Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@huseyinrahmi

Sarhoşa yukarıdan meram anlatmanın imkânsızlığı anlaşılınca aşağıya bir adam indirmeye karar verildi. Çünkü gün kararıyordu. Sarhoş, ayık her ne olursa olsun, iki üç kulaç yerin altındaki bir kazazede, gecenin türlü tehlikelerine terk edilemezdi. Bir fener buldular. Güçlü kuvvetli birisi aşağıya inmeye razı oldu. Kuyuya evvela yanan feneri sallandırdılar. Sarhoş aşağıdan, “Ben fener istemem. Aydınlık istemem. Çünkü ben kör kandilim. Lahanalarımı çalmaya geliyorlar,” şikâyetleriyle haykırıyordu.

Fakat o adam, mahir bir kuyucu gibi kuyunun örme taşlarına tutuna tutuna indi. İpin ucundan çözdüğü feneri bir kenara koydu. Kuyunun dibinde bir hayli yığın teşkil eden moloz tabakası Zirzop’un kemiklerini kırılmak tehlikesinden kurtarmıştı. Onun bağırıp çağırmalarına bakmayarak ipi koltuk altlarından geçirdi, sıkıca birbiri üzerine birkaç düğüm yaptı. Yukarıdan çekmeye başladılar. Sarhoş vince takılmış bir yük gibi döne döne yukarı çıkarken bütün kuvvetiyle yaygarayı basıyordu:

“Lahanalarım... Aman ümmet-i Muhammed, lahanalarım... Yarın ahrette on parmağım yakanızda olsun... Lahanalarım...”

Onu kuyudan aldılar fakat oyuncağını tutturan huysuz bir çocuk gibi kopardığı “lahanalarım” feryadını kesmek kabil olmuyordu. İpi tekrar kuyuya uzatarak aşağıdaki adama lahanaları bunun ucuna bağlaması için seslendiler. Biraz sonra lahanalar da yukarı çekildi. Lakin çıka çıka ipin ucunda ezilmiş, üçte bir kısmı dağılmış bir lahana ile mavi ve kırmızı satrançlı bir dokuma parçasına bağlanmış yuvarlak bir çıkın çıktı. Çıkının şekli polislerin dikkatini çekti. Derhal sordular:

“Bu bezin içinde ne var?”

Sarhoş: “Lahana.”

“Nereden aldın?”

“Almadım. Onu kuyunun içinde böyle bağlı buldum. (Asıl lahanayı göstererek) Bunu şuradan küfeciden aldım. (Dokuma çıkını işaretle) Bunu da böylece kaynanamın kısmetine kuyuda buldum. Biri dolmalık. Biri turşuluk.”

Polisler derhal çıkının düğümünü çözdüler. Feneri yaklaştırdılar. İçinden Ermenice bir gazeteye sarılı lahana gibi yuvarlak bir şey çıktı. Kâğıdın birkaç yerinde koyu kırmızı lekeler görünüyordu, gazeteyi açtılar. Kenarı kroşe örmesi, baklava dantelalı kurumuş kanla mülemma bir patiska parçasının içinde yine aynı yuvarlak şekil tecessüm ediyordu. Yuvarlağa birkaç defa dolanmış olan bu patiskayı da açtılar. Kirpiklerinin arasından kesik koyun kelleleri gibi karaları kaymış süzgün bakan bir insan kafası çıktı. Bu kesik baş kulaklarına kadar bir ressam paleti gibi türlü renge boyanarak çehre teşhis edilemez bir hale getirilmişti. Lakin onun bütün hüviyeti gözlerine toplanmıştı. O esrarengiz, o muammalı, o korkunç bakışıyla, ölümün sakit, donuk, derin süzüşüyle sanki “İşte beni kestiler. Bu kuyuya attılar. Katillerimi bulunuz. Adalet isterim. İnsan kardeşlerim,” demek istiyordu. Turşuluk
lahanasının böyle feci ve müvahhiş bir şekle tahavvülünü gören sarhoş herkesten evvel büyük bir ürküntüyle:

“Aman ya Rabbi, palyaçoyu kesmişler. Kafasını çıkına sarmışlar. Kuyuya atmışlar,” feryatlarıyla vakayı ilana başladı.

Kesik baş, kan karışmış türlü boyalarıyla hakikaten bir facia sahnesinde kurban edilen bir palyaço simasını almıştı. Fakat bu, bakanları güldürmüyor, pek fena ürkütüyordu.

Derhal merkeze telefon edildi. Zabıta, tahkikatına başladı. Orada abuk sabuk sözleriyle başına kalabalık toplamaktan başka vakanın tenvirine bir faydası görülmeyen sarhoşun evine gitmesine müsaade olundu. Nafiz Efendi yürümek için ayağa kalkınca düşmekten hasıl olan vücut ağrılarını işte o zaman hissetti. Her adım atışında:

“Aman belim... Aman diz kapaklarım... Topuklarım...” şikâyetleriyle bağırıyordu.

Çocuklar, her meyhane dönüşünde türlü maskaralıklarıyla kendilerini eğlendiren bu parasız komiklerinin koltuklarına girdiler. Onu ağır ağır yürütüyorlardı. Birtakımı vakayı haber vermek için oraya pek uzak olmayan Tavşantaşı’na eve koştular. Kapının zilini koparacak gibi bir telaşla çekince kaynana Refia Hanım içeriden hemen bağırmaya başladı:

“Kapının çıngırağını mı koparacaksınız? Kimdir o terbiyesizler?”

Dışarıdan çocuklar:

“Biziz... Hanım teyze biziz... Damat kuyuya düştü.”

Bu müjde karşısında kaynana hanımın öfkesi derhal sevince dönerek:

“Hay müjdeleyen ağzınızı öpeyim. Ohhh... İşte benim ahlarım tutuyor. Şükür Rabb’imin inayetine.”

“Fakat çıkardılar... Çıkardılar...”

“Hay çıkaran eller kırılsın. Niçin çıkarıyorlar musibeti? Boğulmamış mı? Sağ mı çıktı?”

“Sağ çıktı, sağ. Biraz yanı, beli ağrıyor işte o kadar.”

“Acı patlıcanı kırağı çalmaz. O geçenlerde rakı diye yanlışlıkla (asit sidik) asit fenik içti de bir şeycik olmadı. Bu kaçıncı düşüşü. Bu civarlarda onun düşmediği kuyu, lağım kalmadı. Ahlaksız, edepsiz herif. Rakı parası bulamayınca benim koçanımı çalar. Başka malım yok. Kala kala merhum kocamdan elimde bir koçan kaldı. Çok para değil, dört yüz elli kuruş a dostlar. Efendi’ye selamünkavlen geldi. Üç sene payapay yürüterek lazımlığa oturttum. Bazen inatçı çocuklar gibi çişini söylemez, oturduğu yere salıverirdi. Kaldırıp koparamazdım. Vücudu bir külçe toprak kesildi. Arasam tırnaklarımın arasında hâlâ kirleri durur. Süngüsü depreşmesin. Helalühoş olsun. Bir şey dediğim yok.”

Kaynana coştu. Bu kadar lakırdıyı görünürde hiçbir muhatabı yokken henüz açılmamış kapı arkasından söylüyordu. Nihayet her koltuğunda birkaç çocuk kahkaha velveleleri içinde alayla Zirzop geldi. İçeride kaynana, zevce ve baldız hanımlar hırsıza bilamuhakeme mükemmel bir sopa çekmek için söz birliği ediyorlardı. Kadınlar evvela çalınan koçan parasının meyhaneden artabilen kısmını bulmak için damadın bütün ceplerini, üstünü aramayı tensip ettiler.

Zirzop, uğrayacağı bu taharri muamelesini bildiği için meyhaneden artan parayı pek gizli bir yerine saklamak ihtiyatına riayetten geri durmazdı. Fakat bugün nasılsa rakıyı fazla kaçırması üzerine kuyu felaketi de eklendiğinden bu ihtiyatını icraya vakit bulamamıştı. Kadınlar ilk saldırışta cebinden yetmiş dört kuruş para çıkardılar.

Kaynanası kemik kesilmiş nasırlı ağır eliyle damadının yüzünü nezaketsizce okşayarak:

“Söyle bakayım, paranın üst tarafını ne yaptın?”

Sarhoş, kabahatini affettirmeye uğraşan arsız bir çocuk sırnaşıklığıyla:

“Paranın üst tarafını sarrafla meyhaneci aldı.”

Kaynana bir tokat daha in[dir]erek:

“Bakınız utanmaza. Kabahatini nasıl sıkılmadan söylüyor!”

“A... a! Senden mi sıkılacağım? Ben daima doğruyu söylerim. Asmaya götürseler yalan irtikap etmem. Fakat kaynanacığım, bugünlerde ne kadar zayıflamışsın. Elin sade kemik kalmış. Yenir yutulur şey değil. Yüz elli dirhem rakı ile bayat ciğer kebabı, fasulye piyazı mezeleri üzerine bu sinirli eşek pastırmasına dönmüş kadit elin dayağı yenir mi? İnsaf et. Aylığım çıktığı vakit paranı tastamam getireceğim.”

“Senin aylığın çıkıncaya kadar çoluk çocuk evde bizim canımız çıkacak. (Kafasına bir yumruk indirerek) Ha! Söyle bakayım hırsız herif...”

“Kaynanacığım, bu benimki hırsızlık sayılmaz, buna şu zamanda sahibine haber vermeden ödünç almak derler. Biraz kanun, biraz muaşeret usulü öğren.”

Kaynana eliyle bir türlü öfkesini alamayarak tekmeye girişir. Sarhoşun beli ortasına elinden daha kemik kesilmiş kaskatı tabanını birbiri arkasına indire indire:

“Al sana kanun... Al sana keman...”

Sarhoş güle güle:

“Dayağa benzemiyor ki... Kart kancık çiftesi...”

Kocakarı tepine tepine haykırarak:

“Hayy... Nefesim tutuluyor, tıkanıyorum.”

Sarhoş: “Oohhh tıkan, benden evvel kendi geberecek, bana hiçbir şey olmaz. Alışığım babam, beni kaç kere eşek tepti. Vücudum idmanlıdır.”

Kocakarı: “Hafakanım tuttu. Gidiyorum.”

Sarhoş: “Uğurlar olsun hâlâ buradasın yezit cadı.”

Kocakarı: “Ölürsem kanımı bu heriften dava ediniz. Diyetimi alınız çocuklar.”

Sarhoş: “Bu kadit, bu tirit karıda ancak yüz dirhem kan vardı. Onu da bu sene tahtakuruları emdi bitirdi. Hangi kanı dava edecekler? Kendini adamdan sayıp da bir de diyet istiyor. Ulan bugün bir tulum işkembenin fiyatı senden yüksektir. Dayak atmak genç harcıdır. Yetmişinden sonra dayak atanlar öfkeyle iki defa kollarını kaldırıp indirince kalıbı dinlendirirler. Dayağı yiyene bir şeycik olmaz.”

Üç dört vuruştan sonra yarı baygın düşen kocakarının imdadına kızları yetişti. Zirzop’un rakı beynine vurdu. Ev yerinden kalkıp otururken acı acı sokak kapısının zili çalındı.

“Kimdir o?” sualiyle aşağıya koşan şu cevabı aldı:

“Zabıta geldi. Kuyu içi cinayetinden dolayı Nafiz Efendi’yi isticvap edeceğiz. Söyleyiniz aşağı gelsin.”

Bu “kuyu içi cinayeti” terkibi müthiş bir süratle bir anda bütün evin içindeki ağızları dolaştı. Kulaklarda ürpertili bir sedayla çınladı. Kavga ve dayak patırtılarıyla işretin ilk hızından uyanmaya başlayan sarhoşa bir ürkeklik geldi. Kuyu içi cinayetine dair kendinden ne soracaklardı? Ne biliyordu ki söylesin?

Nafiz Efendi, hafif bir ürperişle aşağıya indi. Kapı önünde iki memur duruyor, biri soruyor biri yazıyordu.

Sual: “Sen saat kaçta kuyuya düştün?”

Cevap: “Ben saati satalı bir sene oluyor. Yanımda saatim bulunsaydı bile sukutum kazaendir. Oruç bozar gibi saate bakıp da düşmedim ki!”

Sual: “Zaman hakkında ale’t-takrip bir şey söyleyemez misin?”

Cevap: “Akşam ezanından sonra idi diyebilirim.”

Sual: “Kesik başlı çıkını dipte kuyunun hangi cihetinde buldun?”

Cevap: “Bunu pek iyi tayin edemem. Düşünce kuyunun dibine kıç üstü oturdum. Elimi karşıma uzattım, çıkına tesadüf etti...”

Sual: “Seni kuyunun başına götürürsek ne taraftan yürüyüp geldiğini, yüzün hangi cihete müteveccih olarak aşağı düştüğünü bize söyleyebilir misin?”

Cevap: “Söylerim.”

Sual: “Ziyade sarhoştun değil mi?”

Cevap: “Evet.”

Sual: “Ne yaptığını seçemez bir halde?”

Cevap: “Hayır, hayır! Kendimi kaybetmemiştim, ziyadece keyiftim hatta şimdi bile biraz öyleyim.”

Sual: “O çıkını kuyuda bulduğuna katiyen emin misin?”

Cevap: “Eminim. Başka türlü nasıl olur?”

Sual: “Onu kuyuya sen kendin götürmüş olabilirsin.”

Nafiz Efendi bu garip şüphe karşısında sırtının ortasından doğru bir titreme geçirerek:

“Affedersiniz efendim. Ben katil değilim. Yanımda bir çakı bile yok.”

Bu isticvabı merdiven başından dinleyen kayınvalidesi söze karışarak:

“Polis efendiler, o başı damadım kesmiştir. Allah için ben şehadet ederim. Çoktan beridir ahlakını pek bozdu. Artık ben bu adamdan her fenalığı umuyorum. Alınız, götürünüz. Cezasını çeksin. Asınız da elinden kurtulayım.”

Memur hafif bir tebessümle:

“Hanım size sual sorulmadan lakırdıya karışıp isticvabımızı ihlal etmeyiniz. (Nafiz Efendi’ye hitapla) Senin koltuğunda bir lahana varmış, yere düşürüp düşürüp yine alıyormuşsun.”

Cevap: “Evet.”

Sual: “O çıkını da lahana zannıyla yerden almış olabilirsin.”

Cevap: “Hayır efendim hayır. Ben lahanayı zor götürüyordum. İkisini birden taşıyamazdım. O kesik baş çıkınının ben düşmezden evvel kuyuya atılmış olduğuna katiyen emin olunuz efendim.”

Sual: “Hangi meyhanede içtin?”

Cevap: “Küçük Havuzlu’da.”

Sual: “Arkadaşların var mıydı?”

Cevap: “Hayır.”

Loading...
0%