Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3 Bölüm

@huzurlu_gece

Güvenlik Sarılmaları

Rook

 

Geç inmemize rağmen Anchorage’a olan transfer uçuşuma ye­tiştim. Yanımdaki kişinin bu kez takım elbiseli biri olmasına şükrettim. Koltuğuma yerleştim. Pencere yerine koridordu, pek tercih etmezdim ama yanımda çılgın bir tavşan olmadığı sürece atlatabilirdim.

 

 

 

 

Kulaklıklarımı takıp önümdeki ekranda bir film açtım. Son uçuştan sonra, üç saatlik bir eğlenceyi hak etmiştim.

Tam bir aksiyon filmi ayarlamıştım ki, kucağıma biri düştü.

 

 

Yine birinin sarkıntılık ettiğini düşündüm. Kadınların kelimenin tam anlamıyla üzerime atlamaları ilk defa olmuyordu. Sadece genelde uçaktayken olmazdı ama son uçuşumu göz önünde bu­lundurunca, hiçbir şeye şaşırmamam gerekirdi.

“Neler olu...”

 

 

 

 

“Çok özür dilerim!” dedi kucağımdaki kişi. Kendini toparla­mak için çabalıyordu ama çaresizce geriye kaydı ve ipeksi, koyu renk dalgalı saçları yüzüme çarptı. Saçları nane ve salatalık gibi kokuyordu ama ağzımda olmasa güzel olurdu.

 

 

 

Bir eliyle gömleğimi tutup kulaklıklarımı kavradı ve çıkar­dı. Diğer eli boğazına sıkıca sardığı kumaşın altında kıvrılmıştı. Kucağıma yayılmış, bacakları kolçaktan sarkıyordu ve yüzü yüzümle aynı seviyedeydi. Koridoru tamamen kapatmıştı, in­sanların geçmesi imkânsızdı, seyirlik bir manzara oluşturmuştu.

 

 

“Fularım sıkıştı,” dedi hırıltılı bir sesle.

 

 

“Aman Tanrım. Kendimi boğuyorum. Çok özür dilerim. Bu çok utanç verici.” O mücadele ettikçe fular daraldı, bu da daha da debelenmesine neden oldu.

Sırtını kolumla destekledim.

 

 

 

 

“Bir saniye kıpırdama.”

Donakaldı, hâlâ gömleğime sıkıca yapışmıştı ve gözleri panik doluydu. Kafamı yana çevirip öne eğildim. Dudakları yanağıma dokundu.

 

 

“Ah!”

Başını çevirmeye çalıştı ama gerçekten sıkışmıştı, haliy­le burnu kulağıma girdi ve dudakları hâlâ çeneme dayanıyordu.

 

 

“Bana birkaç saniye daha ver, sonra özgürsün.” Çeneme doğ­ru ağır bir şekilde nefes veriyordu, ılık nefesi tenimi karıncalan­dırdı. El çantasını kaldırdım, ayağımı kullanarak fuları sıkıştığı yerden kurtardım.

 

Kumaşı boynunun etrafından çözdü ve uzun, derin bir ne­fes aldı.

 

 

“Teşekkür ederim. Çok teşekkürler. Yakışıklı bir adamın kucağında kendimi boğmak pek de ölmek isteyeceğim bir yol değil.” Gözlerini sımsıkı kapatıp ayağa kalktı.

 

 

 

“Çok özür dilerim.”

Sonsuz uzunlukta gibi görünen fularını toplarken bakışlarını kaçırdı.

Bu sırada onu süzebileceğim bir fırsatım oldu. Kahretsin.

Kadın seksiydi. Üzerime bir bidon benzin dök ve beni ateşe ver kıvamında seksiydi.

 

Uzun saçları koyu renkti, o kadar koyu bir kahverengiydi ki neredeyse siyahtı. Gözleri de kahve ya da çi­kolata rengiydi içinde kafein olan bir şey gibi. Bana güç veren bir şey. Ve yüzü... kahretsiiiiiin. Çıkık elmacık kemikleri, dolgun dudaklar, sivri bir burun, kalkık kaşlar, dolgun kirpikler.

 

 

Geri kalanını süzdüm, bu da beni duraksattı çünkü kıyafe­ ti... tuhaftı. Vücudunu gizleyen upuzun bir parka giymişti ama bacaklarına bakılırsa büyük ihtimalle zayıftı. Yine de üstündeki onca katman düşünülünce bu sadece bir tahmindi. Ve o fular, neredeyse kendini boğacak kadar boynuna defalarca doladığına bakılırsa, metrelerce uzunlukta olmalıydı.

 

 

Onun küçük kıyafet problemi, insanların uçağa binmesine engel olmuştu, bu yüzden koridorda ekonomi bölümüne doğru koştu, gözden kaybolmadan önce omzunun üzerinden dönerek bir kez daha,

 

“Çok özür dilerim,” dedi.

Neredeyse hayal kırıklığına uğradım. Neredeyse, ama tam olarak değil. Kulaklıklarımı tekrar takıp sonraki üç saat filmin keyfini çıkardım.

 

 

Anchorage’a indiğimde, abimi aradım. Onunla burada bulu­şup Kodiak Adasına gidecektik. Bu ergenliğimden beri bir aile geleneğiydi. Babamız iki yıl önce ölse de Kyle’la bu geleneği sür­dürüp, Alaskada birkaç hafta balık tutarak vakit geçiriyorduk.

Sezon bittikten sonra bu benim en sevdiğim zamandı ve babam olmasa da dört gözle bekliyordum.

 

 

“RJ, kardeşim, saatlerdir sana ulaşmaya çalışıyorum.” Sesi kö­tüydü endişeli gibiydi hatta

 

 

“Uçakta internete bağlanmakla uğraşmadım. Sen neredesin? Her şey yolunda mı?”

 

 

 

“Sorun, Joy.” Öksürdü, duygularını kontrol etmeye çalışır gibiydi.

En yakın koltuğa çöktüm.

 

 

“O iyi mi?” Joy, hamile eşiydi.

Kyle’ın önümüzdeki sene benimle üç hafta Alaska’ya gelmesinin imkânı olmadığını biliyordum. Bebeği yeni doğmuşken gelmez­di. Uzun bir hafta sonu geçirebilirdi ancak bu, birkaç yıl boyunca birlikte çıktığımız son seyahat olacaktı, üstelik bir çocuk daha yaparlarsa daha da uzayabilirdi.

 

 

 

“Gebelik şekeri teşhisi konuldu. Doktorlar yatak istirahati verdi.”

Sesindeki duraksamayı açıklıyordu. Babamı şeker hastalığın­ dan kaynaklanan sorunlar nedeniyle kaybettiğimizden, midem­ de bir sıkışma hissiyle daha da dikleştim.

 

 

“Bu ne demek? Joy iyi mi? Bebek iyi mi?”

 

 

 

 

"Sıkıntı yok. Joy iyi. Bebek de iyi.” Bana değil de kendine gü­vence veriyor gibiydi.

 

 

"Sadece gözlem altında olması gerek. Dok­tor bunun yaygın bir şey olduğunu söyledi. Babamda olan gibi değil ondan çok farklı.”

Biraz rahatladım.

 

 

"Tamam, bu iyi. Los Angeles’a gelmemi is­ter misin?”

 

 

"Hayır. Buna gerek yok. Biz iyiyiz. Annem ve Stevie, Stevie’nin eşyalarını yazın sonunda değil de şimdi taşımayı düşünüyorlar.” Küçük kız kardeşimiz yüksek lisans yapıyordu, olmak istediği ye­rin batı olduğuna karar vermişti, soğuk havadan uzakta.

 

 

 

"Annemle Stevie mi geliyor? Benim de gelmem gerekmediği­ ne emin misin?”

 

 

"Eminim. Annemizi tanıyorsun. Yatak istirahatini duyar duymaz, eşyalarını toplamaya başladı. Olduğundan daha ciddi gösteriyor durumu ama öyle olmasa da Alaska’ya gelemiyorum.

Şu an Joy’u bırakmak istemiyorum, ondan o kadar uzak olmak seçenek bile değil. Üzgünüm RJ, bunu ne kadar sabırsızlıkla bek­ lediğini biliyorum.” Sesi dağılmış gibi geliyordu ve Joy sorun ya­şarken böyle hissetmesini istemedim.

 

 

 

Hayal kırıklığımı sakladım.

“Özür dilemene gerek yok. Anlı­yorum. Joy ve bebek, bir numaralı öncelik.”

 

 

“Kendi başına gitmek istemezsen, buraya gelebilirsin.”

Teklifi düşündüm. Abimi severdim. Aramızda binlerce ki­lometre olsa da epey yakındık ama bu tatile ihtiyacım vardı.

 

Medyadan ve bitmek bilmeyen isteklerden uzak, benden hiçbir beklentinin olmadığı bu zamana ihtiyacım vardı. Babama ya­kın hissettiğim o yerde olmaya ihtiyacım vardı. Her şeyden çok, Alaska’da bulduğum huzuru ve yalnızlığı, hayatımın dönüştüğü sirkten kaçışı arzuluyordum.

Geçen yıl takım kaptanımız emekli olmuş, kaptan ben olmuş­tum. Takım onu severdi ve bu sporda bir efsaneydi, o yüzden üstüme büyük iş düşüyordu.

 

 

 

 

“Teşekkürler, Kyle, ama biraz somon yakalayacağım, uzun bir sakal bırakacağım ve dört günde bir duş alacağım.”

Güldü.

 

 

“Bu kararı vereceğini biliyordum. Ayın ilerleyen gün­lerinde gelebilecek olursam, ararım. Şey, her türlü ararım. Birkaç günde bir arar, bir ayının seni yemediğinden emin olurum hem de buradaki durumla ilgili seni bilgilendiririm.”

Kaldığımız yerde telefon pek de çekmiyordu ve bu durum ho­şuma gidiyordu. Dünyadan soyutlanmak ve bir NHL’ takım kap­tanı değil, sadece bir insan olmak istiyordum.

 

 

“Beni merak etme.

Ayılarla baş edebilirim sen ailenle ilgilen. Fotoğraf atarım.”

 

 

Vedalaştık, kafamı duvara yasladım. Abimin gelemeyecek ol­ması berbattı ama yine de kendi başıma yapmak zorunda kalsam da kulübede vakit geçirmek istiyordum.

 

Yarım saat sonra çantamı Cessna’ya taşıyordum. îlk kez bu kadar küçük bir uçakla uçtuğumda içim dışıma çıkmıştı, bu yüz­den Seattledan Anchorage’a giden uçakta içki içmemem gerekti­ğini öğrenmiştim.

Bu sekiz koltuklu uçakta son sıradaydım, ki bu iyiydi. Kısa bir uçuştu ve neredeyse her koltuğun harika bir manzarası vardı. En arkadakiler hariç onlar biraz dardı.

 

 

Uçağa binmek için eğilip yan dönmem gerekti. 1.80’in üze­rinde ve 90 kilodan ağır olunca böyle şeyler oluyordu. Uçak doluydu, sadece bir koltuk kalmıştı... uçağın en arkasında. Dar koridorda yalpalayarak ilerledim. Bir önceki uçuşta kucağıma düşen aynı koyu kahverengi saçlı kadın, elinde bir çantayla köşe­ ye sıkışmıştı. Pekâlâ, bu tuhaf olacaktı.

Bakışlarını pencereden alınca, gergin gülümsemesi kayboldu ve gözleri kocaman açıldı. Yanakları kızardı ve eliyle ağzını ka­pattı.

 

 

“Ah, hayır.”

Sırıttım ve gülmemek için kendimi zor tutarak yanındaki koltuğa oturdum. Aslında bir okul otobüsündeki, aşağı yukarı ancak o kadar alanı olan, koltuklardan biri gibiydi.

 

 

 

 

Bana daha çok alan açmaya çalışarak pencereye doğru kaydı.

Elini indirdi.

 

“Üzerine düştüğüm için çok özür dilerim.”

Ona sırıtarak göz kırptım.

 

“Bu yolculukta en heyecan verici an şimdiye kadar oydu, yani kafana takma.”

“Seni öpmek istememiştim. Yanağından yani.” Daha da kı­zardı. “Aman Tanrım, Lainey, sadece sesini kes ve zavallı adamı kendi haline bırak,” diye mırıldanarak başını eğdi.

 

 

“Gerçekten sorun değil. Olur böyle şeyler, değil mi?”

Bana baktı, ağzının sağ tarafında küçük bir gülümseme belirdi.

Elimi uzattım.

 

 

“Ben, RJ.”

Ona neden bu ismi söylediğimi bilmiyordum. Bana babam böyle seslenirdi ve bir de kardeşlerim, sadece bu kadardı. Herkes bana Rook veya Rookie derdi. Belki de o kim olduğumu bilme­diği ve ben de öğrenmesini istemediğim içindi? Ah aslında, artık çok geçti.

 

 

Eldivenli elini benimkine yaklaştırdı, sonra yüzünü buruştur­du. Eldivenini çıkarıp tekrar denedi. Eli sıcak ve biraz nemliy­di ve benimkinden çok daha küçüktü ama tutuşu sağlamdı.

Benimle güçlü bir şekilde tokalaştı.

 

 

“Ben de Lainey.”

“Merhaba Lainey.”

“Merhaba RJ.” Gözleri birkaç dakika bana odaklandı. Hâlâ ta­nıdığına dair bir iz yoktu ve bu harikaydı.

“Peki niye Alaska’dasın?” diye sordum, kemerimi bağlıyor­dum o sırada.

Gözleri ışıldadı.

 

 

“Şey, son zamanlarda yüksek lisans tezim üzerinde çalışıyorum ve konum da suda yaşayan hayvanlar.

Yunuslara ve balinalara bayılıyorum, bu yüzden altı haftalığına onları inceleyeceğim.”

 

 

“Yüksek lisans tezi demek? Baya zekisin o zaman.”

Omuz silkti.

“Sadece öğrenmeyi çok seviyorum. Bu üçüncü yüksek lisansım.”

 

 

 

 

“Üçüncü mü? Kaç yaşındasın?” Üçüncü bir yana, ilk yüksek lisans için bile çok genç görünüyordu. Gerçi kıyafeti yüzünden olabilirdi.

 

 

“Yirmi beş.”

“Ve bu senin üçüncü tezin mi?”

Altdudağını ısırarak başıyla onayladı.

 

“Hı-hı. Yeni şeyler öğ­renmeyi severim ve hep tam burs alıyorum, işte o yüzden bu­radayım. Biri seks terapisi ve diğeri de jeoloji üzerine yüksek lisansım var. Bu da deniz biyolojisi üzerine olacak. Özellikle de okyanus memelileri. Balinalara karşı yunusların çiftleşme mo­dellerini incelemenin ilginç olacağını düşündüm.”

 

 

“Üç alan hangi noktada kesişiyor?”

Omuz silkti.

 

“Kesişmiyorlar aslında. Sadece birçok farklı şeyle ilgileniyorum. Örneğin, yunusların insanlar gibi sadece üremek için değil aynı zamanda zevk için de çiftleştiğini biliyor muydun?”

 

 

“Hah. Bunu bilmiyordum.” Ama seks hakkında düşünmeme neden oldu ve uzun süredir yapmadığım aklıma geldi.

 

 

“Ah evet, cinsel olarak fazlasıyla aktifler. Ve bazı insanlar onların ıstakozlar gibi ömürlük tek eşli olduğunu sanıyor ama değiller. Birçok partnerleri oluyor. Tıpkı bazı insanların yaptığı gibi ancak Batı toplumunda sosyolojik olarak yunusların aksine bir eş seçip ona bağlı kalmaya şartlandırılmışız. Sadece eğlenceli olduğu için bunu yapmayı seviyorlar.”

Parmağının ucunu ısırdı.

 

“Pardon, kendimi kaptırdım. Bu yolculuğa ön hazırlık olarak epey okuma yaptım ve beynim yeni öğrendiklerimle dolu, bazen de ağzımdan dökülüveriyor. İstersen konuşmayabilirim.” Elimdeki kulaklık etrafına dolanmış telefonumu işaret etti.

 

 

Telefonu cebime koydum.

“Yok, sen orada dinleyebileceğim herhangi bir şeyden daha ilgi çekicisin.”

 

Gülümsemesi büyüdü, kızararak tekrar başını eğdi. Tanrım, utangaç kadınları özlemiştim. Utangaç kızlar, ünlü biriyle yat­mak için kendilerini üzerime atmazdı.

 

 

 

 

“Peki ya sen? Sen neden Kodiak Adası na gidiyorsun?” Beni anlamaya çalışıyormuş gibi değerlendiren bir tavırla bana baktı.

Üzerimde sıradan bir kot pantolon, tişört ve kapüşonlu eşof­man üstü vardı.

 

 

“Her yaz abimle buraya balık tutmaya geliriz ama bu yaz gelemedi, o yüzden tek başıma geldim.”

 

“Ah. Bu kötü olmuş.”

Omuz silktim.

 

“Sorun etmiyorum. Bazen tüm çılgınlıklardan uzaklaşıp doğayla iç içe olmak güzeldir, sence?”

 

“Kesinlikle öyle. Bir yıl Seattle’da okudum. Aslında, sanırım bir ay demeliyim. Çok fazla geldi.” Omuzlarını silkerek başını iki yana salladı.

 

“Ben şehirli değilim. Kasabamızda iki yüzden az insan yaşardı, yani büyük bir değişiklik oldu. Şehirler heyecanlı olabilir ama korkutucu da. Sen Seattle’lı mısın?”

 

“New York’ta büyüdüm.”

 

“Her zaman oraya gitmek istemişimdir ama çok... bunaltıcı görünüyor.”

 

“Doğruyu söylemek gerekirse, ben şehre hiç benzemeyen Kuzey New York’ta büyüdüm. Bazı bölgeler baya kırsaldır.”

 

“Ah evet, bir yerlerde okumuştum.”

 

Pilot kalkış iznimiz olduğunu bildirdi. Piste doğru ilerlerken Lainey eldivenlerini göğsüne bastırdı.

“îyi misin?”

“Daha önce hiç bu kadar küçük bir uçağa binmemiştim,” dedi.

 

“Sorun olmayacak. Söz. Bunu en az on iki defa yaptım ve her seferinde sağ salim indim.”

Başıyla onaylarken gözleri fal taşı gibi açıldı, ardından biz hızlanırken pencereden dışarı baktı. Tekerlekler asfalttan kalk­tığında, kolumu tuttu. “Ah! Bu büyük uçaklardan daha sarsıntılı, değil mi?”

 

 

“Evet. Birazcık. Alışırsın.”

Kolumu bırakıp tekrar eldivenlerine sarıldı. “Aslında bugün ilk kez uçağa bindim.”

 

 

 

 

“Gerçekten mi?”

 

“İlk uçuş güzeldi. Aslında yanımda naftalin gibi kokan, burnu kıllı çok yaşlı bir adam vardı ama onun dışında iyiydi. Sen on­dan çok daha güzel kokuyorsun.” Tekrar kızardı.

 

 

“Neyse, sanırım böyle küçük bir uçakta her şeyi daha çok hissediyorsun.”

Bu kadın temiz hava gibiydi. Ve masumiyeti cezbediciydi, özellikle de önümüzdeki birkaç hafta tek başıma olacağım için.

Yine de Kodiak Adası oldukça büyüktü, bu yüzden onu görece­ğim tek yerin bu kısa uçuş olma ihtimali yüksekti. Normal biriy­miş gibi geçirdiğim bu zamandan en iyi şekilde yararlanacaktım.

 

 

“Uçağa ilk kez bindiğine inanamıyorum.”

 

“Genelde treni kullanıyorum ama adaya tren yok. Uzun bir fe­ribot yolculuğunu kaldırabileceğimden emin değildim, o yüzden buradayım.” Bir türbülansa girince ciyaklayarak yüzünü omzu­ma gömdü.

 

“Özür dilerim,” diye mırıldandı koluma doğru. “Beni tanımıyorsun bile ama seni oyuncak ayı gibi kullanıyorum.”

Güldüm.

 

“Bana sarılabilesin diye kucağına doğru gelirdim ama oraya sığacağımı sanmam.” Ama o benim kucağıma kesin­likle tam uymuştu.

“Maalesef, hayır -biraz kocamansın.” Pazılarımı sıktı ve ağır bir nefes vererek bıraktı.

 

 

“Peki sadece şöyle yapsam?” Kolumu omzuna doladım.

“Bu hoş.” Biraz yaklaşıp yan tarafıma yaslandı. “Bu bana ken­dimi... daha güvende hissettirdi.”

Benimle flört mü ediyordu yoksa endişesini azaltmak için gerçekten herhangi bir insan temasına mı ihtiyacı vardı emin değildim ama bundan zevk alıyordum, bu yüzden devam ettim.

 

“Daha güvende hissetmek güzeldir.”

“Öyle,” diyerek bana katıldı.

Sonraki birkaç dakikayı o pencereden dışarı bakarken coğ­rafyayı açıklamakla geçirdim ama tekrar türbülansa girdiğimiz­ de yüzü bembeyaz oldu.

 

 

 

“Ah hayır!” Eliyle ağzını kapattı.

“İyi misin?”

Başını iki yana salladı ama aniden durdu ve rengi daha da soldu.

 

“Pek iyi hissetmiyorum.”

önümüzde duran koltuk cebine uzanıp kusmuk torbasını çı­kardım. Açmak için içine üfleyip ona verdim.

 

“Belki de sadece bunun içine doğru nefes almalısın.”

Titreyen elleriyle torbayı benden alıp öne doğru eğildi, saçları omuzlarından aşağı kaydı. Onları topladım, yumuşak, ipeksi tel­leri önünden çekmek için elimin etrafında kıvırdım.

Ve sonra kustu. Birkaç kez daha öğürürken sessiz olmaya ça­lışıyordu. Başparmağımı boynunun arkası boyunca okşadım ve tenindeki tüyler diken diken oldu.

Boştaki elimle ceplerimde mendil aradım, kapüşonlumda bir avuç dolusu mendil bulduğuma sevindim. Buruşuk ama kullanıl­mamışlardı, ona uzattım. Lainey başını çevirdi ve ağzını silerek kir­li mendilleri torbaya attı. Üstünü birkaç kez kıvırıp torbayı kapattı.

Elime doladığım saçlarını bırakıp avucumu sırtında gezdir­dim.

 

“İyi misin?”

“Utançtan yerin dibine geçmem dışında, sanırım iyiyim,” diye mırıldandı.

 

“Bununla ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.” Torbayı kaldırdı.

“Ver bana, hallederim.”

“Ah Tanrım, hayır. İçinde kusmuğum var.”

“Başka yere gideceğine çöpe gitmesi daha iyi, değil mi?”

“Ah evet, çöpe gitmesi çok daha iyi.” Bana uzattı.

Emniyet kemerimi çözüp yalpalayarak koridorda ilerledim, ön tarafındaki çöp kutusuna attıktan sonra koltuğuma geri dön­düm.

 

“Daha iyi hissediyor musun?”

 

 

“Biraz. Çok özür dilerim. Uçakta yanına oturulacak en kötü insan benimdir.”

 

 

 

 

 

“Hiç de değil. Aslına bakarsan, birinin özel oyuncak ayısı ol­mak hoşuma gitti. Mümkün olsa, kalıcı olarak bu pozisyona baş­ vururdum.” Elimi cebime atıp karıştırarak sakız paketi buldum ve ona uzattım.

Paketi elimden aldı.

 

“Şu anda seni çok seviyorum.”

Güldüm.

“Ağzının tadı o kadar kötü, ha?”

 

“Çok fena. Havaalanında burrito' yemiştim.”

 

“Aaaah. Kötü seçim olmuş.”

 

“Hiç sorma.” Ağzına bir sakız atıp gözlerini kapattı, birkaç kez çiğnedi.

 

“Daha iyi mi?”

“Çok daha iyi.” Paketi geri uzattı ama elini paketin üzerine kapattım.

 

 

“Hepsi senin.”

“Teşekkürler.” Paketi çantasına koyup küçük bir şişe el dezen­fektanı çıkardı, eline sıktıktan sonra bana verdi.

Ben farkına bile varmamıştım ama inişe geçmiştik. Elleri ku­cağında yumruk, gözleri sımsıkı kapalıydı.

 

 

“Hey.” Kolumu tekrar koltuğunun arkasına attım.

 

“Güven­desin. Güvenlik sarılmaları için insandan oyuncak ayın hemen yanı başında.”

 

Gergin bir şekilde gülümseyerek daha da yaklaştı, yan tarafı­ma yaslandı.

 

“Bu kadar iyi davrandığın için teşekkürler, RJ.”

Gerçekte kim olduğumu gizlediğimi bilseydi, böyle söyler miydi acaba? Ama burada, bu uçakta, NHL forveti ve takım kaptanı değildim, buzda ve buz dışında oyuncu geçmişim yoktu.

Ben sadece bir erkektim, o da sadece bir kızdı.

 

Bölüm nasıldı?

Yıldıza basmayı unutmayın lütfen bu beni motive ediyor ve daha hızlı bölüm düzenleyip atarım 🥰

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%