@iiamhatiice
|
Merhaba. Umarım bu yolculukta bana eşlik ederken en az benim kadar keyif alırsınız. Okumaya başladığınız tarihi buraya yazabilirsiniz. Keyifli okumalar. **** 1987 Mart’ı
İleriye doğru bir adım attım. Namlusunu bana doğru uzattığı silahın kabzasını daha da sıkı tuttu. O kadar sıkı tutuyordu ki avucunun içindeki silah her an paramparça olabilirdi. Beklemeden bir adım daha attığımda o da eş zamanlı olarak sağ baş parmağını tuttuğu silahın horozuna yerleştirdi. Gözleriyse hâlâ benim üzerimdeydi. Üçüncü adımda geriye yapabileceği pek bir seçeneği kalmıyordu. En başından beri sabit tuttuğu işaret parmağını geriye doğru çekip kaçınılmaz sonun başlangıcını ateşleyecekti. Derin bir nefes alıp ona doğru son bir adım attım. Pat! İşte beklenen o muhtemel son.
Yarım Saat Önce
Güneş tepeden batalı daha birkaç saat olmuştu. Mart ayına gireli ise tam on dört gün. Soğuk havanın insan teninde kendini bu kadar keskin bir şekilde hissettirmesi de kaçınılmazdı bu yüzden. Güneş, enerjisini günün büyük bir kısmında etrafa yeteri kadar yaysa da gün ilerleyip karanlık çökünce hayat tam tersine dönüyordu. Yani tam olarak şu an ki gibi. Cam gibi keskin soğuk hava, kelimenin tam anlamıyla koca bir yalnızlık ve görüş alanına sığamayacak kadar büyük bir vadi. Rüzgârın uğultusunu kulaklarımda hissederken tam tepede, esen rüzgârın aksine kendini hissettirmek için hiçbir çaba sarf etmeyen aya odaklandım. Diğer günlerin aksine bugün bir farklı parlıyordu, farklı bir amaca hizmet ediyordu sanki. Kendisini çevreleyen yıldızlar da en az onun kadar parlak bir o kadar da fazlaydı. Yolunu kaybeden insanlar için pusula görevi görecek bir geceydi adeta. Nereden gideceğini bilen ve gidecek bir yeri olanlar için elbette. Başımı oturduğum sandalyenin sırt kısmına yaslayıp onları daha rahat izleyebileceğim bir pozisyona geçtim. Yavaşça nefes alıp verirken gecenin geri kalanında yapmak istediğim tek şey böyle amaçsızca oturmak ve hayatımda hiçbir problem yokmuş gibi yıldızları izlemekti. Belki de onları uç uca ekleyip hayali şekiller bile oluştursam hiç de absürt kaçmazdı ana. Hatta her an zihnimde bir silaha, belki de insana ya da zırhlı araca en kötü ihtimalle de bir el bombasına benzetebilirdim onları. Sadece her zamankinin aksine şu an yanımda o güzel ve parlak yıldızları bu şekillere benzettiğim için bana kızacak hatta her zaman bunu yaptığımı söyleyip küçük yeğenimle değil de tek başıma yapacaktım bunu. Bu yönden asla babasına çekmemiş. Abim her ne kadar bazen evhamlansa da çoğu zaman sakin, ortama uyum sağlayabilen ve herhangi biriyle kavga etmekten asla hoşlanmayan biriydi. Gerçi hâlâ öyle. Bense tam tersi... Mahallenin arsız, bir türlü yerinde durmayan, başına her türlü bela açmış, evine her gün türlü türlü şikayetler getiren haylaz çocuğu. Aynı anne tarafından iki yıl arayla dünyaya getirilen, aynı evde büyütülen, aynı imkanları sunulan iki farklı karaktere sahip erkek çocukları... Şu an her ne kadar kendi oluşturduğum huzur tanımının içinde yer alsam da akşam yemeğinden beri bastırmaya çalıştığım baş ağrım anlık olarak kendini yeniden hissettirmişti. Sırt ve bel ağrım da cabasıydı. Bütün gün giymek zorunda kaldığım ağır, taşıması güç gerektiren ayakkabıların ayaklarımda bıraktığı acıyı da unutmamak gerek tabii. Dünyanın herhangi bir yerinde tanımlanabilecek herhangi bir huzur kavramına uyabilecek bir mesleğe sahip değildim çünkü. Bu mesleği yapmaya başladığım andan itibaren yürüdüğüm yolların huzura ulaşması olasılık dışı sayılabilirdi. Küçükken istisnasız bütün çocuklara sorulan o büyüyünce ne olacaksın sorusuna karşılık verilen cevap hep aynıydı. En azından benim için öyleydi. Bazı çocuklar babalarının mesleğini söylerlerdi. Bazılarınınsa öğretmen, doktor gibi cevapları olurdu. Bense gördüğüm ilk an üniformasına vurulduğum mesleği söylemekten hiç vazgeçmedim. Asker. İstisnasız her sorana verdiğim cevap buydu. Ben daha çok küçükken köyümüze askerler gelir etrafı kolaçan ederlerdi. Çocuk olduğumuz için mi bilmem ama gözümüze pek havalı gelirlerdi. Onları gördükten sonra gece yatmadan önce hep kendimi onların yerinde hayal ederdim. Belki otuz yaşındaki halimi, belki otuz beş... Çocukların her seferinde büyülenmiş bir şekilde baktığı, sonsuz güvendikleri o asker abileri olduğum hâlimi. İşte yine böyle bir günde karar verdim asker olmaya, bu üniformayı taşımaya. Zihnimdeki düşünceleri bir kenara bırakıp bakışlarımı gelişigüzel bir şekilde vadide gezdirirken askeriyeyi çevreleyen çitlerin yaklaşık on metre ilerisinde bir hareketlilik fark ettim. Karanlığın veya yorgunluğun getirmiş olduğu bir göz yanılması mı yoksa gerçek bir canlı mı diye daha dikkatli bir şekilde bakarken yeni bir hareketlilik oldu. Giderek daha da yaklaşıyordu sanki. Kurt? Ayı? Veya insan? Yabani hayvan olma ihtimali insan olma ihtimaline karşı daha fazlaydı. Burası yerleşik hayatın olmadığı askeri bölgeydi. İlerisi de komşu ülkenin sınırı... Sınırı izinsiz bir şekilde geçip ülkemize girmedikleri müddetçe şu an bu saatte insan görme ihtimalimiz yoktu. Başımı nöbetçi askerlerin bulunduğu nöbet kulesine çevirdim. Demir çubuklarla toprağa saplanmış dört ayaktan oluşan, iki kişinin rahatlıkla hareket edebileceği, yerden yaklaşık on metre yükseklikte olan demir bir kuleydi. Yan tarafından yine demirden oluşan bir merdiven, tam tepesindeyse üç yüz altmış derece dönen sarı bir lamba vardı. Sarı lambanın hareketliliğin olduğu alanı aydınlatmasını beklerken bir yandan da ona veya onlara belli etmemeyi umarak yavaşça ileriye doğru yürümeye başladım. Yavaş adımlarla hareket ederken bir yandan da silahım yerinde mi diye belimi kontrol ettim. Silahım tam da oradaydı. Olası bir olumsuz durum karşısında rahatça kullanabilmek için elime aldım. Silahın horozunu yavaşça aşağı indirip işaret parmağımı tetiğe yerleştirdim. Geçen birkaç saniyenin ardından sarı lamba tam hareketliliğin olduğu bölgeyi aydınlatacakken nöbetçi askerlerden biri var gücüyle bağırdı. “Dur!” Bağırmasıyla silahını çekmesi ve bölgenin aydınlanması neredeyse aynı anda gerçekleşmişti. “Dur dedim.” Nöbetçi askerin ikazıyla hareketlilik duraksamıştı. Düşündüğüm gibi bölgedeki hareketliliğin sebebi yabani hayvanlar değil bir grup yabancı insandı. Çocuğundan tut kadınına, gencinden yaşlısına sayamadığım kadar insan. Yani gerçekten sınırı geçip buraya ulaşmışlardı. Ama askeriyeye gelmekten daha çok sadece buradan geçip gitmek istiyor gibi bir halleri vardı. Onlar için hedeften ziyade yollarının üzerinde bulunan herhangi bir karargah konumundaydık sanki. Karanlığa gömülmüş bu gecede nereye gidiyor olabilirdi ki savunmasız bunca insan? Ya da nereden geliyor olabilir? En önde bir kadın vardı. Genç bir kadın. Elinde tuttuğu silahı ilk önce nöbet kulesinde duran askerlere doğru uzatsa da beni gördüğü an yönünü bana çevirdi. Bağırışı duyan askerlerin bahçeye çıkması ve karşımızda duran kalabalığa silahlarını doğrultmaları saniyeler içinde gerçekleşti. Karşısında onlarca asker olmasına rağmen korkusuzca silahını yüzüme doğrultmaya devam ediyordu karşımdaki kadın. “At silahını.” Kadın hiçbir tepki vermedi. “At silahını dedi. Duymadın mı?” Bu sefer emri veren İbrahim Yüzbaşıydı. Yanıma doğru yaklaşırken belinde duran silahı eline alıp kadına doğru uzattı. “Eğer üçe kadar saydığımda indirmezsen beynini dağıtmam en fazla üç saniyemi alır.” Kendinden son derece emin bir şekilde silahını doğrultmaya devam etti. Elimi omzuna attığımda istifini hiç bozmadı. “Yüzbaşım çocuklar var. Korkuyorlar.” Bakışlarını silahını asla indirmeden önce bana kaydırıp sora başımla gösterdiğim çocuklara çevirdi. Hepsi korkuyla ağlayıp yanında duran büyüklerin arkasına saklanıyordu. Yüzbaşı silahını indirip arkaya doğru yöneldiğinde bunu fırsat öne bilip bir adım attım. Namlusunu bana doğru uzattığı silahın kabzasını daha da sıkı tuttu. Bir adım daha attım. Sağ baş parmağını tuttuğu silahın horozuna yerleştirdi. Üçüncü adımı atmadan önce birkaç saniye düşündüm. Aramızdaki mesafeyi azaltmak için son bir adım daha attığım an koca vadide ateşlenen silahın sesi duyuldu. Arkamı döndüğümde elinde duran silahı havaya doğru ateşleyen Yüzbaşıyla göz göze geldik. Kendinden son derece emin bir şekilde tekrarladı. “Sana at silahını dedi.” |
0% |