Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12.BÖLÜM: SÖYLE KİMSİN?

@iiamhatiice

“Karanlıkta bir ışıksın.

Bazen karmakarışıksın.

Biliyorum tanıdıksın.

Söyle kimsin? Söyle kimsin?

Biliyorum tanıdıksın.

Söyle kim...7”

 

“Şarkı söylemeyi bırakır mısın? Uyuyamıyorum.”

Ne? 

Uzandığım andan beri bir türlü uyuyamadığım beton zeminden kalkıp da yatağın üzerine baktığımda Dalia’yla göz göze geldim. Gözleri aralık olsa da uyandığı pek söylenemezdi. O kadar kısıktı ki beni net olarak görüp görmediğinden pek emin olamadım.

“Ne zamandır uyanıksın?”

“Islık çalmaya başladığın andan beri.” Sesi uzun zamandır konuşmadığı için çatallı çıkmıştı.

“İyi misin? Doktor çağırayım mı?”

Hiçbir cevap vermeden bakışlarını benden çekip dikkatlice etrafı inceledi. Önce bir süre karşıda duran camı kırılmış dolabı izledi. Sonraysa bakışlarını oradan çekip dolabın solunda bizimse tam karşımızda olan kapıya kaydırdı. Onda da birkaç kurşun deliği vardı. Dışarıdan ateş edildiğinde oraya saplanan kurşunları Dalia uyurken çıkarmıştım. En sonundaysa tamamen bana odaklandı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra sağ elini havaya kaldırıp alnıyla saçının kesiştiği bir yeri kaşıdı. Elini alnından çektikten sonra indirmek yerine görebileceği bir uzaklığa getirip avcunun içine baktı. Birkaç saniye sonra parmaklarını büküp elinin etrafını inceledi. Daha sonra sertçe yere bırakıp gözlerini yumdu.

 

*7: Sezen Aksu’ya ait “Söyle Kimsin?” adlı parça.

 

İyi değil gibiydi ya da anestezinin etkisi daha geçmediği için böyleydi.

Yatağa biraz daha yaklaşıp ateşini ölçmek için eğildiğimde gözlerini araladı. Artık aramızda daha kısa bir mesafe vardı. Gözleri gökyüzü kadar berrak bir mavilikteydi. Bana dümdüz bakarken bile içimde bir şeyler kopuyordu.

Ne yapıyorsun Selim? Kendine gel hemen.

Bakışlarımı gözlerinden çektikten sonra aramızdaki mesafeyi biraz daha açtım. Sol elimi alnına yerleştirdiğimde gözlerini yeniden kapattı. Sağ elimle yataktan destek alırken bakışlarımı kırık camın ardındaki yavaş yavaş yeşillenmeye başlayan ağaçlara kaydırdım.

Ateşi normal gelmişti. Gün de çoktan aydığı için artık içerisi geceki kadar soğuk değildi. Birkaç saniye ısıtıcının tuşuna basıp kapatmayı düşündüm ama buna yeltenmedim. Onu rahatsız etseydi bunu dile getirirdi ama ona karşı herhangi bir şey söylemedi. Bu da bir sorun teşkil etmiyordu şu an.

Odanın en köşesinde duran sandalyeyi çekerken yere serdiğim montumu da yatağın ucuna koydum. Sandalyeyi ideal uzaklıktaki bir yere yerleştirdikten sonra oturdum.

“Susadım,” dedi sakince.

Gece getirdiğim küçük su şişelerinden bir tanesini yerden alıp ona uzattım. Yatar bir pozisyonda olduğu için su boğazına kaçabilirdi. O yüzden şişenin kapağını açtıktan sonra ilk önce onu yatağın kenarında duran küçük komodinin üzerine koydum. Daha sonra şişeyi sol elime alıp sağ elimiyse yavaşça boynunun altına yerleştirip başını rahatça su içebileceği bir yüksekliğe getirdim. Şişenin ağzını dudaklarına yaklaştırınca birkaç yudum içip geri çekildi. Komodinin üzerinde duran kapağı alıp şişenin ağzını kapatırken oluşan kısa sessizliği bozdum.

“Lütfen bir dahaki bayılmandan önce haber ver de elli metre ötende durayım,” dedim alaycı bir tavırda.

Herhangi bir karşılık vermesini bekledim ama yapmadı. Bana bakıyordu ama görmekten çok uzaktı. Küçülmüş gözleriyle bomboş bakarken hâlâ anestezinin etkisinde olduğunu aşikardı. Dudaklarını araladı. Bir şeyler söylemek istiyormuş da kafasında toparlaması gerekiyormuş gibi birkaç saniye daha durdu. Sonra hiçbir şey söylemeden bakışlarını tavana çevirdi.

“Yoksa fıtık olacağım seni taşımaktan,” diye devam ettim ben de. “Zaten fazlasıyla ağırsın.”

Beni duymamazlıktan geldi. Ya da verecek bir cevabı yoktu. Göğsü yavaşça inip kalkarken göz kapakları da aynı ağırlıkta kapanıp açılıyordu. Uyandığından beri çok az konuşmuştu. Anestezinin etkisinde olmasına yordum bu durumu.

Bakışlarını yavaşça bana doğru çevirirken gözlerindeki parıltı belirdi. Dışarıdan vuran güneşin etkisiyle olmasını istedim. Ama değildi. Gerçekten ağlıyordu.

Gözünden düşen bir damla yaş yüzünden süzülüp yastıkla buluştu. Ardından gelen yaş da aynı şekilde. Yutkundu. Sonrasında yeniden dudaklarını araladı. Gözünden hâlâ yaşlar akmaya devam ediyordu. “Ben ne zaman evime dönebileceğim?”

Ağlamasının muhtemel sebebi buydu o zaman. Özlem.

Ülkesinden çok uzakta, hiç bilmediği bir yerde, asla tanımadığı insanlarla beraber, üstelik yaralı bir şekilde hayatını devam ettirmek zorundaydı. Bir de çok uzun zamandır buna mecbur olduğunu düşünürsek bunun onun bedeninde yarattığı enkazı tahmin etmek imkansızdı. En güvendiği insanlar ondan fazlasıyla uzakken nasıl rahatça nefes alıp verebilirdi? Nasıl korkusunu bir kenara bırakıp mutlu olabilirdi?

“En kısa zamanda,” diyebildim ona sadece. Söyleyeceğim herhangi bir şeyin onu teselli edeceğini sanmıyorum. En nihayetinde onun nezdinde ben de yabancı herhangi biriyim.

Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı söylediklerimden sonra. Birkaç saniye sonra silindi ama. Yeniden bakışlarını tavana çevirip sessizliğe büründü. Gözlerini birkaç kez yavaşça açıp kapattıktan sonra uzun bir süre açmamak üzere yeniden kapattı.

*** 

Dalia’dan...

Karanlık. Çok karanlık. Yine hiçbir şey göremiyorum. Sanki birisi kasıtlı olarak hiçbir şey göremeyeyim diye başıma siyah bir örtü geçirmiş. Etrafımdan ayak sesleri geliyor. Bunu duyabiliyorum. Giderek daha da yaklaşıyor. Karnıma bir şey değdi. Ağır bir şey. Ardından omzuma, başıma, bacaklarıma adeta bütün vücuduma durmadan bir şeyler fırlatılıyor. Birileri canım acısın diye uğraşıyor ve bunda fazlasıyla başarılı oluyor.

Giderek artan ayak sesleri yanımda duruyor. Ardından başıma geçirilen örtüyü tek bir seferde çekip çıkartılıyor. Dışarının ışığı gözümü acıttığı için başımı önüme eğiyorum.

Önümde anlamadığım derecede büyük bir kalabalık var. Yaşlısından gencine, erkeğinden kadınına sayamadığım kadar çok insan. En önde bir kadın var. Ağlıyor. Hemen yanında küçük iki tane erkek çocuğu var. Ellerini tutuyor. Bana nefretle bakıyor.

Gök gürüldüyor. Az önce etrafa ışıklar saçan bulutlar içlerindeki yağmur damlalarını boşaltmak için bekliyor. Bir damla gökyüzünden düşüp yüzümde süzülüyor. Önümdeki kalabalık giderek artıyor. Hepsi birden konuştuğu için hiçbir şey duyamıyorum.

Uzaktan birisi yaklaşıyor. Kim göremiyorum. Etrafındaki herkesin yüzü net bir şekilde seçilirken onun yüzü sanki bir toz bulutuyla kaplanmış. Bana doğru yaklaştığında o toz bulutu giderek yok oluyor.

Selim?

Bana neden düşmanıymışım gibi bakıyor?

Gözlerimi yavaş yavaş kırpıştırırken gürültü giderek azalmaya başladı. Onun yerine öten kuşların kanat çırpışları duyuluyordu. Gözlerimi tamamen araladığımda az önce yaşadığım her şeyin bir rüyadan ibaret olduğunu anladım. Garip bir rüya.

Sağ kolumdan destek alıp yerimde doğrulduğumda odada hiç kimse yoktu. Selim ben uykuya daldığımda gitmiş olmalıydı. Acaba şu an tam olarak neredeydi? Belli ki beni burada bırakıp gitmeyi tercih etti. Ya da içinde bulunduğumuz enkazı kaldırmak için bir şeyler planlamakla meşgul.

Camın dışında duran kuşların ötüşmeleri geliyordu. İki kuş sanki oraya konmuş birbirine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Büyük olan -bence erkek- küçük olana -bu da dişi- yaklaşmış hiç durmadan ötüyordu. Arada küçük olan da bir şeyler söylese de bu kısa sürdü. Sonra kısa süreli bir sessizlik oldu ve küçük olan uçup gitti. Büyük olanın da onu takip etmesini bekledim ama yapmadı. Öylece durup onu seyretti.

E, niye öttün ki sen şimdi o kadar? Gitmesine izin verecekdiysen eğer?

Ben kuşların derdiyle kendi içimde savaş verirken kapı açıldı. İçeri giren Selim’di.

Gitmemiş.

Yüzünde hemen fark edilecek kadar büyük bir yorgunluk vardı. Geceden beri hiç uyumamış gibiydi. Gözleri küçülmüş etrafındaki çizgiler daha belirgin bir hâldeydi. Saçları da onu diğer gördüğüm günlerden daha farklıydı. Darmadağınıktı.

“Günaydın,” dedi dümdüz bir sesle. “Sen uyanana kadar akşam oldu gerçi.”

Gerçekten de öyleydi. Arkamı dönüp camsız pencereden dışarı baktığımda ağaçların arasından çoktan batmaya başlayan güneşin son kalan ışınları vuruyordu içeri.

“Sana da günaydın.” Ses tonumu ona göre daha yüksek ve neşeli bir şekilde çıkarmaya çalışmıştım.

“Ne o? Dizin acımıyor mu? Pek bir mutlusun?”

Dizim!

Üzerime örtülmüş kalın battaniyenin sağ dizimin üstüne gelen kısmını hızlıca çektim.

“Aman Tanrım.”

Dizim neredeyse tamamını kaplayan kocaman beyaz bir bezle sarılıydı. Sağa sola doğru oynatmayı ya da kendime doğru çekmeyi denediğimde canımın acımasıyla kaldım sadece.

“Çok büyük bir kesik değilmiş Allahtan. Çabuk iyileşirsin o yüzden.”

İlk önce omzum şimdiyse dizimden yaralanmıştım. Giderek bütün vücuduma yayılıyordu. Babama dönene kadar tek parça kalmazsam ortada tanıyabileceği bir kızı olamayacak gibiydi.

Selim ayakucuma oturduğunda odak noktam dizimden ona doğru kaydı. Hemen yanında tekerlekleri olan bir sandalye de vardı. Onu incelediğimi fark edince elini sandalyenin üzerine atıp ileriye doğru itti.

“Sıkılmadın mı yatmaktan?”

“Çok.”

“Ben de öyle düşünmüştüm.”

Ayakucumdan kalkıp bir süre sandalyenin arkasında öylece durdu. Kafasından bir şeyleri düşünüyor gibiydi. Daha sonra sandalyeyi sağ tarafıma doğru sürüklemeye başladı. Tam yanıma getirdiğinde camın yanına gidip başını dışarı doğru uzattı. Birkaç saniye dışarı baktıktan sonra yeniden yanıma gelip sabah ayak ucuma koyduğu yeşil renkli askeri cekete uzandı.

Ben ne yaptığını anlamaya çalışırken üzerime örtülmüş örtüyü kaldırıp yatağın diğer ucuna doğru itti. Elinde tuttuğu ceketi birkaç kez çırptıktan sonra bana doğru dönderip giymemi işaret etti. İlk önce elinde tuttuğu cekete sonra ona doğru baktığımda bakışlarıyla yeniden ceketi işaret etti.

“Hadi dışarı çıkmak istemiyor musun?”

Onu daha fazla bekletmeden sağ kolumu ceketin sağ koluna geçirdim. Sol kolum hâlâ sargıda olduğu için geçiremeyecektim. Selim bu yüzden ceketin o kısmını sadece omzumun üstünden geçirip boşta kalan kol kısmını elime tutuşturdu.

“Burayı sıkı tut da düşmesin.” Dediklerini aynen yaptıktan sonra tekerlekli sandalyeye binmek için ileriye doğru kendimi hareket ettirirken dizimden şiddetli bir acı yayıldı.

“Ah!”

“Dur,” dedi Selim omzuma dokunurken. “Yardım edeyim.”

Elinin birini belime değdirdiğinde tüylerim ürperdi. Diğerini bacaklarımın altından geçirirken dikkatimi başka yöne çekmeye çalışsam da başarılı olamadım. Aramızdaki giderek azalan mesafe garip bir şekilde kalbimi çarptırıyordu. Yüzü limon gibi kokuyordu ve sanki dünyanın en güzel kokusuydu o. Gözleri de saçları gibi kahverenginin bir tonuydu. Kahverenginin en güzel tonu.

Bu adam neden bana böyle hissettiriyor ki?

Loading...
0%