Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@huseyinrahmi

Polis müdüriyetine arkasında bir hizmetçi ile otuz bir-otuz iki yaşlarında tahmin olunabilen şıkça bir hanım müracaat etti. Ne istediği soruldu. Şu cevabı verdi:

“Gazetelerle bir izdivaç tarihi neşrettiniz. Bu tarih bendenizin izdivacımla tamamı tamamına tefavuk ediyor. 15 Rebiyülevvel 1331 ve 8 Şubat 1328’de gelin oldum efendim.”

Hanım parmağından bir altın halka çıkararak uzattı. Muayene ettiler, yüzüğün iç dairesinde aynı tarihin mahkuk olduğunu gördüler. Ve bu halkayı kesik elden çıkanla tatbik edince ikisinin aynı biçim ve şekilde olduğu anlaşıldı. Ve hemen hanımdan sordular:

“Mademki böyledir, niçin şimdiye kadar müracaat etmeyip de vakit geçirdiniz? Biz keyfiyeti ilan edeli hayli zaman oldu.”

“İçime bir şüphe gelmedi de onun için müracaat etmedim.”

“Ne gibi?”

“Efendim! Bu yüzüğün bir eşini parmağında taşıyan zevcim elhamdülillah berhayattır.”

Zabıta memurları önlerine muğlak bir muamma sahası daha açıldığını görerek birbirine istiğrapla bakıştılar. Ve sorgularında devamla:

“Zevciniz İstanbul’da mıdır?”

“Hayır.”

“Hayatta olduğunu neden biliyorsunuz?”

“Mektup alıyorum.”

“Nerededir efendim?”

“Paris’te.”

“Oraya niçin gitti?”

“Ticaretle ve hem de gözlerini tedavi ettirmek için.”

“İstanbul’dan hareket tarihini söyler misiniz?”

“Teşrinisaninin birinci cuma günü.”

Bu tarih Aşharh nüshasının üzerindeki ay rakamıyla kesik başın kuyudan çıkarıldığı akşamın dokuz on gün evvelisine tevafuk ediyordu. Vakıa, tabip raporunda cinayetin vukuu müddeti biraz daha kısa gösterilmişse de birkaç günlük fenni bir hataya düşülmüş olması muhtemeldi. Zabıta memurları aradıkları ipucunu yakalamak üzere bulunduklarını anlatan mütehayyirane bir sevinçle bir daha bakıştılar. Kadını şaşırtıp da ifade intizamını bozmaktan sakınarak gayet yumuşak bir sesle:

“Hanımefendi, affedersiniz biraz sinirlerinizi oynatacağız. Fakat ne yapalım, buna zaruret vardır. Başka türlü harekete imkân yoktur. Bizimle beraber şurada diğer bir odaya kadar teşrifinizi rica ederiz.”

Kadın ne olacağını anlamadan kalktı. Hizmetçisiyle beraber memurların arkalarından gitti. Loş bir koridordan geçtiler. Birkaç oda aşırı yürüdükten sonra memurlardan biri önünde durduğu bir kapıyı cebinden
çıkardığı anahtarla açtı. İçeri girdiler. Burası bir yazıhane, bir dolap, birkaç iskemleden ibaret eşyayla hemen çıplak bir odaydı. Bu odanın bir dilim boydan boya kaplayan haki renkli perdeyi halkaları üzerinde yürüterek çektiler. Meydana çıkan hakiki dekor her zaman her yerde görülür şeylerden değildi. Duvara bitişik uzun bir masa, üzerinde hacimlerine göre şişe kavanozlara konulmuş, bir kol, bir baş, bir bacak sırayla duruyordu. Polis memuru:

“Hanımefendi! Lütfen yaklaşıp dikkatli bakınız.”

Kadın yaklaşmak değil, bilakis hafif bir raşe ile bir adım geri çekilerek:

“Baktım efendim, baktım.”

“Tanıyabildiniz mi?”

“Hayır, hayır.”

Kavanozların içindeki uzuvlar bazı eczanelerin camekânlarında görülen ceninler gibi solgun balmumu rengi almışlardı. Hele kafa bir insan vücudundan koparılmış olmaktan ziyade bazı emrazı temsilen müzelerde teşhir olunan yapma başlara benziyordu. O solgunluk arasında yer yer ihtikanlar görülmekle beraber kesik başın bütün mazlumane ifadesi gözlerine toplanmıştı. Gittikçe değişerek ölülere mahsus bir umumiyet almıştı. Hayati hüviyeti şimdi gözlerinde bir ifade membaı arıyor gibiydi. Ağzıyla beraber gözlerinin hemen aynı derecede aralık bulunması, kendine bakanlara bir söyleyeceği varmış gibi insana bu bedensiz kafada bir hassasiyet bulunduğu vehmini veriyordu. Ölümün samit derinliği ve hallolunamayan esrarı içinden süzülerek bakan bu gözlerin maverai belagati önünde kadın bir müddet ürkek, korkak durdu. Ve sonra biraz tereddüde düşer gibi oldu. Ölü, kavanozun içinden kendini tanıtmaya çalışan inatçı bir bakışla iki gözünü kadından ayırmıyordu. Hanım birdenbire elektriklenmiş zannolunacak bir çırpınmayla:

“Ah, işte şimdi tanıdım zevcim Rasih Bey!” feryadını kopararak hizmetçinin kolları arasına düştü.

Müdüriyetin doktoru yetişti. Zavallıyı kendine getirdiler. Şimdi dereler gibi ağlayarak kendine hiçbir sual sorulmadan o birçok karışık şeyler söylüyordu. Ömründe hiç görmediği böyle bedeninden ayrılmış kafa, kol, bacak karşısında üzerine gelen bir sinir haliyle hanımın yanılması ihtimali vardı. Bu mühim cihet kendine ihtar olununca şu cevabı verdi:

“Hayır, yanılmıyorum. Bu başa ilk baktığım vakit ölüm bana pek soğuk göründüğü için birdenbire dikkatim uyuştu. Bir şey fark edemedim. Fakat şimdi baktıkça kocamın başı karşısında bulunduğumu ayan beyan anlıyorum. Alnının şekli, açık tepesini yanlardan ihata eden saçların renk ve biçimi, kaşları, gözleri, burnu, dudakları kulakları hep o. Evet yüz uzuvları ayrı ayrı alınırsa hep o. Fakat umumi heyetindeki eski müşabehet ve ahengi ölüm bozmuş. Birdenbire bakılınca tanınmayacak bir hale getirmiş.”

Hanım’a eğreti dişleri göstererek sordular:

“Bunları tanıyor musunuz?”

“Hayır.”

“Fakat bu dişler bu kesik başın ağzından çıktı.”

“Bu kadar senelik zevcesiyim, Bey’in ağzında takma dişi bulunduğunu hiç bilmiyorum.”

“Nasıl olur?”

“Doğrusu bu efendim.”

“Belki size ihtiyar görünmemek için eğreti dişleri bulunduğunu hissettirmemeye uğraşmıştır.”

“İhtimal. Hakikatin sübutu için şu saatte her şeyi açık söylemek ihtiyacını duyuyorum. Tabirimi affedersiniz gayetle kadın canlısı bir erkekti. Kendine ihtiyar dedirtmemek için tuhaf tuhaf şeyler yapardı.”

Hanım, karı kocalıklarının hususiyetine müteallik bazı esrar açmak ister gibi bir-iki lakırdı kekeledi. Her nasılsa sonra kelimeleri yuttu. Bir şey söylemedi.

Kadın söz söylerken zevcinin hüviyetini ispata dair daha bariz nişaneler keşfetmek için gözlerini kesik baştan ayırmıyordu. Birdenbire ufak bir şüpheyle dikkatini arttırarak:

“Fakat efendim, deminden nasılsa farkında olamamışım. Şimdi bir şey taaccübümü çekiyor. Zevcim saçlarını bıyıklarını kumrala boyardı. Hatta İstanbul’dan Avrupa’ya hareket ettiği günü boya ve mutena bir tuvaletle çok gözleri aldatacak bir delikanlı şekline girmişti. Bu kesik başın saç ve bıyıklarında yarı yarıya ak var. Buna ne mana vermeli?”

Bu cihet şube memurlarını da düşündürmeye başladı. Kadın devam etti:

“Bana gösterdiğiniz yüzük... (Parmağını uzatarak) İşte bu halkanın eşi. O yüzüğün zevcimin parmağındaki alyans olduğuna zerre kadar şüphem yok. İstanbul’dan çıktığı günü bu halka yine parmağındaydı. Kesik başta gördüğüm yüz çizgileri zevcimin simasının aynı. Memur efendiler, ne düşüneceğimi bilemiyorum. Bu muammamın anahtarını ancak siz bulabilirsiniz. Evvel Allah, sonra siz...
(Ağlayarak) Heyecandan boğulacağım. Kocacığımı hangi caniler böyle parça parça ettiler? Hak bir kibriya namına adalet isterim.”

Seyit Efendi: “Bu kesik başın zevcinizin başı olduğunu tanıyorsunuz?”

Hanım: “Evet.”

“Yüzüğün parmağınızdaki halkanın eşi olduğuna hükmediyorsunuz.”

“Katiyen.”

“O halde katiyetine hükmettiğiniz bu iki hakikatin yanında saçların ak veya boyalı olması meselesi ehemmiyetçe ikinci üçüncü derecede kalır. Buna bir izah sureti bulmak da o kadar müşkül değildir. Mesela diyebiliriz ki caniler bir şaşırtma vermek için kesik başın saçlarını ecza ile yıkayarak boyalarını çıkartmışlardır.”

Memur efendi: “Şimdi bir de mektup meselesi var. Zevcinizden sıkça mektup alır mısınız?”

Hanım: “İki üç haftada bir.”

“Son mektubu ne vakit aldınız?”

“Bir hafta evvel.”

“Bu gelen mektupların zevcinizin yazısıyla muharrer olduklarına emin misiniz?”

“Katiyen.”

“Yanınızda bu mektuplardan bir tane var mı?”

“Hayır.”

“Beyinizin resmi veya muamelat-ı tüccariyeye ait yazılarıyla tatbik ettirilmek üzere vukuf ehline göstermek için bu mektuplardan birkaçını görmek isteriz. Fotografisi varsa onu da getiriniz.”

“Başüstüne, takdim edeyim.”

Şimdi hanımın ifadesi fezleke şeklinde zapt olunuyordu:

S: “İsminiz ve zevcinizin isim ve şöhreti?”

C: “İsmim Feride, zevcimin isim ve şöhreti Türabizade Rasih Bey.”

S: “Sanatı ve hazıran ikamet ettiğiniz semtiniz?”

C: “Hariciye nezaretinden mütekaitti. Şimdi ticaretle meşgul oluyordu. Semtimiz Vefa, Yeşildirek numara 19.”

S: “Ticarethanesi nerededir?”

C: “Galata’da Demirhane Sokağı’nda, Loraki Hanı’nda 7 numaralı oda. Telefon 101.76.”

S: “Ticaret refikleri, şerikleri var mıdır?”

C: “Evet.”

S: “İsimleri?”

C: “Kâzım, Vahit, Mümin beyler.”

S: “Ticaretlerinin nevi nedir?”

C: “Komisyonculuk ediyorlar.”

S: “Şeriklerinin içinde bir Hıristiyan, bir Ermeni var mıdır? Veyahut var mıydı?”

C: “Hayır yoktu.”

S: “İyi biliyor musunuz?”

C: “İyi biliyorum.”

“Sualimi affedersiniz hanımefendi, deminden ‘Rasih Bey pek kadın canlısı bir erkekti,’ diyordunuz. Taşkınca hovardalıkları var mıydı? Bazı uygunsuz yerlere devam eder miydi?”

“Olabilir efendim fakat bu nevi hareketlerini benden pek gizlerdi.”

“O yolda bir iki vakasını haber verebilir misiniz?”

Hanım yüzünü kaplayan hafif bir pembelikle biraz düşünerek:

“Haber verebilirim. Fakat bildiklerim ehemmiyetsiz şeyler.”

“Ne gibi mesela?”

“Kapı arkasında hizmetçi kızı sıkıştırmak. Bahçıvanın kızı Eleni’ye beş-altı liralık bir pandantif hediye etmek kabilinden şeyler.”

Bu sözleri akabinde hanım eski kıskançlıklarından kalma bir hınç bakiyesiyle şişe kavanoza doğru baktı. Ve derhal infiali derin bir teessüre dönerek mendiliyle gözlerini sile sile:

“Ah,” dedi, “ah. Zavallı zevcim herkes gibi ölümünden sonra bir mezarın mahfuziyetine çekilemedi. Kim bilir daha ne kadar müddet böyle şişeler içinde zabıta tahkikatına maruz kalacak. Ve daha ne kadar zaman mütecessis gözler bu cinayetin izlerini keşfetmek için onun susmuş simasına dikilecekler ve onu söyletmeye uğraşacaklar.”

Kesik başı sarmış oldukları mavi kırmızı satrançlı dokuma ile kenarı dantelalı patiska parçasını ve Ermenice gazeteyi masanın üzerine birer birer yayarak hanımdan sordular:

“Efendim bu bez parçalarıyla hiç göz aşinalığınız var mı? Bunlardan birini hiçbir yerde görmüş olduğunuzu hatırlayabiliyor musunuz?”

Hanım bu kanlı vesikalara yine teessür raşeleriyle sarsılarak baktı. Baktı, düşündü. Nihayet:

“Hayır, bunları hiçbir yerde görmedim. (Ağlayarak) Keşke burada da görmeyeydim.”

“Zevciniz Fransızca bilir miydi?”

“Hariciye memurluğundan mütekait olduğunu söylemiştim. Evet bilirdi.”

“Siz de bilir misiniz hanımefendi?”

“Biraz.”

Aşharh gazetesinin kenarındaki kurşun kalemiyle yazılmış Fransızca cümleler gösterilerek:

“Bu yazıyı tanıyabilir misiniz?”

Hanım derin bir dikkatle bakarak:

“Hayır.”

O günlük o kadar sual cevap kâfi görüldü. Ve hemen hanesine avdetle maktulün fotografisiyle Avrupa’ya azimetinden sonra göndermiş olduğu mektuplarını alıp getirmesi ve isticvabın şekli ve gördüğü şeyler hakkında kimseye ve hatta evdeki en emin kimselere bile en ufak bir söz kaçırmaması sıkı sıkıya hanıma tembih edildi.

Loading...
0%