Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.BÖLÜM: YILDIZ ÇİÇEĞİ

@iiamhatiice

 

Dalia’dan 3 Gün Sonra

 

Karanlık... Çok karanlık... Hiçbir şey göremiyorum. Dayanılmaz bir acı hissediyorum. Omzum... Sol omzumdan başlayıp her yerime yayılan bir acı... Hiçbir ses yok. Sanki koca bir boşluğun içerisindeyim. Ardından bir ses duyuldu. Bir kapı sesi. Açıldıktan hemen sonra yeniden kapandı.

“Hâlâ uyuyor mu?” Bir kadın sesi.

“Evet.” Kısa ve net olan bu cevapsa bir erkeğe ait.

Neredeyim ben?

Hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım bu soruya verebileceğim bir cevap yoktu. Hatırladığım en son şeyin çocukluk yıllarıma ait olması sorunun cevabından epey uzak olduğumu hissettiriyordu. Ne kadar düşünürsem düşüneyim hatıralarım arasında en fazla birkaç adım atabiliyordum. Okulun ilk günü babamın elimi okul bahçesinin kapısında bırakıp tek başıma gitmem için yardım ettiği o gün... Ortaokulun son karne günü... Lise mezuniyetim... Üniversiteye gitmek için aldığım uçak bileti... Heyecanlı üniversite yıllarım... Dönüş vakti... Ve o gün...

Birden sanki bütün anılarım kafamın içinde belirivermişti. Az önce çok az şey hatırlayabiliyorken şimdiyse çok az şey hatırlayamıyordum. En çok hatırlamak istediğim yıllarım adeta bir toz bulutuna asılıyken en ürkütücü yıllarım beynimin en net bölgesinde beni hiç terk etmiyordu.

Hayatımdan çalınan sekiz sene işte o ürkütücü yıllarımın ana kahramanıydı. Bense o ürkütücü yıllardan kurtulmak için bütün cesaretimi toplayıp harekete geçmiştim dün. Ya da o gün. Ya da herhangi bir gün. Hatırlayamıyorum. Oradan kaçtığıma eminim. Hatta kaçtığımıza. Çünkü orası sadece bana değil birçok insana da cehennem olmuştu. Umutluydum. Hayatımda uzun bir süredir olmadığım kadar hem de. Ama bu kısa sürmüştü. Fark edilmemiz en fazla beş dakikamızı almıştı. Beş dakikada uzaklaşmayı başaramasak da aramızdaki mesafeyi açmıştık ama yetmemişti. Acele etmeye çalışmıştık. Toprak arazide ne kadar zor olsa da bunu gerçekten denemiştik. Sonra mesafeyi biraz da olsa azaltmışlardı. Ve sonra da etrafa rastgele mermiler savurmaya başlamışlardı. O savrulan mermilerden bir tanesi doğruca gelip omzuma saplanmıştı. Sonrasını ise şu an asla hatırlayamıyorum. En önemli noktasında hafızam birden kesilmişti.

Belki de vurulduğumda bayılmıştım ve bizi yeniden o mağaraya götürmüşlerdi. Hayatımın belki de en güzel günü olabilecekken yeniden aynı döngünün içine fırlatılmıştık.

“Ne zaman uyanacak?” dedi adam dümdüz bir ses tonuyla. Sesi hiç tanıdık gelmiyordu. Sekiz sene onlarla birlikte yaşamaya mecbur bırakılmış birisi olarak her birinin tenini, sesini hatta yürürken çıkardıkları sesleri bile hafızama kazımıştım. Ama bu ses o kazımaya mecbur kaldığım seslerden hiçbiriyle eşleşmiyordu. Hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım hiçbir işe yaramıyordu. O adamı gerçekten tanımıyordum. Aynı şekilde kadını da.

Ama bir gariplik vardı. Ya da mantıklı olan bir şey. Neden bunu daha önce fark edememiştim bir türlü? Onlar konuştuğu zaman çok az düzeyde anlayabiliyordum onları ama şimdiki konuşanlar... Onların söylediği her şeyin zihnimde bir karşılığı vardı. Bunlar Türk’tü.

Ne yani Türkiye’de miyim?

Onların arasında da Türkçe konuşan kişiler vardı. Benimle onlar arasında iletişim sağlıyorlardı. Ama hiçbir zaman şu an aynı odada olduğum kişiler kadar güzel konuşmamışlardı.

Kaçtım mı yani? Başardım mı?

“Artık uyanması lazım,” diye cevap verdi kadın. Sesi biraz önceye göre daha yakından gelmişti. “Üç gün oldu.”

Ne?  

Bu kadın ne saçmalıyor? O günden sonra gerçekten üç gün mü geçmişti? Ama nasıl olurda üç gün boyunca hiç uyanmadan öylece yatarım?

Beynimde bin bir çeşit soruyla savaşırken birinin koluma dokunduğunu hissettim. O kişi sanki koluma bir şey geçiriyordu. Birkaç saniye sonra o şey yavaşça kolumu sıkmaya başladı. Bir süre sonra durdu ama hâlâ sıkar bir hâldeydi. Her durum birbirinden bağımsız bir şekilde mantıklı geliyordu ama iş birleştirmeye gelince beynim duraksamayı tercih ediyordu.

Uzun bir sessizliğin ardından nihayet kolumdaki ağırlık hafifledi ve artık tamamen çıktı.

“Tansiyonu normal,” dedi kadın. “Ateşi yok. Kalp atışı beklenilen düzeyde. Kan testi de temiz çıktı.” Derin bir nefes verdi. Bunu çok net bir şekilde duydum. “Artık uyanmaması için hiçbir neden yok.”

Kadının bütün dediklerini de düşününce taşlar yerine oturmuştu. Hastanedeydim. O gece oradan nasıl kurtuldum ya da sonrasında ne oldu bilmiyorum ama galiba artık güvendeyim. Bu düşünce beni bir nebze de olsa mutlu etse de garip bir hissi uyandırmaya da yetmişti. Adeta baştan aşağı her yerimi endişe kaplamıştı. Kaçtığım yerin netliğinin aksine ulaştığım noktadaki büyük belirsizlik endişenin en büyük nedeniydi.

Ortama yeniden can sıkıcı bir sessizlik çöktü. Uyanmıştım. Gözlerimi açıp onlara nerede olduğumu ve neden burada olduğumu sorabilirdim. Ama içimdeki endişe bunu yapmama engel oluyordu. Ben içimdeki endişeyle savaşırken kapı açıldı. Birisinin uzaklaşan ayak seslerini duydum. Dışarı çıkıyordu. Kapıyı kapatınca beni yeniden sessizliğin ve belirsizliğin içine hapsetti. Bir süre sonra kapı yeniden açıldı. Az önceki kapanmanın üzerinden çok da vakit geçmemişti.

“Sen çıkabilirsin.” Konuşan kişi erkekti. Çok gür bir sese sahipti. Konuştuğunda sesi adeta bütün odada yankılanmıştı. Ama bu kişi uyandığım anda duyduğum erkeğin sesine benzemiyordu. Bu farklı bir kişiydi. Bambaşka biri.

“Emredersiniz komutanım.”

Komutanım mı? Nasıl bir şeyin ortasındayım ben?”

Kapı bir kez daha kapandıktan sonra boş odada bir şeyin sürüklenme sesi yankılandı. Bir tekerlek gibi. Sonra durdu. Komutan artık konuşmuyor ya da ses çıkartacak herhangi bir şey yapmıyordu.

Boğazını temizledi. “Uyandığını biliyorum.” Birkaç saniyeliğine sustu. “O yüzden bence gözlerini açma vaktin geldi.”

Uyandığımı nasıl anlamıştı? Gözlerimi gerçekten onun dediğini yapıp açmalı mıydım? Bu durum beni daha fazla endişelendirmeye başlamıştı. Kalbim istemsiz bir şekilde daha hızlı atıyordu.

Yeniden bir tekerlek sesi duyuldu. Ardından da bir tık sesi. Bir şeye mi vurmuştu?

“Az önce hemşire tansiyonunu ölçerken de işte kalp atışların böyle hızlanmış. İşin garip tarafı ne biliyor musun? Üç gündür nabzını düzenli olarak ölçüyorlar ama o en fazla üç birim yükselmiş sadece. Şimdiyse neredeyse çift haneli sayılara ulaşacak.”

Elimde olmadan kendimi ele vermiştim. Gözlerimi yavaşça açtığımda odadaki beyaz ışığa birden maruz kaldığım için gözlerim acımıştı. Birkaç kırpmadan sonra nihayet aydınlığa alışmıştım. Bazen insan o kadar uzun süre karanlığa mahkûm bırakılıyor ki bir süre sonra aydınlığın neye benzediğini unutabiliyor.

Başımı sola doğru çevirdiğimde onunla göz göze geldim. Yabancı biri. Üzerinde askeri kıyafet olan yabancı biri. Onu daha önce hiç görmediğime eminim. Sandalyeye oturmuş, arkasına yaslanmış beni seyrediyordu. Önünde birleştirdiği elleriyle kolunun üzerinde ritim tutuyordu. Bir süre sadece birbirimize baktık. Ne o bir şey söyledi ne de ben. Can sıkıcı bu anı bozmak için hiçbir şey yapmıyordu. Benden mi bekliyordu?

Önünde birleştirdiği kollarını açıp onları çok da hızlı olmayan bir şekilde dizlerine vurdu. “Bu kadar sessizlik yeter.” Sandalyesini bana doğru daha da yaklaştırdı. “Konuşma vakti. Üç gündür yeterince bekliyorum zaten.” Gerçekten benim konuşmamı bekliyordu.

Biraz öncenin aksine fazla ciddiydi. Omuzları dik bir şekilde yeniden arkasına yaslanmıştı.

“Kimsin? Nerelisin mesela? Neler dönüyor burada?” Sağ işaret parmağını havaya kaldırıp devam etti. “Ki üçüncü soru en kritik olanı.”

Söyleyecekleri bittikten sonra cevaplarını vermem için yüzüme bakmaya devam etti. Çok ciddiydi. Bu daha fazla gerilmeme neden oluyordu. Birkaç saniye geçti. Belki de dakika. Bu canını sıkmış olsa gerek derin bir nefes verip daha yeni kestiği her hâlinden belli olan sakallarını kaşıdı.

“Türkçe bildiğini biliyorum. Beni gayet de rahat bir şekilde anladığını da görüyorum.” Başını bana doğru eğip devam etti. Artık aramızdaki mesafe yok denecek kadar azdı. Gözleriyle tehditkâr bir şekilde gözlerimin içine bakmaktan da çekinmiyordu. “O yüzden kendin için konuşsan çok iyi olur. Aksi takdirde sonsuza kadar bu odada kilitli kalırsın.”

Basbayağı tehdit ediyordu beni. Bunu yapmaktan da hiç çekinmiyordu. Bakışlarımı ondan çekip tavana diktim. Bu konuşmak için cesaretlenmeme yardımcı olabilirdi belki. Her ne kadar tavana bakıyor olsam da yandan bakışlarını görebiliyordum. Hâlâ aşırı gergin ve ciddiydi. Artık kollarıyla ritim tutmak yerine diğer bacağının üstüne attığı sol ayağını sallıyordu. Bu sallanmanın şiddeti giderek artıyordu.

“Dalia,” dedim sakince. O kadar uzun süredir konuşmuyordum ki boğazım kuruluktan acımıştı. Tavanda duran bakışlarımı ona doğru çevirip devam ettim. “İsmim bu.”

Başını anladığını ifade eder şekilde sallayıp tekrar etti. “Dalia.” Bunu yaparken hâlâ gözlerini dikmiş bana bakıyordu. “Anlamı ne?”

“Ne?” dedim hızlıca büyük bir şaşkınlıkla. Şu an en son beklediğim soru bile değildi bu. Gerçekten meraktan mı sormuştu bunu yoksa başka bir şeyin mi peşindeydi?

“Anlamı ne?” diye tekrarladı. “Çok basit bir soru?”

Onun başından beri yaptığı gibi bu sefer ben de aynısını yapıp onun gözlerinin içine baktım. Ama gözlerinin içinden bir şey anlamak imkansızdı. Hem çok ciddi bir şekilde bakarken hem de aynı zamanda bomboş bakıyordu. Bu beni yeniden tedirgin etmeye yetmişti. Gözlerimi onunkinden ayırıp yeniden tavana diktim.

“Yıldız çiçeği,” dedim. “Anlamı bu.”

Loading...
0%