@iiamhatiice
|
Uyanmamın üzerinden neredeyse iki gün geçmişti. Bu iki günde gördüğüm tek şey bomboş bir tavan, başımdan bir saniye bile ayrılmayan ve beni korumak ya da olası kaçmamamı engellemek için görevlendirilmiş asker ve düzenli aralıklarla gelen hemşirelerdi. Komutanla o günden sonra hiç karşılaşmadık. Hastaneye gelmişse de odaya benim yanıma hiç uğramadı. Başımda duran askere onu sorduğumda yaptığı tek şey bakışlarını sabitlediği noktaya bakmaya devam etmekti. Uyanıyorum, kahvaltı yapıyorum, yatıyorum. Sonra akşam oluyor. Yine yemek yiyip daha sonra uyuyorum. İki gündür düzenli olarak yaptığım tek şey buydu. Esirken bile daha fazla hareket alanım vardı. Daha fazla şey yapmama izin veriyorlardı. Burada tuvalete bile yanımdaki askerle gidiyorum. Bir esir yerinden kaçarken başkasına yakalanmıştım. Kapı iki kere tıklatıldı. Onun gelmiş olma ihtimali aklımda yankılanırken açıldığı an karşılaştığım yüz her gün gördüğüm doktorunkinden başkası değildi. Genelde sabahları gelirdi beni kontrol etmeye ama bugün akşam gelmeyi tercih etmişti. Arkasında onunla beraber birkaç hemşire daha vardı. Üzerindeyse hastane kıyafetleri değil de normal kıyafetler vardı. “Bugün nasılsın?” “Daha iyi,” dedim kısaca. Burada hiç kimseyle gereğinden uzun konuşmamıştım. Komutan hariç. Sordukları sorulara genelde tek kelimelik cevaplar verdim. Ya da hiçbir zaman hemşirelere durumumun nasıl olduğunu sormadım. Ne zaman iyileşeceğimi ya da ne zaman buradan ayrılacağımı. Ne bununla ilgilenecek ne de merak edecek durumda değildim artık. İyileşirse zamanla iyileşir iyileşmezse de hayatımın geri kalanına tek kollu olarak devam ederim. “İyisin iyi,” dedi elinde tuttuğu kağıtlara bakarken. “Kolunu uzun bir süre daha kullanamayacaksın ama.” Bu zaten bildiğim bir şeydi. Daha önceki her gelişinde de söylemişti bunu. Ya söylediğini unutuyordu ya da bunu sürekli sürekli tekrar etmek hoşuna gidiyordu. Elinde duran dosyayı yeniden masanın üzerine koyduktan sonra sevecen bir tavırla gülümsedi. “Selim’le konuşacağım. Artık burada kalmanı gerektirecek bir durum yok.” Selim kim? Bunu sormak yerine kendime sakladım. Bu gereğinden fazla iletişim kurmaya giriyordu. Komutandı belki de. O bana ismimi sormuştu ama ben ona ismini soracak fırsatı bulamamıştım. Gerçi aklıma da gelmemişti pek ona sürekli komutan dediğim için. Şu an doktorun bahsettiği Selim’in kim olduğundan ziyade aklımı kurcalayan başka sorular vardı. Buradan çıkarsam eğer nereye gideceğim? Beni ülkeme hemen gönderecekler mi? Ya da burada olduğumu kim biliyor? Ya da Türk olmadığımı. Aslında ilk bakışta yabancı birisi olduğumu anlamaları zor olabilir. Elbet bu ülkede de sarı saçlı mavi gözlü insanlar vardır her ne kadar buraya yattığım günden beri asla onlara rastlamasam da. Ama onlarla muhabbeti uzatıp biraz daha Türkçe konuşursam eğer yabancı olduğumu anlamaları en fazla birkaç dakikalarını alır. Türkçem çok kötü olmasa da bir Türk kadar da iyi değil elbet. “İyi akşamlar o zaman sana.” Son cümlesini de söyledikten sonra benden herhangi bir cevap beklemeden odadan ayrıldı. Hemşireler de aynısını yapıp beni nöbetçi askerimle baş başa bıraktılar. Bakışlarımı ona çevirip bir süre hiç çekmeden bunu sürdürmeye devam ettim. Rahatsız olup bana bunu yapmamam konusunda küçük bir uyarı yaptığı an ona komutanın nerede olduğunu ve ne zaman geleceğini soracağım. Hiçbir şey olmadan düz bir şekilde sorduğumda sanki ben bu soruyu hiç sormamışım da o da bu yüzden hiç duymamış gibi davranıyor çünkü. Planım doğrultusunda rahatsız olması için daha dikkatli bakmaya devam etsem de bu hiçbir işe yaramadı. Kesin kurallara uyma konusunda gerçekten onun askeriydi. Boğazımı temizleyip eski plana dönüp dümdüz bir şekilde sordum soruyu. “Komutan ne zaman gelecek bir daha? Çıt yok. “Konuşmama yemini ettin galiba.” Yine çıt yok. Artık şaşırtıcı olmayan bir durum bu. Konuşursa şayet işte o zaman çok şaşırırım. “Eğer komutanınla konuşursan ona aynen şöyle söyle yeminli asker: Eğer biraz daha gelmezseniz Dalia telepati yöntemini keşfedip sizinle öyle iletişim kuracakmış.” Kabul. Bu son söylediğimde yanıt vereceğini biraz da olsa düşünmüştüm. İşi için fazla iyi eğitilmiş bir askere göre fazla şey bekliyorum belki de. Ayaklarım ve vücudumun bazı kısımları çok fazla oturmaktan ağrımaya başlamıştı. Ayaklarım belki de yürümeyi bile unutmuş olabilir. Onları kendime doğru çekip ağrıyan kısımları sağ elimi kullanabildiğim kadarıyla masaj yaptıktan sonra aşağı doğru sarkıtıp ileri geri sallamaya başladım. Bunu yapmaya başladığım an zihnim küçüklüğüme dair bir anıyı canlandırmıştı aklımda. Belki de anı değil de bir rüyaydı ya da beynimin bana düzenlediği acı bir oyun. Çünkü bu anıda annem vardı. Onu beş yaşında kaybettiğim için sadece babamın anlattığı ve resimlerde gördüğüm kadarıyla tanıyorum. Beş yaş her ne kadar aslında bazı anıları hatırlayabilecek kadar büyük olsa da beynim yine bu konuda beni yarı yolda bırakmayı tercih etmişti. O zamanları düşündüğümde karşıma yine simsiyah boş bir duvar çıkıyordu. Hastane terliklerini ayağıma geçirip ayağa kalktığım an sabahtan beri asla kıpırdamayan yeminli asker birden karşımda belirdi. “Nereye?” “Tuvalete,” dedim çemkirerek. Ona onca soru sormuştum ama hiçbirini cevaplamaya tenezzül dahi etmemişti. Şimdi karşıma geçmiş yaptığım şeyleri sorguluyordu. “Düş önüme o zaman.” “Ne?” Söylediği şeyden hiçbir şey anlamamıştım. Neden benden önünde düşmemi istiyordu ki şu an? Sanki kendisinin söylediği şey değil de benim anlamamam çok daha garipmiş gibi bana sorgular bir bakış attı. Sol kolunu ileriye doğru uzatıp “Önümden yürü yani,” diye de ekledi. “Tek başıma gideceğim. Yolu öğrendim.” “Hayır,” dedi son derece net bir tavırda. Bu konuda bana o sevimsiz komutanı hatırlatmıştı. Onu hatırlamak da beni az önce deli gibi kendi kendime konuştuğum zamana götürdü. Bu son hatırlama da beni yine sinirlendirmeye yetmişti. “Tek başıma gideceğim dedim sana.” Ben söylediklerimde çok ciddi olduğumu ona anlatmaya çalışırken o silahını göstermeyi tercih etti. Bu ima seni istersem silahımla vurabilirim anlamına mı geliyordu yoksa ben mi yanlış anladım? Komutan böyle bir emir vermiş olabilir mi gerçekten? Alaycı bir kahkaha atıp askere baktım. “Vur hadi!” Sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. Aslında bu bir bakıma da iyi olmuştu. “O komutanına da söyle o da vursun. Ne bekliyorsun hadi!” Beklenmedik çıkışım karşısında gerilip silahın üzerinde bulundurduğu elini geri çekti. “Bakın. Selim Başçavuşun kesin emri var. Tek başına dışarı çıkamazsın.” “Çıkarım dediysem çı...” Cümlemi bitiremeye kalmadan kapı açıldı. İkimiz de başımızı kapıya çevirince onunla göz göze geldik. Günlerdir beklenen komutan sonunda gelmeyi akıl etmişti. “Niye bağırıyorsun?” “Bağırmıyorum ben,” derken bile bağırmaya devam ediyordum. Bana bakmayı sürdürürken kısa süreliğine gözlerini yanımdaki askere çevirip başıyla dışarı çıkmasını söyledi. Askerin dışarı çıkmasını beklerken odanın diğer ucunda duran sandalyeyi yatağın yanına doğru çekip yeniden iki gün önceki yerine oturdu. Yeniden aynı konumlardaydık. “Maşallah sesin pek bir açılmış.” “O ne demek?” Kollarını önünde birleştirip geriye doğru yaslandı. Üzerinde yine asker giysileri vardı. Boynunun sağ kısmına ise yara bandı yapıştırılmış. Her ne kadar kıyafetinin üst kısmı yara bandının çoğunu kapatsa da görünen kısmından çok net anlaşılıyordu. “Daha iki gün önce lafları ağzından cımbızla alıyorduk da bugün ta koridorun başına kadar geliyor sesin.” Ne demek istediğini tam olarak anlayamadım. Söylediklerinin bir kısmı Türkçe ama geri̇ kalanları sanki̇ hi̇ç bi̇lmedi̇ği̇m bi̇r di̇le ai̇t. Ben onun dediklerinden hiçbir şey anlamasam da o benim anlamadığımı çok rahat anlamıştı. Yüzündeki o pis gülümseme bunu gösteriyordu. “İşinde geleni çok iyi anlıyorsun gelmeyeni de asla.” Bu dediğinden de hiçbir şey anlamasam da bunun üstüne gitmeyip konuyu değiştirdim. “Doktor artık buradan çıkabileceğimi söyledi. Hatta,” dedim yerimde doğrulup sesimi daha da yükselterek. “Selim diye birine de söyleyecekti ama kendisi buraya gelmemeyi tercih ettiği için muhtemelen ulaştıramamıştır.” Ses tonumdaki alaycı tavrı fark etmişti. “O Selim’in omzundan vurulan bir yabancıdan daha önemli işleri var.” “Tüh!” deyip elimi bacağıma vurdum. “Ne kadar da üzüldüm. Ben de yatıp kalkıp seni düşünüyorum çünkü.” Alaycı bir kahkaha attı. “Eminim öyledir. Aksi takdirde on dakikada bir durup durup buraya görevlendirdiğim askere ne zaman geleceğimi sorup durmazsın.” Tam konuşmanın şiddetiyle karşılık verecekken ağzım açıkta susmak zorunda kaldım. O yeminli asker demek ki bir bana karşı yeminliydi. Ona söylediğim her şeyi koşarak bu komutana yetiştiriyordu. “Madem biliyordun niye gelmedin iki gündür?” “Dedim ya daha önemli işlerim vardı.” “Ben en önemli işinin yabancı bir grup insan olduğunu düşünüyordum ama.” “Doğru,” dedi başını sallarken. Sol işaret parmağını bana doğru doğrultup devam etti. “Ama bir yerde yanılıyorsun. Burada tek yabancı sensin.” Son söylediği biraz da olsa canımı acıtmıştı. Bunu bilsem de bir başkası tarafından işitmek üzücüydü. Kendi kendime içimde tekrar ettim son söylediklerini. Burada tek yabancı sensin. |
0% |