@iiamhatiice
|
Pat! Aniden patlayan ve nereden geldiğini kestiremediğim silah sesi. Ardından bir tane daha. Bir tane daha derken giderek şiddetlenen silah sesi. Yerden yükselen toprak kütlesi onları daha da şiddetlendirir ve giderek artan fırtına. Bağırışlar ağlayan çocukların sesleri. Elimde duran küçük bir silah. Nereye isabet aldığını anlayamadığım bir şekilde ileriye doğru sıkıyorum onu. Delirmişçesine, durmadan sıkıyorum. Birden yanımdaki herkes yok oluyor, fırtına duruyor, toz kütlesi ait olduğu yere düşüyor. Ortalık sakinliyor. Az önce yanımda benimle birlikte çatışan herkes birden yerde beliriyor. Hep senin üzerinde kanun üniformaları var. Gözleri açık, yüzleri gülüyor. Birkaç adım atıyorum. İbrahim! İbrahim yerde yatıyor. Anını tam ortasından vurulmuş. Anlamadığım bir şekilde yeniden rüzgâr çıkıyor, topraklar uçuşuyor, hüzme toprak parçaları kaçmasın diye kollarımla onları kapatıyorum. Biraz zaman geçiyor. Rüzgâr yeniden duruyor. Gözlerime siper ettiğim kollarımı yavaşça indiriyorum. Birisi tam karşımda bana silahını doğrultmuş öylece duruyor. Bu mesafeden tek kuruşunla beni öldürebilecekken bunu asla denemiyor. Yüzünü göremiyorum. Bana çok yakın ama sanki bir şey onu görmeme engel oluyor. Engel yavaşça kayboluyor. Karşımdaki silahlanın yüzü yavaş yavaş belirginleşiyor. O bir kadın bana silah doğrultan kişi bir kadın. Aklım anıları yavaşça gözümün önüne getiriyor. Yabancı? Bana yine neden silah çekiyor? Giderek daha da yaklaşıyor. Ben de 10'a çıkart silahımı çekip nişan almak istiyorum ama az önce elimde olan silah birden kayboluyor. Bana artık nefesim kadar yakın. Etrafa bakıyorum kimse yok. Sanki koca bir çölün ortasındayız. Bana bakıp gülümsüyor. Yüzüne yerleştirdiği gülümseme silinip gidiyor. Kas katı kesiliyor. İçinde barındırdığı öfkeyi adeta gözleriyle ateşler saçarak göstermeye çalışıyor. Az önce yüzüme doğrultusu silahı yavaşça indiriyor. Indiriyor, daha da indiriyor. Göz bebekleri de elinde tuttuğu silahı takip ediyor. Sonra duruyor. Silaha tam kalbimin üzerine bastırıyor. Yüzüne yeniden kocaman bir gülümseme yerleştirip gözlerimin içine bakıyor. Ardından hiç beklemeden silahı çekiyor. Pat! Yere düşüyorum. Az önce kalbimden vurulma rağmen canım hiç acımıyor. Sağ elimi kaldırıp kalbimin üzerine yarama bastırıyorum. Göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyorum. Onları artık kontrol edemiyorum. Yavaşça kapanıyorlar. Açmak istiyorum ama başaramıyorum. Güneşi hissediyorum. Kavurucu sıcağı adeta tenime batıyor. Uzaklardan bir ses geliyor. Biri beni çağırıyor. Ses giderek daha da yaklaşıyor. Tiz bir sesi var. Tanıdık birine ait o ses. Birinin bana dokunduğunu hissediyorum. Hatta sarstığını... Birisi şiddetli bir şekilde beni sarsıyor... Yavaşça uyanıyorum. Güneşten tapeden direkt olarak yüzüme vurduğu için gözlerimi kırpıp kırmak zorundayım. Önüme net olarak göremiyorum ama birisi var ondan eminim. Yavaş yavaş gerçek dünyaya dönüyorum. Neredeyim ben? Ayılmaya çalışırken beynim de geçmiş birkaç anıyı zihnimde canlandırmaya başladı. Sabahın erken saatlerinde hastaneye gelmiştik. Yabancı abime emanet ettikten sonra kendime hastanenin bahçesine atıp bulduğum ilk boş banka oturuvermiştim. Ne zaman uykuya daldığımsa şu an için muallaktaydı? Uzandığım banktan kalkıp uyku sersemi halimden kurtulmaya çalıştım. Güneş tam tepede olduğu için uzun zamandır uyuduğumu fark etmem pek de zor olmamıştı. Kavurucu Mardin sıcağı adeta derime işliyordu. Sol elimle başını sıvazlayıp ayılma işini kolaylaştırmaya çalışırken uzun zamandır bana seslenen kişiyi de daha iyi duymaya başlamıştım. Başıma kaldırıp ona doğru baktığımda güneş tam arkasından vurduğu için tek gözümü kapatmak zorunda kaldım. Bu uykulu halimden dolayı bir türlü yüzünü seçmememe ek olarak daha fazla engel oluyordu. “O kadar mı yorgunsun?” Artık bir süredir bana seslenen kişinin sesini daha iyi duyuyordum ve evet sesin sahibini artık tanıyabilecek hâldeydim. “Sanem?” “Benim.” Yanıma oturup elinde tuttuğu karton bardaklardan birini bana uzattı. “Kâbus mu görüyordun?” Kâbus? Kâbustan daha beter bir şeydi. Birkaç dakikalığına ayılmaya çalışırken unutsam da Sanem sorunca yeniden aklıma geldi. Tüm detaylarıyla an be an yeniden yaşadım zihnimde. İçime garip bir korku salmıştı. Elimde duran çay dolu karton bardakların bir yudum alıp bu korkuyu zihnimin kolayca ulaşamayacağı bir uzaklığa fırlatmayı denedim. “Gece nöbetinde miydin bugün?” Konuyu değiştirmek için uygun sayılabilecek bir soruydu. Çayında son bir yudum alıp eliyle karton bardağı buruşturdu. Daha sonra aramızdaki boşluğa koyup bana doğru döndü. Yüzünde ciddi bir ifade vardı. Söyleyecek bir şeyi var ama söylemek istemiyor gibiydi de aynı zamanda. “Ne söyleyeceksen söyle.” Bakışlarını benden çekip önümdeki pek de önemli olmayan herhangi bir noktaya sabitledi. Bir süre konuşmadan sadece orayı izledi. “Kâbus görüyorsan abimden yardım almalısın.” Bakışlar yeniden bana çevirdi. Yüzünde hala aynı ifade vardı. “Kâbuslarımla bu kadar yakından ilgilendiğini bilmiyordum. Hemşire olmak acaba psikolog falan mı olsaydınız?” Kısa bir kahkaha attı. Biraz önceki hâlindense şu an gülerken daha güzeldi. “İkinci bir seçenek daha var ama onu da pek ilgilenmezsin diye düşünüyorum, Komutan Bey.” “Ne mesela?” “İstifa mesela.” Bunu söylerken son derece ciddiydi. O ne kadar ciddiyse ben de bu konudaki istikrarımı koruyordum. “Ve her ne kadar konuyu değiştirmek için soruyor olsan da sorunun cevabı evet gece nöbetindeydim.” Derin bir nefes verdikten sonra yüzündeki kinayeli ifadeyi silip gözlerini ovuşturmaya başladı. “Zor bir geceydi.”, Sen gel onu bir de bana sor. Gözlerini ovuşturmayı bitirdiğinde yeniden bana döndü. Yüzünde beliren merak ifadesi çok uzun bir zaman önce sorulması gereken ama unuttuğu için de bir türlü sorulamayan sorunun aklına geldiğinin habercisiydi. “Sahi sen niye buradasın?” Bu sorunun gerçek cevabının ona verilmesi konusunda şüphelerim vardı. Sanem de olsa dün gecenin akıbeti ortaya çıkmadan çok fazla kişiye bahsetmemek bence en doğru olan seçenekti. Yine ondan kaçacaktım. O da bunu çok rahat bir şekilde fark edecekti. Şansıma belki çok fazla ısrar etmez ve olabildiğince çabuk konuyu kapatırdık. Israr ederse de belki bir yalan uydurabilirdim. Sorduğu sorunun cevabını istediğini fazlaca belli eden bir ifadeyle gözlerimin içine bakarken ondan kaçmak çok zordu. “İbrahim,” dedim hızlıca. “Ne?” Yüzündeki şaşkınlıktan cevaptan tatmin olmadığı aşikardı. “Onu aramam lazım,” deyip ayağa kalktım. Önüme geçip kendince kaçmama engel olmaya çalıştı. Benden oldukça kısa ve zayıf olduğu için onu çok rahat geçebileceğimi bilmesine rağmen bunu denemesi takdire şayandı. “Bir şey saklıyorsun.” Gözlerinde beliren endişe hoşuma gitmemişti. Yüzünü 2 elimin arasına alıp anına ufak bir buse kondurdum. “Hiçbir şey olduğu yok. Şimdi çok acelem var. Sen eve git dinlen, tamam mı?” Söylediklerimin hiçbiri onu rahatlatmaya yetmemişti ama başka bir şey sormaya da yeltenmedi. Onu geride bırakıp bahçeye sırayla dikilmiş ağaçların arasından geçip hastanenin kapısından içeri adım attım. Abimin odası bir üst kattaydı. Merdivenlerden hızlıca çıkıp üstünde abimin adının yazılı olduğu kapıya tıklatmadan içeriye girdim. Oda düşündüğüm gibi bomboştu. Kapıyı ardından kapatıp abimin masasının olduğu tarafa yöneldim. Burası her ne kadar küçük bir oda olsa da fazlaca eşyaya yer olabilmişti. Kapının sağ tarafında muayene sedyesi, muayene seviyesinin çevreleyen ve içini göstermeyen bembeyaz bir perde vardı. Tam karşıdaysa 2 küçük pencere... Pencerelerden biri sedyenin arkasındaydı. Diğeriyse masasının arkasında. Sandalyeye geriye doğru çekip oturabileceğim bir konuma getirdim. Masanın üstü tam da abime yakışacak şekilde tertemizdi. Masanın köşesinde duran telefonu kablosunun izin verdiği kadarıyla kendime yaklaştırdım. Ahizeyi kaldırıp karakolun numarasını tuşlamam birkaç saniyemi almıştı. Telefonun açılmasını beklerken masanın karşısındaki dolabın cam kapağındaki yansımamla göz gaza geldim. Sanki karşımdaki kendim değil bambaşka biriydi. Dağılmış saçlarımı gelişi güzel bir şekilde düzeltirken telefonun karşısındaki tok ses cevap verdi. "Ayyıldız Karakolu.” “Üsteğmen Selim,” dedim sakince. “Ibrahim Yüzbaşıyla görüşeceğim.” “Emredersiniz komutanım.” Telefonun ardındaki asker ibrahim'e haber vermek için telefonu kapatmadan ahizeyi bir kenara bıraktı. Yavaşça azalan ayak sesleri bir süre sonra tamamen kesilmişti. Ortamda sadece hastane odasının camının önünde ötüşen kuşların sesleri vardı. Geçen birkaç saniyenin ardından telefonun diğer ucundan yeniden ayak sesleri duyulmaya başladı. Biraz öncenin aksine sesler giderek yaklaşıyordu. Yürüme seslerini son bulmasıyla eş zamanlı olarak yüksek şiddette başka bir ses duyuldu. Sandalyeyi çekerken çıkan tekerlek seslerine benziyordu. “Selim?” Ibrahim'in sesi düşündüğümden daha sakin gelmişti. Hatta kelimeler ağzından zar zor çıkıyor gibiydi. Derin bir nefes verdiğinde adeta ciğerlerinde ki bütün havayı boşaltmıştı. “Buradayım.” “Neler oluyor böyle?” Soruyu bana sormaktan ziyade kendi kendine bir şeyleri sorguluyor gibiydi. “Orada her şey yolunda mı?” “İdare eder ama önemli olan burası değil orası.” “O ne demek şimdi?” Her şeyi taksit taksit bilmece sorar gibi anlattığı için kafamı allak bullak olmuştu. “O nasıl?” Odaya bahsettiği kişi yabancı olmalıydı. “Yabancı mı? Ameliyathane de hâlâ” “Yabancı,” dedi alaycı bir tavırda. Daha sonra tekrar etti “Yabancı.” Şu an onu anlamak gerçekten çok zordu. “Tam da onu tanımlayan bir sözcük,” diye de ekledi daha sonra. “O ne demek şimdi anlatacak mısın artık?” Yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordum. Her şeyi bir anda ben detaylıca sormadan anlatmak bu kadar zor olmamalıydı. “Selim,” dedi. Sesi biraz önceye göre daha ciddi çıkmıştı. “O kız gerçekten yabancı.” Kafam artık tamamen allak bullak olmuştu. Ibrahim'in anlatımında mı problem vardı yoksa ben mi anlamada problem yaşıyordum şu an. “O kız gerçekten mi yabancı?” Onu tekrarladığım için artık o da sinirlenmeye başlamıştı. “Selim sabrımı mı sınıyorsun? Anla artık. Kadın Türk değil.” “Ne?” Bu da ne demek oluyor şimdi? |
0% |