyeyim... Yine tesadüftür demekten başka bir tarif bulamıyorum. Büyük bir cinayet esrarıyla birbirine bağlananlar daima aralarında emniyetsizlikle yaşarlar. Birbirinin vücudunu izaleye uğraşırlar. Ekseriya da iş, cinayet semerelerini beynlerinde her birinin tamahlarını tatmin edecek surette paylaşamamaları yüzünden patlak verir. Alber’in aşkından çıldırır göründüğü Flora’dan paraların bir kısmını kaçırması işte bu kabildendir.”

 

* * *

Emniyyet-i umumiyye dairesinde polis memurları bu bahsi sürdürürlerken Fazlıpaşa viranelerinin birinde çıplak bir kadın cesedi bulunmuş olduğu haberi alındı. İkisi de yeni cinayetin tahkikine koştular.

 

* * *

 

Loading...
0%