@idlxlluviaxx
|
Küçük Eylül artık biraz daha büyümüş yaşadığı o anı hafıza kaybı yüzden unutmuştu. Ailesi her ne kadar hala o işin arkasındakileri arasa da bulamıyor yinede küçük Eylül'e bir şey çaktırmamaya çalışıyorlardı.
Ayaklarına gelecek olursak eğer hala yürüyemiyordu.
9 yaşına girmesine çok az kalmışken, yaşıtları okula gidip koşup eğlenirken kendisi Antep'te dedesinin yanında evde eğitim görüyordu. Ailesi onun tekrar yürümesi için ne kadar uğraşsada bir gelişme hala yoktu.
Koca 5 senesini tekerlekli sandalyeye mahkum olarak geçirdi. Konuştukları bütün doktorlar olumsuz yönde konuşuyorlardı ve bu herkesten çok Eylül'ü yıpratıyordu.
Her ne kadar ailesine sevecen olmaya çalışsa da yalnız kaldığı an gözleri dolar ve ses çıkarmadan ağlar.
Bir önceki bölümlerde Taner Tunç'un oğlu yiğit tunç'a bıraktığı tranva gibi (hatta belki daha ağırı) Eylülde de vardı.
Eylül çok zorlanmadığı sürece ağlamazdı, gözleri dolar dolar lakin yine o damla yanağından düşmezdi.
Eylül'ün ağlaması hele ki haykırarak ağlaması kıyamet gibi bir şeydi.
Minik Eylül elleriyle tekerlekli sandalyesini ittirerek bahçeye doğru ilerledi.
Şüphesiz ki onu en çok rahatlatan yer konağın arkasındaki küçük kulübeli bahçeydi. Babanesi ve annanesi bunu bildiği için Eylül'le beraber bazı geceler orada kalıyorlardı.
Evdekiler ilk başta buna karşı çıksa da minik Eylül'ün tek rahat ve berrak olabildiği yerin orası olduğunu fark edince bir şey diyemez oldular.
Eğer o kulübeyi de Eylülden alırlarsa Eylül diye bir şey kalacakmıydı diye tereddüt içindeydi herkes.
Gün geçtikçe zayıflıyor ve güçten düşüyor bununla birlikte eskisi kadar konuşmayıp kitap okuyor yada bir şeyi hatırlamaya çalışır gibi düşünüyordu.
Aslında Eylül hep o geceyi düşünüyordu...
En son o gün kuzucuğunu almaya gittiğini hatırlıyordu ama gerisi yoktu ve de kuzucuğunu nereden almaya gittiğini de hatırlamıyordu.
"Evdeydim galiba sonuçta kuzucuk başka nerede olabilir ki?" Diye düşüncelerine devam etti Eylül.
"Ah benim güzel kuzum. Ne çileler çekti bu yaşta." Diye üzgünce baktı torununa Melike. Asude can dostuna kafasını sallayarak onaylarken bir ümit arkadaşına döndü.
"Alpaslan ve Taner gelmeyecek mi görevden? Belki onları görürse biraz daha iyi olur." Diye ümitlendi.
Lakin bu ümitleri kısa sürdü...
Çünkü Asude duygularıyla hareket etsede Melike mantığı ile hareket ederdi. Ve şu ana kadar Eylül her zaman Melike gibi olmuştu.
Burada ki kendine onca değer veren insan varken niye onlardan sadece ikisinin gelmesini beklesin ki?
Tersine onları görünce iyice düşüncelere dalabilirdi. Çünkü Eylül şu aralar her şeyi sorgulamaya ve düşünmeye başlamıştı.
Ve bunu ilk olarak asker olan dedesi ve ikinci süt babasından başladı.
Onlarla olan anılarını düşünüp hatırlamaya çalışıyordu lakin her çocuk gibi o da 4 yaşını ve ondan öncesini hatırlamıyordu. Sadece o olayın olduğu bir kaç günü ve asla unutamadığı bir iki tranvatik günü unutmamıştı.
Dedesi bir yıldır görevdeydi süt babası ise üç yılı geçeli çok olmuştu.
Sahiden süt babasının kendisinin şu düştüğü durumdan haberi var mıydı? Eğer varsa hala niye onu görmeye gelmiyordu? Kim için gitmişti o dağlara?
Kime sorsa vatan için diyordu ama Eylül o vatan kelimesini bile ayrıntılı düşünecek kadar düşüncelere bağımlı olmuştu.
"Taner yaklaşık dört senedir yok Alpaslan ise 15 aydır yok. Şimdi gelecekleri bile belli değil Asudem. İşin en kötüsü Eylül onları hatırlamadığı için onları çok sorguluyor, çocuk da haklı ama işte vatan denilince akan sular duruluyor..." Diye derin nefes alarak içeride ki kanapeye yaslandı.
Asude arkadaşının haklılığını her ne kadar anlasa da kabul etmek istemiyordu. Eylül onların biricik torunlarıydı ikisininde hayalinde olan o kız torunları Eylül'dü.
"Ve eksik dediğin bir yerde Taner Eylül'ün durumunu bilmiyor." Diye konuştu Asude dostuna. Melike tahmin etmediği gerçeklerle yüzleşince bir anda şaşkınlıkla yerinden doğruldu.
"Ne demek bilmiyor?! Siz adamı kandırıyor musunuz?" Diye sessizce kızınca Asude çocuk gibi omuzlarını silkmişti.
"Oya söylememek de haklı, en son konuştuklarında -ki bu yaklaşık 26ay önceydi- catışmanın çok çetin geçtiği hakkında konuşunca aklını Eylül'e takıp canını tehlikeye atmasını istemedi." Diye sakince arkadaşının sinirlenen suratına baktı.
"Bakma öyle canımın çiçeği tanerin Eylüle karşı olan düşkünlüğü Kunt ile yarışır derecede biliyorsun." Diye arkadaşının elini sıktı.
"Söylemeniz gerekirdi! Taner Eylüle karşı düşkünse Eylül de ona karşı çok düşkündü herkesten önce baba baba diye ona koşardı o! Sırf Eylül için ayakta durmasını söylemeliydiniz." Diye homurdandı Melike.
"Tamam sakin ol canım benim. Sonuç olarak tanere zaten ulaşamıyoruz, kadın eşine mi yansın kızına mı yansın." Diye konuştu.
"Haklısın galiba asude." Diyerek konuşurken bir anda kapı çat diye açıldı.
"Babane, Melike babane Alpaslan dede geldi! İçeriye giren Asudenin torunu Vuslatla beraber iki dost aynı anda ayağa kalkıp hızla dışarı yürüdüler.
Vuslat'ın Eylül'ün tekerlekli sandalyesini sürerek önden gittiğini gören ikili rahatlayarak konağa doğru koşar adımlarla ilerlemeye devam etti.
Alpaslan ise gelir gelmez ilk gördüğü kişi olan biricik kızı ve olgu torununa sarılmıştı. Sonrasında ise geldiğini öğrenen bütün konak sakinleri akın akın avluya gelip Alpaslanla sarılıyordu.
Alpaslan her ne kadar ailesinin yanındayken rahatlamış olsa da hala içinde bir sıkıntı vardı. Bunu eşi ve gültanesini görememesinden kaynaklandığını düşünüp etrafta onları ararken bir anda gözleri Eylül'e ilişti.
En son gördüğünden daha zayıflamış rengi solmuş ve düşüncelere dalmış bir Eylül görmesiyle kalbindeki ağrı iyice çoğalmıştı Alpaslanın.
Konaktakiler Eylül'ün bu haline alışık olduğu için sadece içleri giderek Eylül ile Alpaslanı karşı karşıya getirdiler.
"Merhaba dede."
Dedem adam demedi...
Kahramanım demedi...
Oysa hep böyle seslenirdi kendisine, o kadar mı kötü ilerliyordu tedaviler diye düşündü Alpaslan.
Yinede Eylül'e nazaran Alpaslan biriciğine koçaman gülümseyip onun önünde eğilip minik rengi gitmiş bembeyaz ellerini avucuna alıp öpücükler kondurdu.
"Merhabalar gül güzelim. Sanki daha fazla gül kokmaya başlamışsın yoksa bana mı öyle geliyor?" Diye gülümsedi.
Herkesin Eylül'e gül ile ilgili taktığı lakaplar veyahut iltifatların nedeni Eylül'ün gül gibi olan kokusu, teninin gül yaprağı gibi olan yumuşaklığıydı.
Ailesinin kendisinden aldığı bu gül kokusunu kendisi asla alamaması sinirlerini bozup onlara inanmamaya sürüklerken bir süre sonra o da buna alışmış hatta hoşuna gitmeye başlamıştı.
"Bilmiyorum olabilir." Diye dedesinin mavi gözlerine baktı.
Kunt abisi aynı dedesine benziyordu o yüzden Alpaslan dedesine çok yabancılık çekmiyordu. İkisininde sarıya benzer karamel rengindeki saçları maviş gözleriyle her ne kadar sert durmaya çalışsalarda Eylül onlara maviş civciv demekten kaçınmıyordu.
"Alpaslan!" Melike Talia Tunç'un bütün avluyu dolduran sesiyle Alpaslan biriciğine gülümseyip yanaklarından öperek ayaklandı ve kendisine koşan eşine kollarını açtı.
Melike gözleri dolu dolu eşinin kollarına kendini atarak sarılırken onlar hasret gidermeye koyuldu.
Eylül ise ortamın kalabalıklığı onu strese sokup bunaltırken kimseye belli etmeden arka bahçeye kulübeye doğru ilerledi.
İçinde bir sıkıntı vardı lakin bugün ki daha farklıydı sanki birini hatta birilerini kaybedeceğini hissetmiş kalbi kasılmaya başlamıştı.
Yinede bunu düşünemeyecek kadar kafasında sorular ve olaylar olduğu için önüne gelen saçlarını arkaya atarak karşısında ki koca çınara bakıyordu.
Dedesinin ve annanesinin evlendiği gün beraber diktikleri ağaç artık kocamandı ve çok genişti. Dedesi kendisine eğer isterse oraya salıncak kurabileceğini söylemişti, Eylül her ne kadar sallanmayı sevse de ayakları yüzünden sallanamazdı.
Boşuna orada durup da iyice olmayan psikolojisini bozmak da istemediği için bunu ısrarla reddetti.
Hava bir anda kararıp soğurken Eylül soğuktan etkilenerek mıyıştı.
Şu aralar sadece soğukta uyuyabiliyor veya soğukta uykusu geliyordu, herkesi şoka soksa da Eylül bunu sorgulamıyor hala uyuyabildiği için şükrediyordu.
Tekerlekli sandalyede rahat edemeyen Eylül kulübeye girip kanapenin üzerinden kuzucuğunu alarak başın açık camın pervazına yaslayarak uykuya daldı.
4 yaşında kuzucuğu uğruna ayaklarını kaybettiğini hatırlasa hala o Kuzucuğa sarılabilirmiydi Eylül?
Veya kuzucuğu yüzünden ailesinden iki kişiyi kaybedeceğini bilse...
Avluda oturup sohbet ederken bir anda Alpaslanın telefonunun çalmasıyla herkes susmuştu.
Arayan ise Alpaslanın üstü olan komutanıydı.
Alpaslan hızla telefonu açıp hazır ola geçti.
" Albay Alpaslan Tunç Ordu, emret komutanım!"
"Alpaslan lafı uzatmayacağım oğlum. Şuan tehlike desin hatta tehlikedesiniz."
"Nasıl yani komutanım?"
"Olduğun konağın arka bahçesinde bir kulübe olması lazım dimi!?"
"Evet var komutanım."
"Kemik boran oraya yüksek menzilli bir bomba yerleştirmiş ve dakikaları hatta saniyeleri olabilir hepinizin acilen o konaktan çıkamnız gerekiyor. Ben en yakın karargahtan asker yollamaya çalışacağım lakin hızlı olmalısın asker." Alpaslan duyduklarını sindiremezken komutanı telefonu kapayırken hızla etrafa bakıp eksik biri varmı diye baktı.
Ve herkesin burada olup Eylül'ün burada olmamasıyla korkuyla eşine döndü.
"Eylül! Eylül nerede?" Kimse ne olduğunu anlamazken. Melike eşinin yanına ilerledi.
"Büyük bir ihtimalle kulübededir orada rahatlıyor bir tek. Ne oldu ki?" Alpaslan korkuyla yutkunup hızla arka bahçeye koşmaya başladı.
"Hiç kimse gelmesin bomba var, konağı acil bosaltın kulübede bomba var!" Diyerek arka bahçeye koşarken.
Bir anda ortalık mahşer alanına dönmüştü. Bu durumda ailenin büyüğü olan Duha Sancakoğlu Bütün herkesi konaktan sağ salim cıkarmayı başarırken eşi ve dostu olan Melikeyi göremeyince herkesi orada durmasını söyleyerek bahçeye ilerledi.
Alpaslan kucağında Eylül ile kendisine doğru gelirken eşi ile Melike kulübenin içinde durmasını görunce korkmuştu.
"Asude! Melike! Ne yapıyorsunuz gelin buraya!" Diye bağırdı.
Alpaslan kucağında ki Eylül'ü hızla duhanın kucağına verip arkasında zorla getirdiği tekerlekli sandalyeyi açarak Eylülü ona oturttu.
Eylül ise etrafa uykulu uykulu bakarken sessizce ağlıyordu. Uykusundan uyandırılmayı sevmiyordu ve kuzucuğu ortalıkta yoktu. Babanesi ve annanesi şuan onu arıyordu.
"Melike! Asude! Gelin buraya bırakın Kuzucuğu!" Diye bağırdı Alpaslan ve hızla o tarafa ilerlemeye başladı.
"Geliyoruz şimdi tamam." Diye bağıran Asude ile önde Eylül olarak dedeler ve torun hızla hareket etmeye başladı.
"Bu mu eylülüm?" Diye camdan çıkıp elindeki kuzucuk ile bakan Melike ile eylül mutlulukla gülümsedi.
"Evet babane! O çok teşekkür ederim. Hadi gelin." Diye kulübeye iyice yaklaşırken bir anda şiddetli bir patlama oldu.
Bir kulübe patladı.
İki can gitti.
Onunla beraber bir çok insanın canından can gitti.
Kulübenin dibinden patlayan bomba Melike ve Asudenin parçalanarak şehit olmasına neden olmuştu.
Alpaslan ve Duha kulübeye çok uzak olmasada yakın oldukları için sadece kulaklıklarında bir baskı hissederek yere savrulmuşlardı.
Aynı anda kalplerinde olan sevgilileride savrulmuştu ama onlar daha bunun farkında değildi.
Eylül ise külübenin neredeyse önünde olduğu için şiddetli bir şekilde koca çınara doğru savrulmuş ağaçın gövdesine çarparak yere düşmüştü.
Başından akan oluk oluk kanla beraber midesi bulanıyordu, başında ise keskin bir ağrı ile baş dönmesi vardı.
Lakin bir gariplik olarak ise bacaklarını hissediyordu.
Bacaklarında da bir ağrı vardı hatta çok şiddetli bir ağrıydı ama şuan bunu düşünemiyordu.
Bir süre sonra kendini çok tutamadan beyin kanamasından dolayı bayıldı.
Dışarıda sevdiklerini bekleyenler ise patlamanın sesini duymasıyla korkuyla kapıya bakmaya başladılar.
O an hızla 4 araba askerle 1 ambulansın gelmesiyle içleri biraz rahatlamışlardı.
Birazdan içlerine düşecek acıdan hebarleri olmadan...
Askerler ve görevliler arkaya gidip yerde baygın yatan iki adamı ilk alıp dışarı çıkarken murat bağırdı.
"Asker abi benim kız kardeşim, Babanem ve annanem de oradalardı! Onalr nerede?" Diye dolu gözlerle bakarken görevliler telaşla ek ambulans istediler askerler ise vakit kaybetmeden tekrar o tarafa döndüler.
Patlayan kulübenin etrafında gezerken gördükleri vücut parçalarıyla zorlukla yutkundu askerler.
Dışarıda o kadar çok insan ve çocuk vardı ki bu şehit haberini nasıl vereceklerini düşündüler.
"Komutanım şurada bir kız var!" Diye bağıran biri ile askerlerin bir kaçı ile komutan hızla çınarın altında yatan kıza doğru ilerlediler.
Yere eğilip nabzına baktıklarında çok zayıf atan nabızla askerlerden birine görevlileri çağırması gerektiğini söyledi.
Asker hızla dışarıya çıktı ve ambulansın oradakilere seslendi.
"Minik bir kız var nabzı çok zayıf ve beyin kanama riski var!" Diye konuşurken görevlilerden biri dönüp sordu.
"Diğer iki kadın peki?" O an askerin gözleri yan tarafta korkuyla pür dikkat kendisini dinleyen aileye baktı.
En sonunda öğreneceklerdi lakin asla öğrenmemelerini isterdi.
"İki şehidimiz var." Diyerek daha fazla durmadan içeriye tekrardan döndü.
Ve o an aileden feryatlar yükseldi.
Kiminin annesi kiminin büyüğüydü Melike Talia Tunç ve Asude Sancakoğlu.
Şimdi ise şehitlerdi.
Bir birlerine söz verdikleri gibi beraber ölmüşlerdi.
Aslında hayır onlar ölmemiş en güzel mertebe olan şehitliğe ulaşmışlardı.
Kısa sürede hastaneye kaldırılan Eylül 16 saatlik bir ameliyat geçirerek komaya girdi ve yaklaşık 3 ay boyunca uyanmadı.
Alpaslan Tunç kaybettiği eşi ve durumu kritik olan torunuyla dayanamayacak kadar acı çekiyordu.
Aynı şekilde Duha Sancakoğlu'da...
İki dost aynı gün evlendikleri gibi aynı gün ölmüşlerdi.
Bugün iki beden ölmüş olabilirdi ama gerisinde gelen iki ceset daha vardı.
Alpaslan ve Duha...
Ölüm ne diye sorsalar o günü anlatırlardı.
Üç ay geçti ve etraftaki matem sürerken Eylülün uyanmasıyla işler daha da karışmıştı.
Çünkü Eylül hem bacaklarını çok iyi kullanabiliyor hemde geçmişini artık hatırlıyordu.
Kendine dokunan üvey babasını nasıl unutmuştu buna aklı almıyordu.
Aklına dolanan şeylerle ailesine dönüp kendisini yıkacak soruyu sordu.
"Babanem ve annanem nerede?"
Soruyla beraber kendisine sarılan kollarla anlamıştı Eylül. Annanesinin ve babanesini artık bu dünyada olmadığını.
Ve Eylül uzun bir süre sonra hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.
Hayatında acı diye adlandırdığı ayakları kendine geri gelmişti ama bunun bedeli sevdiği iki kadındı.
Eylül üstüne çok dua ettiği bacaklarından nefret etmiş ve suçlulukla kimseyle konuşmamaya yemekten kesilmeye başlamıştı.
Ne vardı da kuzucuğu istedi ki?
O olmasa da olurdu.
Yemeden içmeden kesilen Eylül'ü fark eden abileri dedelerini bilgikendirmiş dedeleri ise Eylül ile özel ilgilenmeye başlamışlardı. Eylül bu ilgili istemiyordu ona göre o bu ilgiyi hak etmiyordu.
Eylül en büyük suçlunun kendisi olduğunu söyleyerek büyürken hiç kimse onu suçlamadı, sonuçta patlama bir terörist yüzünden olmuştu ve herkes de ölebilirdi.
Tunç, bulut ve Sancakoğlu ailesi bugün iki can kaybetmiş lakin bir canı tutmak için uğraşmışlardı.
Acılarını yaşarken aynı zamanda Eylül'ü iyileştiren bu aile Eylül'ün en büyük destekçisi olmuştu.
Sonuç olarak
Melike ve Asude dostları beraber şehit oldular.
Eylül kendini suçlarken bütün ailesi hem acılarını yaşayıp hem de Eylül'ün bu fikrinden çıkarmayı zor da olsa başardılar.
_________son_________
Bu bölüm içime sönmeden bitti sanki lafı çok gevelemişim gibi ama olsun.
Zaten sonlarında doğru 300 kelimesi yine silinmiş. Wattpad beni sınıyor resmen başka açıklaması yok yanisi.
Bölüm hakkında veyahut karakterler hakkında düşüncelerini ve paylaşmak istediklerinizi bu yorumun altına tökünüz🎀
İyi bayramlar ve sizleri seviyoremm💐✨💗🌺
|
0% |