Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm

@huseyinrahmi

Kesik baş cinayetinin tahkikine bu gibi esrarengiz vakaları tetkik ve taharrideki tecrübe, ihtisas ve muvaffakiyetlerle maruf Remzi ve Seyit Efendiler memur idiler.

Remzi Efendi, Fransızcaya ve Rumcaya oldukça vâkıf ve biraz Ermenice anlar, polis mektebinin yetiştirdiği ezkiya içinde temeyyüz etmiş, mesleğinin iftihar edeceği, yorulmak, üşenmek bilmez hemen yekta, müstesna bir zabıta memurudur. Bu mühim vazife için müktesebat kadar ve belki de ondan ziyade lazım olan mevhup, fıtri hassaları da camidir. Bir vakanın künhünü derinden derine lüzumu derecesinde tetkik etmedikçe zevahire aldanmaz, ilk ipuçlarında telaş göstermez. Teenni ve temkinini hiç bozmaz. Bazen hakikat kisvesine bürünmüş aldatıcı hatalar olduğunu bilir. Beyhude gurur ve gösterişlerden hoşlanmaz. Bir cani yüzü onun için
defaatle okunmuş bir sahife, esas hadleri çizilmiş bir muammadır. Muhtelif kimselerde zuhur eden aynı hastalık, seyrinden, arazından nasıl tanılırsa, bütün canilerdeki müşterek hatları, alametleri, nakısaları, fenalıkları öyle bilmukayese görür, anlar. Lazım gelen hükümleri çıkarır.

Seyit Efendi, nazari müktesebatça Remzi Efendi’ye yaklaşamaz. Fakat o da bu birinci memurun sevk, idare ve ikazıyla daha amelî bir tarzda yetişiyordu. Bazen istidlallerine güvenerek, vehimlere kapıldığı, serapları hakikat sandığı olurdu.

Vaka kendilerine haber verilir verilmez bu iki gayur memur araştırmalara kuyudan başladılar. Remzi Efendi evvelce inmiş olanlarla beraber bizzat kuyuya indi. Nafiz Efendi’nin ve onu çıkarmak için inen zatın hatıralarına müracaatla bu susuz kuyu dibinde çıkının bulunduğu noktayı tayine uğraştı. Kuvvetli bir fenerle orasını karış karış aradı. Evvela hiç şayan-ı dikkat ve ehemmiyet görülmeyen bir şeyden bazen insanı esasa götürecek bir ipucu yakalanacağını bilirdi. Ne kadar mahirane ika edilirse edilsin hiç iz bırakmadan bir cinayet işlenebileceğine ihtimal vermezdi.

Birçok taş, toprak, kırıntı döküntü, sebze meyve kabukları arasında ucu dışarıda kalmak üzere yan cebe
takılır çengelli bir kurşun kalemi buldu. Nafiz Efendi’yle diğer zata göstererek bu kalemin kendilerine ait olup olmadığını sordu. Her ikisi de kalemin sahibi olmadıklarını söylediler. Birinci vesikayı teşkil etmesi muhtemel olan bu şeyi Remzi Efendi cebine attı. Bu kalemin de, çıkının bulunduğunu söyledikleri aynı noktada zuhur etmesi dikkate değerdi. Çünkü çıkını kuyuya atanın cebinden düşmüşe benziyordu, kuyuya doğru fazlaca eğilince yan cebin kenarından kalem kayabilirdi. Gerek çıkının, gerek kalemin bulunduğu nokta kuyunun garp cihetine tesadüf ediyordu.

Kuyudan çıktıktan sonra Remzi Efendi büyükçe dört beş taşa işaret koyarak kuyu ağzının muhtelif cihetlerinden aşağıya attı. Tekrar inip bu işaretli taşların ne taraflara düşmüş olduklarını tetkik etti. Bundan maksadı, çıkını atanın kuyu başına hangi yol ve hangi taraftan gelmiş olduğunu tayine uğraşmaktı. Kuyunun dibi hemen bir buçuk metre kutrunda vardı. Fakat inişli çıkışlı pek gayrimuntazam olduğundan atılan taşlar yukarıdan bırakılan istikametin bazen zıddı noktalara düşüyor, binaenaleyh meselenin halli güçleşiyordu. Lakin edilen mükerrer tecrübeler neticesinde çıkını atanın şark yani Kumkapı cihetinden geldiği hemen yüzde altmış, yetmiş derecesinde bir sıhhatle tebeyyün eder gibi oluyordu.

Seyit Efendi, üstadının bu kadar hurda teferruatla uğraşarak bazen beyhude vakit kaybetmesine biraz muterizdi. Fakat bir şey söyleyemezdi. O, hemen bariz, yanılmaz, şaşmaz alametler yakalayarak maksada erivermek isterdi.

Kesik baş merkeze götürüldü. Tıbbi muayenesinde cinayetin ancak dört beş günlük olduğu tebeyyün ediyordu. Hal-i aslisiyle kellenin muhtelif vaziyette fotografileri alındıktan sonra yüz çizgileri daha iyi seçilerek teşhisi kolaylaştırmak için ispirtoyla boyalar temizlendi. Bu, kırk sekizlik, ellilik bir vücudun başıydı. Bâlâ gibi tepesi açılmış, beyaz karışık kumral saçları ve bıyıkları mahir bir berberin makasıyla son moda ve gayet muntazam kırpılmıştı. Kadavralarda ölümden bir müddet sonraya kadar kılların sürmesi müspet bir hadisedir. Binaenaleyh maktulün yüzünde pek hafifçe sakal belirmiş olması cinayet günü yeni tıraşlı bulunduğuna delalet ediyordu. Gözlerinin içine kadar yer yer geniş ihtikanlar ve sağ şakağında iri bir bere görülüyordu. Doktorlar keşif raporuna başın kesilmezden evvel boğulmuş olduğunu kaydediyorlardı. Bu kat’ ameliyesi ustura gibi gayet keskin bir aletle yapılmıştı.

Üst ön dişlerinden, dört katıa ile iki enyab köpek dişi yani altısı kauçuk bir damak üzerinde iğretiydi. Asıl dişlere iki yandan altın telle tutturulmuş bu takma kısmı ağızdan çıkardılar. Eğer dişçilerin yaptıkları takımlara imza koymaları âdet olsaydı bu altın dişli damak parçası maktulün hüviyetini tayine medar olabilirdi. Mahaza İstanbul’daki yüzlerce dişçilerin içinden hangisinin eser-i imali olduğuna dair üzerinde hiçbir alamet görülemeyen bu dişlerden bir ipucu yakalamak için herhalde yine büyük bir istifade memuldü.

Kesik başın fotografisi gazetelerle neşr ve aslı Divanyolu’nda üç dört gün ahaliye teşhir edildi. Başı tanıdıklarını iddia edenler oldu. Fakat tahkikat derinleştirilince birbirini tutmaz neticelerle hep bu iddialar boşa çıkıyordu. Başın kuyudan zuhuru, Teşrinisani’nin on birinci Pazartesi günü akşamı vuku bulmuş olmasına göre o hafta zarfında insanca kaybı bulunanların merkeze müracaatları ilan olundu. Yine bir iki kişi geldi. Lakin başı gördükleri zaman aradıkları bu olmadığını söyleyerek gidiyorlardı.

Maktul acaba İstanbul’a yeni gelmiş, burada kimsesi bulunmayan bir taşralı veya bir ecnebi miydi? Bu kadar işarlara, ilanlara rağmen nasıl oluyor da bir akrabası veya tanıdığı zuhur etmiyordu? Tefessühü men için kesik kafa bir şişe kavanoz içinde eczaya konuldu.

Remzi ve Seyit efendiler bedeninden ayrılmış bu başa hayatının son faciasını söyletmek için meçhule karşı inatla şişenin başından ayrılmayarak düşünüyorlardı. Lakin bütün bu ibramlar boşa gidiyor, zavallının süzgün gözlerinden mazlumane adalet talebinden başka bir meal anlaşılamıyor, sorulan suallere o aralık ağız hiçbir cevap vermiyordu. Tahkikat ne tarafa sevk olunduysa hep akamete müncer oldu. Vakanın üzerinden on sekiz, yirmi gün geçti, aldatıcı bir iki ihbar ve dedikodudan başka hakiki bir ipucu yakalanamadı. Aman ya Rabbi bu maktul adam bir hacer-i semavi gibi İstanbul’a gökten
düşmedi ya... Bir yabancı bile olsa elbette burada birkaç gün, birkaç saat yaşadı. Bazı kimselerle görüştü. Bazı mahallerde oturdu, kalktı, gezindi. Hiçbir tarafta vücudundan bir eser, bir iz bırakmamış olması kabil değildi. Bahusus bu bir baştı, herhalde bunun bir bedeni olacaktı. Bir başı imha edemeyen katiller acaba koca vücudu nereye gizleyebildiler? Bu ceset de parça parça edilerek o civarda yahut muhalif semtlerde başka kuyulara mı atılmıştı? Çukurlara mı gömülmüştü?

Maktulün cesedi, katilin başına bela kalan öyle müthiş bir musallattır ki derin kuyulara terk edilse kendini gösterir. Toprağa gömülse vakit ve saatini bekleyen bir tesadüfün yardımıyla silkinerek çıkar, denize atılsa dalgalar sahile getirir. Bu öyle izalesi kabil olmayan bir şeydir ki yıllar yıllar geçse katili her an tehditten hâlî kalmaz. Öldürülenin maneviyatı, öldürenin dimağını kaplayan daimi siyah bir kâbustur. Samit maddiyatı ise parçalanmış bile olsa ekseriya katilini yakasından tutarak zabıtaya teslim edinceye kadar uğraşır. Ayrı ayrı yerlere atılan, gömülen, yakılan bu kısımlar görenleri, işitenleri hayretlere düşürecek bir mucizekârlıkla günün birinde bir araya toplanarak nakabil-i red bir cinayet vesikası şeklinde korkunç, beliğ katilin önüne çıkarlar.

Maatteessüf ilelebet gayr-i mekşuf ve mensi kalarak failleri namuslu adamlar arasında cezasız dolaşan, belki de heyet-i içtimaiye içinde hürmet ve itibarla yaşayan vakalar da inkâr olunamaz. İşte bütün katiller pek büyük bir maharetle işlediklerine kani oldukları cinayetlerinin menhus cesaretini buradan yani ebediyen gizli kalacağı zannından alırlar. Fakat bazen de bir hiç, yerler altında gömülü sanılan cinayetlerini, topraklara, denizlere kusturtarak onları maktele kadar sürüklemeye kifayet eder.

Loading...
0%