@iiamhatiice
|
Her şey çok karmaşık. Zihnimin bir kısmı o kadar karanlıkta ki ne kadar çok ışık tutsam da aydınlatamıyorum orayı. Ne kadar düşünürsem düşüneyim zaman geçtikçe beni de içine çekiyor o karanlık. Kurtulmak için çabaladığımda daha da batıyorum. Oradan kaçtıktan sonra vurulduğum andan itibaren burada uyanana kadar geçen zaman bu büyük karanlığın içinde. Karanlık o kadar büyük bir şekilde hakimiyetini kurmuş ki oraya, asla onun kendisini hatırlatmasına izin vermiyor. O adam bunu biliyor. Hepsi olmasa bile buraya nasıl geldiğimi bildiğine eminim. O yüzden burada. Türk olmadığımı öğrenmiş. Bunun onu daha da endişelendirdiğine eminim. Gözlerinde görüyorum. Her ne kadar benim üzerimde sert asker görünümü oluşturmaya çalışsa da bunu başaramıyor. Bakışlarımı tavandan çekip ona baktım. Sabırlı davranıyor ama içinde cevaplanmasını beklediği soruların varlığı onu yiyip bitiriyor. Kim olduğumu sormuştu, nereli olduğumu da. Kendince en önemli olduğuna karar verdiği son sorusu da vardı tabii. Burada neler dönüyor? Çok uzun zamandır yattığımı bildiğim için mi bilmem ama yatmaktan artık sırtım ağrımıştı. Doğrulmaya çalışırken sol kolumu da kullandığım için canım acıdı. Yaralı kolumu... “Ah!” Bu öyle bir acıydı ki daha önce yaşadığım hiçbir acıya benzemiyordu. Omzumdan başlayıp birden bütün koluma yayılıyordu. “Dikkat et,” dedi komutan, ayağa kalkıp yanıma gelirken. Kalkmama yardımcı olmak için yaralı kolumdan tuttuğu an sağ kolumla onunkini tutup ittim. Gayet açık bir mesajdı. “Gerek yok.” “Var,” dedi inatla. “Kendine iyi bak ki...” “İşinize yarayayım,” diye devam ettirdim cümlesini. Hâlâ yaralı kolumu tutuyordu. Aramızdaki mesafe biraz öncekine göre daha azdı. “İyileşemezsem hiçbir işinize yaramam. Değil mi komutan?” Gülümsedi. Bu söylediğim şeyin komikliğinden ziyade alaycı bir gülümsemeydi. “İstersen elli parçaya bölün,” deyip elini kolumdan çekti. Sağ işaret parmağını çok da sert olmayacak şekilde başıma iki kere vurdu. “Benim için burası önemli. Buran sağlamsa geri kalan uzuvlarının bir önemi yok.” Yatakta doğrulmama yardımcı olduktan sonra sandalyesine geri oturdu. Kendinden emin güçlü görünüşünü korumaya devam ediyordu. Ben de ona ayak uydurmaya karar verdim. Omzumu dikleştirip arkama yaslandım. Bakışlarımı da onunkine benzer bir hâle getirmeye çalışsam da bunda pek başarılı olduğumu sanmıyorum. Omzum çok fazla ağrıyordu. Bu da ister istemez davranışlarıma ve bakışlarıma yansıyordu. “Tamam,” dedim. “Söylediklerine cevap vereceğim ama bir şartla.” Yine o alaycı gülümsemesini yaptı. “Şart,” diye de tekrar etti. “Sorularıma cevap vermekten başka şansın olduğunu sanmıyorum.” “Öldür o zaman beni,” dedim hemen. “Durma öldür.” Böyle bir çıkışı beklemiyora benziyordu. Ben de beklemiyordum ama onun üzerimde baskı kurmasına da izin veremezdim. “Oradan bakınca caniye mi benziyorum.” Omzumu silktim. “Bilmem.” Canım acımıştı. Bu yaralı olma durumuna bir an önce alışmam gerekiyordu. “Ben sadece önden uyarımı yapmak istedim. Ölümün beni korkutamayacağını bilerek hazırla bir sonraki hamleni.” Gözlerinde merak ve biraz da şüphe vardı. Öne doğru eğilip doğruca gözlerimin içine baktı. Söylediklerimde doğru olup olmadığımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Ben de rahat bir şekilde anlayabilsin diye aynısını yaptım. Doğruca onun gözlerinin içine baktım. “Bir de bu var tabii,” dedi. “Türk olmadığın hâlde nasıl bu kadar iyi Türkçe konuştuğun.” Söyledikleri garip bir şekilde hoşuma gitmişti. O alaycı gülümsemeyi yapma sırası şimdi bendeydi. “Mystical.1,” dedim. “Apla, einai ena mystiko.2”
*1: “Sır.” (Yn.) *2: “Sadece, bu bir sır.” (Yn.)
Gözlerindeki merak ifadesinin yerine birden beliren öfke çok netti. Türkçe konuşmamamdan hoşlanmamıştı. İçinde bulunduğumuz ortamın kendi hakimiyeti dışına çıkmasını istemiyor gibiydi. Konuştuğum zaman hiçbir şey anlamıyor olması amacı doğrultusunda hareket ederken önüne engel oluyora benziyordu. “Türkçe konuş.” Son derece sert ve bir o kadar da ciddiydi. “Neden?” “Çünkü burası Türkiye Cumhuriyeti.” “Ama ben Türk değilim.” “Ben de onu soruyorum işte. Nerelisin?” Sinirinin düzeyi giderek artıyordu. Sesinin seviyesi de. “Sana söyledim. Bir şartım var, dedim.” Derin bir nefes verip adeta ciğerindeki bütün havayı dışarı boşaltıp sıkıntıyla yüzünü kaşıdı. Dediğime gelmek dışında yapabileceği bir şey olmadığını anlaması gerekiyordu. Bunun içinde ne kadar ciddi olduğumu ona göstermem ve kararımın arkasında sonuna kadar durmam lazımdı. “İşin ciddiyetini kavrayamadın galiba,” dedi ayağa kalkarken. Birkaç adım atıp tam karşıma geçti. “Ülkemize yasa dışı yollarla girdin. Yani kaçak olarak. Kendi ülkende bilmem ama bu bizim ülkemizde çok büyük bir suç.” Biliyordum. Kararımda ne kadar net olduğumu ona kanıtlarsam dediğime varabilirdi. Ama bu onda biraz ters tepmişti. Düşündüğümden daha katı kuralları vardı. İkna etmesi güç olsa da elimde hâlâ son bir koz vardı. “Yerinde olsam benimle orta yolu bulmaya çalışırdım. Yaşanan çoğu şey sizi yani ülkenin insanlarını daha çok ilgilendiriyor.” Bakışları ciddileşti. Onun dikkatini çekebilmiştim. Biraz daha kendime çekebilmek için söyleyebileceğim birkaç şey daha vardı. “Yanımda olan insanlar,” diye devam ettim onları da görmüş olmasını umarak. Onunla nasıl karşılaştığım da karanlık alanda hapsolduğu için çok da emin olamıyordum. “Sence onlar nereden geliyorlar? Aralarındaki tek yabancı olarak sence onlarla nasıl tanıştım?” Dikkatini tamamen çekmeyi başarmıştım. Birkaç saniye susunca devam etmemi beklediğini ima edercesine gözlerimin içine baktı. Artık tamamen avcumun içindeydi. “Ya da belki bu daha çok ilgini çeker. Geldiğimiz yerde geride bırakmak zorunda olduğumuz insanlar.” En son söyleyeceğim şeyin daha büyük bir etki bırakmasını istediğim için birkaç saniyeliğine daha sustum. “Türk insanlar.” Başarmıştım. En son söylediğimle gözleri adeta kocaman açılmıştı. “Ne demeye çalışıyorsun?” “Önce şartım,” dedim inatla. “Allah’ım ya sabır,” dedi büyük bir hiddetle. “Aklıma mukayyet ol yoksa elimden bir kaza çıkacak.” Son söylediğini direkt olarak yüzüme bakarak söylemişti. Bir nevi tehdit gibi. “Son söylediğinden hiçbir şey anlamadım ama yerinde olsam bu kadar sinirlenmezdim. Sağlığına zarar.” Koca bir kahkaha attı. Kahkahası adeta bütün odada yankılanmıştı. “Dalga mı geçiyorsun benimle?” “Evet nasıl anladın?” Ağzını açıp tam bir şey söyleyecekken durdu. “Bir Türk askeri hiç kimseyle pazarlık yapmaz. Hiç kimseyle.” Söyleyecekleri bitmişe benziyordu. Beni arkasında bırakıp kapıya doğru yöneldi. Tam çıkacakken bir şey hatırlamış gibi son kez dönüp baktı. “İyice düşün. Sana başka bir şans vermeyeceğim.” Benden herhangi bir cevap beklemeden arkasını döndü, odadan çıkıp kapıyı arkasından sertçe kapattı. O kadar sert çarpmıştı ki camlar da gürültüyle ona eşlik etmek zorunda kaldı. “Devletini istemeyecektim senden,” diye bağırdım arkasından. “Sadece basit bir istek olacaktı. |
0% |