Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@huseyinrahmi

Bu iki zabıta memuru yakalamak için cinayetin bir ucunu, kulpunu ararlarken lodoslu bir günde Ahırkapı sahillerini döven dalgalar oraya bir insan bacağı atar. Dizden kesilmiş ve mütefessih bir sol ayak. Acaba bu bacak, kesik başa ait vücuttan mı koparılmış? Edilen muayenede ikisinin de kesilme tarihleri birbirine uygun gelir. Fakat bunda da sahibinin hüviyetini söyleyen hiçbir alamet yok. Bunu da muzadd-ı taaffün eczayla temizleyerek ispirto dolu bir kap derununda kesik başın yanında muhafaza ederler.

Acaba tesadüf, uzuvlarını oradan buradan toplayarak maktulün iskeletini terkibe yardım edecek mi? Birkaç gün sonra bu ümidi kuvvetlendirecek bir vaka daha zuhur eder. Muhterik Kızlarağası Hamamı’yla Kilise Camii arasındaki bir viranenin atik, geniş ve mermer direkli mahzeninde paçavra toplayanlardan biri feneriyle mal aradığı esnada karanlık bir köşeyi karıştırıp eşelerken oraya sathice gömülmüş bir kol, sağ kol bulur. Evvela ürker, kaçar. Bir türlü hazmedemediği bu mühim sırrı nihayet iki gün sonra bir arkadaşına açar. O da diğerine söyler. Hasılı iş zabıtaya kadar akseder. Kol mahzenden çıkarılır. Muayene edilince bunun da kesildiği tarih diğer iki uzvunkilerle mutabık gibi görülür. Fakat bunda zabıtanın yüzünü güldürecek bir nişane zuhur eder. Eczayla temizlenirken elin adsız parmağında çürük etlere gömülmüş bir altın alyans yani izdivaç halkası bulunur. Yüzük temizlenip iç tarafı muayene edilince fi 15 Rebiyülevvel 1331 ve 8 Şubat 1328 Perşembe tarihleri okunur. Tarihin hicri ve yazının Türkçe olması kolun bir Müslüman’a aidiyetinden şüphe bırakmaz. Lakin meçhul cebir işaretlerine benzeyen bu tarih rakamlarından ne keşfolunabilir? Bu bir izdivaç tarihi, peki ama o kadınla erkeğin hüviyetlerini keşif kuvvetini bu rakamların neresinden bulup çıkarmalı? Bu kesik başla, kol ve bacak aynı şahsa mı ait? Yoksa bunların her biri başka başka cinayetlerin döküntüleri mi? Bu cihet de bütün fenni vuzuhuyla malum değil.

Bu üç uzvun aynı maktule aidiyeti farz edilirse cinayetin Kumkapı ile Samatya arasındaki bir sahada cereyanına hükmolunabilir. Lakin bu cinayetin veya cinayetlerin keşiflerini tamamlayacak vesikalar kim bilir hangi toprağın altında veya mahzen ve kuyunun dibinde yatıyorlar? Bu meçhullere vusul biraz da kudsi kuvvete tevakkuf eder gibi görünüyor. Ne yapmalı? Yine tesadüfün lütfuna avuç açarak uzun uzun beklemeli mi?

Kolun mahzende bulunduğu tarihin üzerinden bir aydan ziyade bir müddet geçer. Fakat hiçbir şey zuhur etmez. Geçen günler bu cinayete ait artık başka vesikalar, uzuvlar kusmuyorlardı.

Zabıta; 15 Rebiyülevvel 1331 ve 8 Şubat 1328 tarihlerine müsadif perşembe günü akit ve izdivaçları vuku bulup da o yıl teşrinisanisinin üçüne, dördüne, beşine, altısına doğru kocaları birdenbire meydandan kaybolmuş aileler varsa hemen müdüriyete müracaatları lüzumunu gazetelerle ilan ettirir, bir hafta geçer, bu ilanlara hiç cevap veren olmaz.

Remzi Efendi ihtiyatkâr, sabırlı fakat bütün ruhuyla uyanık, bu cinayetin esrarından mühim bir katmer kaldıracak hadise veya tesadüfe intizar ediyor. Lakin Seyit Efendi merak ve acelesinden bir türlü kabına sığamayarak ve hemen ümitsizlenerek diyordu ki:

“Ben müdüriyetin bu ilanından büyük bir fayda memul etmiyorum. Çünkü İstanbul’da o tarihte hakikaten zevci kaybolmuş bir zevce varsa bu kesik baş vakası ortalıkta çalkanırken böyle bir ilan vukuunu beklemeden meraka düşerek bu kadının zabıtaya müracaatı lazım gelirdi.”

Remzi Efendi cevap veriyordu:

“Kim bilir bu kadın nerede? Ne halde? Sıhhaten, manen, maddeten ne vaziyettedir? Şehirlerde, gazetelerde bir sene müddetle devam eden ilanlardan bazı fevkalade ahval dolayısıyla haberdar olabilmek imkânsızlığı içinde kalan kimseler vardır. Canilerin elleri, her türlü teşebbüsten men için bu kadına kadar uzanmadığı ne malum. Bakalım kadın hayatta mı? Yahut ki aklıma müthiş bir ihtimal geliyor.”

“Nedir?”

“Zevce de canilerle beraber olmasın?”

“O halde parmağındaki nişan veya izdivaç yüzüğünü maktulün parmağında nasıl bırakıyorlar?”

“Bazen en mahir canilerin bile böyle mühim nisyanlarda bulunacak kadar basiretleri bağlanır. Evvelce de söyledim ya! Cesedi ortadan kaldırmak için pek aceleye gelmiş olmalılar.”

“Bizi caniye kadar götürecek ipucunu ne vakit ve nereden yakalayacağız?”

“Bekle, bekle ümit kesme.”

Seyit Efendi, tebdil-i kıyafetle bir akşam, kesik başın çıkarıldığı kuyu ile kolun bulunduğu mahzen arasındaki sahada dolaşırken tuhaf bir hale tesadüf eder.

Yine akşamın alacakaranlığında meyhane dönüşü başlamış, olgun matizlerin şuradan buradan pek keyifli naraları duyuluyordu. Kuyu civarından geçerken taharri memurunun kulağına acayip bir ses geldi. O tarafa yürüdü. Kuyu başında bir karaltı gördü. Neşesi taşmış yayık bir ağızdan çıkan bu seda garip bir hitabe tarzında şöyle devam ediyordu:

“Ey! Kesik başın ruhu neredesin? Vücudunu parça parça edip her uzvunu bir tarafa attılar. Ruh, senin için parçalara ayrılamaz diyorlar. Bunu sarhoş aklım almıyor çünkü her varlık bir kemiyettir. Bir varlık, iki varlık gibi vahit olan bir şey mutlaka kesir kabul eder. Sen de cesedin gibi parçalandın mı? Yoksa toplu halde mi duruyorsun? İnsanlar seni yakalayamıyorlar. Bütün hınçlarını bedenden alıyorlar. Halbuki bütün şeytanlıkları eden sensin. Cezayı o çekiyor. Ne duruyorsun, git zevcemin rüyasına gir. Katili haber ver. Akşamları Havuzlu’ya gelsene, Edison’un şerefine beraber birkaç kadeh çakalım. Amerikalı âlim sizinle muhabereye girişmek için bir alet icadına uğraşıyormuş. Sakın ha avlanmayınız, dirilerle aranızda bir münasebet teessüs ederse sonra bir nevi siyaset başlar. Çünkü dünyanın ahretle görülecek çok davası vardır. İki taraftan sefirler tayini icap eder. Bu suretle bir kere devletler manzumesine dahil oldunuz mu artık bu dünya gibi ahretten de hayır kalmaz. O imrendiğiniz ebedi sükûtunuz Galata borsası yaygarasına döner. Birbirinizi yersiniz.”

Hatip sözün burasından Karagöz oynatır gibi eliyle ve ağzıyla def taklidi yaparak:

“Çif çaf çaf... çif çaf çaf... İş ne imiş, işimiz Mevla’ya kaldı... Yâr bana bir eğlence medet! Ha ha ha yakaladım... (Kuyu başında tepinerek) Ulan etme Karagöz cebimi karıştırıyorsun. Parmağın burnuma girdi edepsiz.”

Seyit Efendi, bu Karagöz sahnesini sonuna kadar dinledi. Kukla, Zuhuri, meddah tuhaflıklarındaki repertuvarını bitirdikten sonra elindeki nevale çıkınını sallaya sallaya yola düzelen sarhoşun yavaşça omuzuna dokunarak:

“Arkadaş, benimle beraber bir parça merkeze geleceksin.”

Sarhoş komik bir ürkeklikle irkilerek:

“Hangi merkeze? Merkezefendi’ye mi?”

“Hayır. Polis merkezine.”

“O... O... Oo... Meyhaneden çıkıp da o neşeyle merkeze gitmek hoş kaçmaz. Çoluğum çocuğum, muhterem kaynanam beni şimdi sofra başında bekliyorlar. Eğer bir kabahatim varsa cezasını ona havale ediniz, o herkesten iyi hakkımdan gelir. Namına Refia Banu derler. Karagöz’deki meşhur Kanlı Nigâr bunun yanında toy çocuk gibi kalır. O kadar eline, diline kuvvetlidir. Onun dayağı altında vücud-ı ahkaranem Şam pestiline döndü.”

Bu sözlerin sahibi kuyudan lahanayla beraber kesik başı bulup çıkaran Nafiz Efendi’den başka biri değildi. Seyit Efendi onu tanımıştı. Bu adam o kuyu başında ne dolaşıyor ve saçma sapan birçok sarhoş lakırdıları arasında kesik başın ruhuna hitaben savurduğu, “Ne duruyorsun? Git, zevcenin rüyasına gir, katili haber ver,” sözlerinden ne mana anlaşılır?

Bu kelimeler, ispirto dumanıyla dimağı bulanmış bir kafanın hezeyanları mıdır? Yoksa kesik başın zevcesini bu sarhoş hakikaten tanıyor mu?

Merkezde edilen isticvabında sekr haliyle verdiği karmakarışık cevaplardan doğru bir meal çıkarmak kabil olmaz. Ayıkken sorulan suallere de şu cevapları veriyordu:

S: “Sen kesik başın zevcesini tanıyor musun?”

C: “Hayır.”

S: “Onun bir zevcesi mevcut olduğunu nerden biliyorsun?”

C: “Onu da bilmiyorum.”

S: “Bilmiyorsun da kesik başın ruhuna ‘Git, zevcenin rüyasına gir,’ teşvikiyle nasıl hitap ediyorsun?”

C: “Efendim benimki bir faraziyedir.”

S: “Her faraziyenin bir esası olur.”

C: “Benimki esassız faraziye.”

S: “Saklama, ne biliyorsan söyle.”

C: “Vallahi bir şey bilmiyorum.”

S: “Kesik başın bir zevcesi bulunduğu fikri sana nereden geliyor?”

C: “Gazetelerde okudum.”

S: “Gazeteler öyle bir şey mi yazdılar?”

C: “Şurada Kızlarağası Hamamı civarındaki bir mahzende bir kol zuhur ettiğini ve bunun parmağında falan filan tarihlerle müverrah bir izdivaç yüzüğü bulunduğunu yazmadılar mı?”

S: “O kolun kesik başa ait olduğu kanaati sana nereden geliyor?”

C: “Kanaat değil, bu bir zan.”

S: “Bu zannın sence husulüne sebep nedir?”

C: “Mantıki bir sevk.”

S: “Nasıl?”

C: “Kol ile bacağın hep kesik başın bulunduğu kuyu civarında zuhur etmesi insanda bu zannı doğurmaz mı?”

S: “Kesik başın ruhuna ‘Git, zevcene katili haber ver,’ suretinde hitap etmek fikri sana nereden geliyor? Bunu mutlak izah etmelisin.”

C: “Merakınız bundan ibaretse bu güç bir şey değil. Peki, izah edeyim.”

S: “Haydi bakalım dinliyoruz.”

C: “Lahana zannıyla kuyudan kesik başı çıkardığım akşam kafam iyice tütsülüydü. Bermutat Havuzlu’da içmiştim. Yanımdaki masada tanımadığım birtakım adamlar oturuyorlar, hem çakıyorlar hem de Edison’un ölülerle muhabere için icada uğraştığı aletten bahsediyorlardı. Böyle ruha, ahrete dair edilen söz arasında mecliste hazır bulunanlardan bir zat bilmem nerede maktulün biri zevcesinin rüyasına girerek katili ismiyle, resmiyle haber vermiş olduğu mealinde bir fıkra anlattı. Sarhoşken kuyu başında ettiğim hezeyanı işte bu fıkranın hatırası sevkiyle yapmış olmalıyım.”

Bu cevap makulce görünmekle beraber kuyudan bir kesik baş çıkarıldığı akşam civar meyhanelerin birinde bazen maktulün ruhu, katili adalete ihbar edebileceği
mealinde cinai bir bahis açılmış olması Seyit Efendi’yi pek ziyade kuşkulandırdı ve hemen sordu:

S: “O adamlar Havuzlu’nun daimi müşterileri midir?”

C: “Hayır. O akşamdan sonra bunların hiçbirini orada bir daha görmedim.”

S: “Bunları başka bir yerde görmüş olsan tanıyabilir misin?”

C: “Sonradan böyle bir teşhis lüzumu zuhur edeceğini bilmediğim için çehrelerine pek dikkat etmedimse de yine biraz tanıyabilirim sanıyorum.”

S: “Nereden geldiler? Ne tarafa gittiler?”

C: “Hiç farkında değilim.”

Seyit Efendi bu eşhası kesik baş cinayetiyle alakadar sayarak hemen taharrilerine başlanılması reyinde bulundu. Remzi Efendi pek bu fikirde değildi. Çünkü o, “Meyhane âleminde her şeyden bahis olunabilir. Cinayetten bahsedilmesi, konuşanların mutlak cani olmalarını iktiza etmez,” diyordu.

Vaki cinayete dair o aralık zuhur eden gayet mühim bir ifşa, zabıta memurlarının bütün merak ve dikkatlerini o tarafa çekti.

Loading...
0%