@hypnoticdark
|
Kutuyu odanın diğer tarafına fırlattım. Öleceğimi dahi bilsem, bir daha onun aldığı elbiseyi giymeyecektim. Bu durum, artık babamla aramdaki iç savaştı. Odadan çıkıp merdivenleri ağır ağır indiğimde, babamın ateş saçan gözleriyle buluştum. Üzerimi değişmediğimi fark ettiğinde, ona bazı konularda her ne kadar boyun eğdiğime şahit olmuş olsa da o gece, bana yaşattıklarını asla affetmeyeceğimi de görmüştü. "Ben depoya geçiyorum baba, sen de gelirsin." deyip arka kapıdan, depoların olduğu yöne doğru ilerledim. Her doğum günümde bana işkence edeceğini kabullenmiştim. Hem anneme olan öfkesini bugünde bana kusuyor, hem de dayanıklılığımı test ediyordu. Geçen yıl, neredeyse cansız olan bedenimi bıraktıkları odaya bu kez kendi ayaklarımla gelip sandalyeme oturdum. Babamın heybetli ayak sesleri de çok geçmeden odaya ulaşmıştı. "Gel benimle" deyip odadan çıktığında ileride duran depoya girdi. Ardından ben de girdiğimde ortada duran kocaman bir küvet vardı. Adam resmen evinde, işkence odaları kurmuştu. Karşısına dikildiğimde, kocaman elleri saçlarımı kavradı. Bacağıma yediğim darbeyle, şimdi de önünde diz çökmüştüm. "Bugün de saniyeleri sayacağız, güzel kızım." İhtiyar, beni bu konularda eğitmeye çalışıyordu ve yaptığımız nefes egzersizlerinin işe yaramasını ummaktan başka çarem yoktu. Kafamı buz gibi suya daldırdığında uğultuyla karışık gelen seslerini işitiyordum. "Bir, iki, üç,...yirmi,...otuz,...kırk," Nefesim yavaş yavaş beni zorluyor, ciğerlerime dolan suyla tıkanmaya başlıyordum. Umduğum kadar dayanamadığımı fark etmek, endişelerimi iyice arttırmaya başlıyordu. Ellerimle babamın bacağına sımsıkı tutunup çırpınmaya başladığımda, kafamı çıkardı. "Zayıfsın! Çok zayıfsın! Yetersizsin!" Haykırışı, depoda yankılanıp tekrar kulaklarıma doluyordu. Onlarca kez beni boğmaya yeltendikten sonra kafamdan tutup odanın diğer tarafına fırlattı. Soğuk zemin, yine beni sarıp sarmalıyordu. "Ayağa kalk!" diye emrettiğinde, yerden güç alıp karşısına dikildim. "Say! Bir!" dediği an tokadıyla yeri boylamam bir oldu. "Bir." deyip tekrar kalktım. Odanın soğukluğu ve ıslaklığım yüzünden tir tir titriyordum ama içimde büyüyen adrenalin de damarlarımı yakıp kavuruyordu. Büyük bir tezat içindeki bedenim, gelen tokatların darbeleriyle ayakta durmakta zorlanıyordu. "Sekiz!" diye haykırdığında hala bilincim yerindeydi ama bu kez gülmüyordum. "Ayakta kal! Ayakta!" diye bağırmaya devam ederken ben hala soğuk zeminle bütünleşiyordum. Ağzımdan akan kan, artık beni boğmak üzereydi. Kanında boğulmak da bu olsa gerek. Artık kafamı duvarlara çarpıyor, hıncı alamamış olacak ki bedenimi tekmeliyordu. Karşı koyacak mecalim bile yoktu. Vücudum soğuktan kasılmış, gözlerim ise çoktan kapanmıştı. "Aç, susuz burada yaşayacaksın. Belki o zaman, itaat etmeyi öğrenirsin." deyip odadan çıktığında, huzurla gözlerimi kapatıp kendimi karanlığın kollarına teslim ettim. * * * Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama odanın içinde, kendi kendime ayılmıştım. Vücudum soğuğa direnemiyor, ayak parmaklarım uyuşuyordu. Uyku uyanıklık arasında saatler geçirdim. Kimse gelip gitmiyor, en ufak ses dahi duymuyordum. Çok uzun zaman geçtiğini karnımdan gelen seslerle fark etmiştim. Üzerimdeki kıyafetler kurumaya başlamış, kanımla kaplı zeminden ağır kokular yükseliyordu. Kendimden ilk kez o gün tiksindim. Karnımın açlığından mıydı yoksa aldığım darbelerden mi bilmiyorum ama inanılmaz bir baş dönmesinin ardından gelen mide bulantısı boğazımı zorluyordu. Uyandığımda hala kimse gelmemişti ve leş içinde oturuyordum. Boğazımdaki acı kendini belli etti ve yüzüm alev alev yanıyordu. Gözlerim yuvalarından çıkacak kadar ateşimin olduğunun farkındaydım. Bu adamın işkencelerinden değilse de burada havale geçirip ölme düşüncesi, içimde bir panik dalgası oluşturdu. "Ölemem, şimdi değil. Diren, vazgeçme." diye sayıklamaya başladığımda, deponun kapısı büyük bir gürültüyle açıldı ve ihtiyar odaya girdi. "Bitti Hafsa dayan. Gidiyoruz." Yanıma diz çöktüğünde ellerine giydiği deri eldivenler, yüzümde buruk bir gülümseme oluşturdu. "Yürüyecek mecalin yok. Seni taşımam lazım. Dokunabilir miyim?" dediğinde gözümden akan bir damla yaşa engel olamadım. Ağlamamalıydım. Bu duygularım, artık ölsün istiyordum. Hissettiğim en ufak şefkate artık teslim olmak istemiyordum. Şu anki durumumda değil bir adım atmak, yerimden bile kalkamayacağıma emin olduğumdan başımı olumlu anlamda sallamakla yetindim. Kocaman kollarının arasında havalandığımı hissettiğimde başım, ihtiyarın omzuna düştü. Karanlık beni çağırırken ihtiyarın konuşmalarını bile duymuyordum. * * * Odamda gözlerimi açtığımda, vücudumda günlerce spor yapmışçasına bir ağrı vardı. Odada yalnızdım. Yavaşça yatakta doğruldum. Elimdeki serumu çıkarıp banyonun yolunu tuttum. Aynaya baktığımda karşılaştığım solgun bedenim korkunç görünüyordu. Çökmüş göz altlarım ve haddinden fazla beyaz tenimle, ölü gibiydim. Kendimi zorla duşun altına attığımda, bedenime değen su damlaları yaralarımı yakıyordu. Duşun ardından saçlarımı, zorlukla topuz yaptım. Siyah bir tayt ve uzun bir gömlek giydim. Spor ayakkabılarımı giyerken sırtımdaki acılardan, iki büklüm olmuştum. Dakikalar sonra zorlukla odadan çıkmayı başardım. Babam tek başına, eksiksiz bir kahvaltıya başlamıştı. Beni gördüğünde de yüzünde yine o, anlamsız gülüş vardı. "Günaydın kızım, geç kahvaltını et. Uyumak istersin diye çağırtmadım seni." Yüzsüzlüğün vücut bulmuş hali karşımda oturuyordu. "Günaydın baba, afiyet olsun." Cümlelerim, gülüşüne gülüş katıyordu. Öldür Hafsa, öldür. Kafa sesim de geldiğine göre kahvaltımı edebilirdim. Boğazımın dinmeyen acısından, yediklerimi bile zor yutuyordum ama açlık hissi daha baskın gelmişti. Kahvaltının ardından babamla salona geçmiş kahvelerimizi yudumluyorduk. Dün bana işkence etmemiş gibi, onca şeyi yaşatmamış gibi keyifle gazetesini okuyordu. "İspanya'da işletme okuyacaktın. Değil mi?" diye sorduğunda gözlerimi gözlerine sabitlemiştim. Evet, Allah'ın belası. Hayatımı mahvetmeseydin şu an üniversite de normal öğrenciler gibi okuyup, hayatımı yaşayacaktım demek isterdim. "Evet baba. Kazanmıştım ama devam edemedim." "Ben kayıt işlerini hallettim. Okulunu okuyacaksın." Şok dalgası, bedenimi ele geçirmişti. "Nasıl yani?" dediğimde gazetesini elinden bırakıp öne doğru eğildi. "Sen benim, yani Ziya Soykan'ın kızısın." Maalesef doğru. "Seni herkes tanıyacak ve okumuş, kültürlü, güçlü bir kadın olacaksın." Tabii ki yine beni değil de kendini düşünüyordu. "Sen, Pote ve Ahmet Madrid'e gideceksiniz. Okulunu bitirene kadar da orada kalacaksınız. Elbette Ahmet'in eğitimlerine de ara vermeden devam edeceksin. Dört yılın ardından da buraya gelip senin için açtığım bir gece kulübünün başına geçeceksin." dediğinde nefes bile almayı unutmuştum. "Ben gece kulübünde mi çalışacağım?" Hayallerimin arasında olamayacak kadar uçuk bir durumdu. "İşleteceksin. Orası senin mekanın olacak ve orada benim sana verdiğim işleri daha rahat yapacaksın. Tabii bu gece kulübü işi, seni konseye tanıtıp, icazet aldıktan sonra başlayacak. Sadece eğlence amaçlı düşünme, orada belirli bağlantılar kuracaksın ve uyuşturucu işini benimle beraber devam ettireceksin. Kulüp, sadece kamufle alanın olacak. Sistemde temiz işler yapan, başarılı bir işletmeci olarak gözükeceksin. Tıpkı benim işlerimi hallederken, otellerimiz sayesinde temiz bir iş adamı olarak göründüğüm gibi." Babamın İstanbul, Trabzon ve dedem sayesinde de İspanya'da işlettiği otelleri vardı. Gazetelerde başarılı ve yardımsever bir iş adamı görüntüsündeydi. Benim de pis işlerini yürütürken, onun soyadına herhangi bir leke sürmememi emrettiği, delici mavi gözlerinden verdiği uyarı sinyalleriyle beynime işlenmişti. "Sen nasıl diyorsan öyle olacak baba. Ne zaman yola çıkacağız?" "Yarın sabah gideceksiniz. Her yıl ziyaretine geleceğim. Orada Aurelia Mendez olarak da kendini unutturmaman lazım. Her geldiğimde, İspanya'nın kartel konseylerine de beraber katılacağız." İki ülke, iki konsey, iki kimlik. Hayatım büyük bir karmaşa içindeydi ve ben en güçlü olmalıydım. Beni, iki tarafı da memnun edecek şekilde yetiştiriyor, benden aldığı güçle de kendini dokunulmaz yapıyordu. Zamanı geldiğinde bu silahın ona dönüp, kendini yok edeceğinden de bihaberdi. Şimdi onun kuralları geçerliydi. Zamanı geldiğinde o kuralları, kanlı harflerle ben yazacaktım. "Baba, müsaadenle ben Ahmet Bey'i bulayım. Zaman kaybetmeden çalışmalarıma devam edeyim." dediğimde hoşnut ifadesini yüzünden söküp alma isteği de içimde çığ gibi büyüyordu. Başını gururla sallayıp onayını aldıktan sonra yanından ayrıldım. İhtiyar ve Pote bahçede duruyor, hararetle tartışıyorlardı. "Günaydın." dediğimde, ikisinin de gözleri bana sabitlendi. "Patrona, nasıl oldun? Baban denen piç, eve girmemizi yasakladı." dediğinde kahkahayı koyuvermiştim. "Doğru konuş Pote! Biri duyacak, sonra topla toplayabilirsen." İhtiyarın uyarısıyla, ikimiz de susmuştuk. "İyiyim merak etmeyin. Çalışmaya devam edelim." Potebana doğru iki adım daha atmış, öfkeli gözlerinden ateş çıkartıyordu. "Ne çalışması? Üç gün o depoda kaldın. Öldün mü? Kaldın mı? Bu azabı da dışarıda ben çektim. Ne çalışmasından bahsediyorsun!?" Üç gün, o soğuk yerde ölmeden direnebilmiş olmam güzeldi. "İyiyim dedim. Uzatma." dediğimde öfkesi yerini şoka bırakmıştı. "Zaten yarın Madrid'e dönüyoruz. Sen de biraz sakinleş artık." "Madrid nereden çıktı Patrona?" "Canım babam, ayaklarımın üzerinde durmamı istediğinden beni okutmaya karar verdi." Yüzümde alaylı bir gülüş vardı ki bu Pote'yi çileden çıkarıyordu. "Siktir olup buradan gidelim de, neyse ne." deyip bizden uzaklaştığında, ihtiyarla baş başa kaldık. "Gidiyorsun diye bu iş bitti, rahatım zannetme." "Öyle bir düşüncem yok. Daha yeni başladığımızın farkındayım." dediğimde memnuniyet ifadesi, yüzüne yerleşti. "Orada da çalışmalara, kan dökmeye devam edeceğiz. Orada kuracağımız ittifaklar buradakilerden daha değerli. Hala mantığınla değil, duygularınla hareket ediyorsun. Bu bizi zayıflatır. Yeri geldiğinde, kıymet verdiklerinin bile canını acıtmak zorunda kalacaksın." "Kıymet verdiğim kimse olmadığına göre sorun da yok." omuz silktim. "Asil Arslan." dedi. "Ne olmuş ona?" diye sorduğumda meraklanmadan da edememiştim. Babamın işlerini baltalamayı başaran bir kahramandı o. "Sana mesaj attı." dedi. "Ne mesajı? Ne alaka?" diye sorduğumda, şaşırmıştım çünkü kimliğimi bilen kimse yoktu. "Geçen gün, arabasına çarptığın adam oydu. Düşüncesiz davranıp, telefon numaranı da vermeyi ihmal etmemişsin ki dün gece sana mesaj attı." Ela gözlü heykel, Asil Arslan mıymış! "Ne yazmış?" diye sorduğumda sesimdeki heyecandan nefret ettim. "Karşılanacak bir zarar olmadığını, nezaketin için de ayrıca teşekkür ettiğini. Bunu baban öğrenseydi eğer, dün o depodan cenazeni çıkartırdık. Neyse ki numara başka bir kimlikle alınmıştı ki sorun çıkmadı. Sadece sizi gören beş koruma mezara girdi." dediğinde içim buz gibi olmuştu. "Ne demek mezara girdi?" Titreyen sesimi bastıramıyordum. "Korumalar, babana haber ulaştırmadan hepsini halletmek zorunda kaldım. Düşüncesiz davranışının bileti onlara kesildi. En ufak hataya da senin yersiz duygularına da yer yok. Daha anlayamadın mı bunu?" sesi o kadar ürkütücü çıkmıştı ki onun bir başka yüzünü de bugün görmüştüm. "Bilemezdim." "Evet, bilmediğin için oldu her şey. Duygularını öldür artık. Sen öldürmezsen, onlar seni öldürür." deyip gitti. Benim aptallığım yüzünden masum beş kişi canından olmuştu. Ellerim daha ne kadar kana bulanacaktı bilmiyorum ama ihtiyar haklıydı. Ela gözlü heykel, babamın diş bilediği düşmanı çıkmıştı ve benim yüzümden masumlar ölmüştü. Bu kanlı alemde hayatta kalmak istiyorsam, acımasız olmak zorundaydım. Bunu, hayat tekrar gözlerimin önüne serdi. Artık hata yapma lüksüm yoktu. |
0% |