@iiamhatiice
|
“İnsan bazen bazı şeyleri yapmaya mecbur oluyor,” dediğimde yatağın ucuna sabitlediğim bakışlarımı ona doğru çevirdim. Söylediklerim ilgisini çekmiş gibi sandalyesini daha da yaklaştırdı bana. Artık bakışlarında sorgulayıcı bir ifadeden çok meraklı bir tavır vardı. Söyleyeceklerimi gerçekten merak ediyor gibiydi. “Çünkü yapmazsan...” dediğim an sanki söylemek istediğim bütün kelimeler bir anda boğazımda sıkışıp kaldı. Tek seferde söylemek çok kolay olsa da bir türlü oradan dışarı çıkarmayı başaramadım. Sanki birisi onları orada tutuyordu da çıkması için çabaladığımda daha çok canımı acıtıyordu. Bakışlarımı ondan çekip hastane örtüsünü adeta top yapıp sıkıştırdığım avcuma baktım. O kadar çok sıkıyordum ki avcumun içinde yırtılabilirdi kumaş. Zor da olsa yutkunup devam ettim. “Çünkü yapmazsan istemediğin şeyleri yaparlar sana.” Gözümden akan bir damla yaşı görmemesi için çabucak sildim. Ona bakmak istemiyordum. Ağlayan gözlerime bakıp bana acımasını istemiyordum. Kendime acımayı çok uzun süre önce bıraktım çünkü. Kimsenin bana acıyan gözlerle bakıp içinden üzülmesine ihtiyacım yoktu. Üstelik bir Türk Askerinin acımasına... Asla! “Kim seni bir şeyler yapman için zorladı?” Sesinde garip bir şekilde beni rahatlatan bir şey vardı. Artık bir şeyler anlatıp merakını gidermem için de zorlamıyordu beni. Bir yerden anlatmaya başladığım için susarak ve sakince dinleyerek bir şekilde beni cesaretlendiriyor gibiydi. “Onlar,” dedim sadece. Onlar hakkında hem koca bir kitap yazacak kadar çok şey yaşamıştım hem de bu soruya cevap veremeyecek kadar az. “Bana onların kim olduğu lazım.” Doğruca yüzüne baktığımda tedirgin hâlimi fark etmişti. “Bak en baştan başlayalım o zaman. Bana kim olduğunu bahset sadece. Kimsin, nerelisin, neden Türkiye’desin?” Koca bir nefes çektim içime. Sorularına cevap verebilmek için buna ihtiyacım vardı. “Adımı biliyorsun zaten Dalia.” Başını onaylarcasına salladı. “Biliyorum evet ama bana tam adım lazım.” Son söylediğinden hiçbir şey anlamadığım için istemsizce kaşlarım çatılmıştı. O da bunu hemen fark etti. “Yani adın ve soyadın. Tam adın derken bunu kastetmiştim.” Ben de anladığımı belirtmek için başımı salladığımda devam etti. “Acele etmek zorunda değilsin. Sadece bana her şeyi anlat ki sana yardımcı olabileyim.” “Adım...” Dedikten sonra hemen düzelttim. “Tam adım Dalia Tana Achelois.” “Dalia Tana He...” Kendince adımı tekrarlamaya çalışırken dünyanın en ciddi insanına benziyordu. Her an her yerde hep ciddi davranmak zorundaymış gibi hissettiriyordu bana. Sanki hiç gülmüyormuş da hep böyle kalması gerekiyormuş gibi. “Dalia Tana Achelois,” diye tekrar ettim daha iyi anlaması için ama yine de pek anlamışa benzemiyordu. Etrafa kısaca göz attığımda aradığım şeye benzeyen hiçbir şey yoktu. O da bir şeyler aradığımı fark ettiği için merakını gidermek adına bakışlarımı odada gezdirmeye devam ederken araya girdi. “Ne arıyorsun?” “Yardımcı olabilecek bir şey,” dedim ona kısaca. “Ne gibi?” Sağ elimi kalem tutuyormuş gibi yapıp havaya hayali bir şekilde adımı yazdım. Ne demek istediğimi anlamış gibi ayağa kalkıp odadan dışarı çıktı. Birkaç saniye sonra elinde beyaz bir kağıtla geri döndü. Onları kucağıma bıraktığında üstüne koyduğu kalemi görmediğimden tam aşağı düşerken onu tutmak için elimi uzattığımda birkaç saniyeliğine ellerimiz birbirine değdi. Hemen elimi geri çektiğimde o da aynısını yaptığı için kalem bu sefer gerçekten yere düştü. Ona bakmamaya çalışırken yandan kalemi almak için yere eğildiğini görebiliyordum. Kalemi kağıtların yanına bıraktığında yine aynı şekilde ona bakmamaya çalışarak elime aldım. Kağıdı da önüme çekip rahatça yazabileceğim bir şekilde yerleştirdim. Ama hâlâ bir problem vardı. Kalemi sağ elimle tutup yazmaya çalışırken çok zorlanıyordum. Zaten adımı anlamada zorluk çekerken yamuk yazmam işi daha da kötüye götürebilirdi. “Solak mısın sen?” Başımı kağıttan kaldırıp doğruca gözlerinin içine baktım. Anlamamış olabileceğimi düşünüp düzeltti. “Yani sol elini mi kullanıyorsun?” Gerçekten de ne demek istediğini anlamadığım için bu son yaptığı istemsizce hoşuma gitmişti. Başımı sallayarak onayladım bunu. “Evet.” Sol elimi kullandığım için şu an pek çok şeyi yapmada zorluk çekiyordum. Yemek yemek, tuvalete gitmek gibi pek çok şey sol elimi asla oynatamadığım için dünyanın en zor şeyi hâline gelmişti. “Bu kötü oldu işte,” dedi. Bunu bana söylemekten çok kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. Aklından başka bir yöntem bulmaya çalışıyormuş gibi yaparken ben sağ elimle zor da olsa yazmaya çalıştım. Yaklaşık bir dakika sonra yamuk da olsa kağıdın üstüne adımı yazmayı başarmıştım. Kalemi yanıma bırakıp sağ elimle kağıdı ona doğru uzattım. Onu beklemeden aldığında yüzünde garip bir ifade vardı. Kaşlarını çatıp ismime bakıyordu. Bana kısa bir bakış attıktan sonra yeniden kağıda odaklandı. Kağıdı tutmadığı eliyle alnını kaşıyıp yeniden kağıdı inceledi. “Telaffuz ettiğinde daha net anlamıştım adını.” Yine kendi kendine söylemişti bunu. “Ne yaparken?” “Yani söylerken.” Birkaç saniye sonra ne demek istediğini anladım. Adımı Yunan alfabesiyle yazdığım için doğal olarak okuyamamıştı. Kağıdı elinden alıp yeniden adım yazmak için bütün gücümü topladım. Ona yeniden vermeden önce bir kez kağıtta büyük harflerle yazdığım adıma baktım. Sonra ona uzattım. Kağıdı incelerken bu sefer az önceki ana göre yüzünde garip belirsizlik değil de memnuniyet olsa da adımı okumada hâlâ zorluk yaşıyordu. “Dalia Tana Ache...” “Dalia Tana Achelois,” diye devam ettim. “Adım böyle okunuyor.” İstemeden birazcık da olsa sesim yüksek çıkmıştı. “Tamam,” dedi sakince başını sallarken. “İlk soruyu cevabına kavuşturduğumuza göre diğer sorulara geçebiliriz.” Tuttuğu kağıdı bana uzatırken devam etti. “Kaç yaşındasın ve nerenin vatandaşısın?” Tam ağzımı açmış soruları cevaplayacakken o önce davranıp beni susturdu. “Ama cevapları verirken az önceye göre daha hızlı davran ki sorular bittiğinde sabah olmasın.” “Keyfimden yavaş yazmadım,” dedim elimde duran kağıdı ona doğru sallarken. Bu sefer istediğim için sesimi biraz daha yükseltip devam ettim. “Omzumdan vurdular beni. Yaralıyım ben.” Söylediklerime yine o sinir bozucu gülümsemesiyle karşılık verdi. Gerçekten benimle dalga geçtiği zaman kafasına yumruğumu indirmek istiyordum. “Biliyorum. Ben de yedim zamanımda. Ama senin kadar mızmızlanmadım tabii.” Yaslandığım yatağın başından uzaklaşıp ona biraz daha yaklaştım. “Ben ne yapıyor muşum? Bir daha söyle.” Gülümsemeye devam ederken doğruca gözlerim içine bakıp tekrarladı az önce söylediklerini. “Bizim de canımız acıdı ama senin kadar ağlamadık.” Onun yaptığı gibi dalga geçmek için kocaman bir kahkaha attım. “Polly asteio. Ha ha ha...3” Yunanca konuştuğumda birden yüzü ciddileşti. Az önce mutluluktan ışık saçan gözleri şimdi etrafa adeta ateş saçıyordu. “Benimle Türkçe konuş?” “Logos?4” “Türkçe!” Sesi isteyerek ya da istemeyerek yine yüksek çıkmıştı. Bu onu sinirlendiriyordu. O benim nasıl sinirleneceğimi biliyordu ve bunu her fırsatta kullanıyordu. Şimdiyse sıra bende. Artık ben de neyin onu sinirlendireceğini çok iyi biliyorum. Açığa çıktın komutan.
*3: “Çok komik. Ha ha ha...(Yn.) *4: “Neden?” (Yn.)
Keyifle başımı salladıktan sonra konuşmama Türkçe devam ettim. “Otuz,” dedim sorduğu ikinci soru için. “Otuz yaşındayım ve Yunanistan vatandaşıyım.” “Aferin. Şimdi sıra buraya nasıl ve nereden geldiğini anlatmada.” Az önce gülerek benimle dalga geçerken şimdi son derece ciddiydi. Onu sinirlendirdiğim için mi yoksa birden ortamın ciddiyetini hatırladığı için mi bilmiyorum ama bu hâli biraz da olsa hoşuma gitmemişti. Sorduğu sorunun cevabı uzun bir hikaye gibiydi. Ona en başından anlatmaya başlamam gerekip gerekmediğini düşündüm bir süre. Bununla ilgilenip ilgilenmediğini ya da. Konu oraya gelince kalbimin üzerinde garip bir ağrı oluştu. Sanki biri bile isteye üstüne basıyordu, hatta üzerinde zıplıyordu. Bu nefes almamı zorlaştırıyordu. Elimi acıyı azaltmak için kalbimin üzerine bastırdığımda hiçbir işe yaramaması daha çok acıtmıştı canımı. Görüş alanıma farklı bir şey girdiğinde başımı kaldırıp ona baktım. Elinde su dolu bardağı bana doğru uzatıyordu. Bunu beni gerçekten düşündüğü için mi yapıyordu? Cevabını öğrenmek için hiçbir zaman ona bunu soramayacağımdan bu soruyu ve cevabını düşünmemeye karar verdim. Elinde tuttuğu bardağı alıp bir yudum aldıktan sonra onu geri vermek yerine elimde tutmaya karar verdim. Onu avcumun içinde sıkarken uzun bir nefes aldıktan sonra yutkunup bütün cesaretimi topladım. “Bundan on iki sene önce okumak için Yunanistan’dan Almanya’ya gittim. Annemim ailesi orada yaşıyor.” Gözümün önüne birden o günler geldi. Tek ailem olan babamdan ayrıldığım o ilk gün, uçaktan inene kadar durmadan ağlamam, orada tanıştığım yeni insanlar, yaşadığım acılar, güldüğüm anlar... “Gittim. Uzunca bir süre yaşadım. Okudum. Dört sene sonra geri dönmek için yola çıktım.” Gözümden akan yaşlara aldırmadan devam ettim. “O yolun sonu asla babama varmadı ama.” Gözlerinin içine baktığımda onların içinde koca bir hüzün vardı. Benim için üzülüyordu ya da bana acıyor muydu şimdi? En son istediğim şey onun bana acıyan gözlerle bakmasıyken ben kendimi küçük düşürerek ona bu fırsatı vermiştim. Elimin tersiyle göz yaşlarımı silip devam ettim. Ne olursa olsun artık ağlamamalıydım. “Daha önce duydun mu bilmiyorum. Almanya’da yola çıkıp denize düşen uçak... Uçağın içinde olup kaybolan sekiz öğrenci.” Bizim için o dönem aynen böyle söylemişlerdi. “O zaman, o kaybolan öğrenciler için bazıları kendi istekleriyle kaybolduklarını bazıları öldüklerini hatta bazıları öğrencilerin görmemesi gereken bir şeyi gördükleri için öldürüldüklerini bile söylemişti.” Durup birkaç saniye nefesimi ve kalan birkaç şeyi anlatmak için bütün cesaretimi topladım. “Bazıları haklıydı.” Ona biraz daha yaklaşıp sanki bu söylediklerimi başka hiç kimsenin duymaması gerekiyormuş gibi fısıldadım. “Ama sana bir sır vereyim mi? O öğrenciler denize düşen o uçağa hiçbir zaman binmediler.” Gözlerindeki ifade bu anlattıklarım asla duymayı beklediği şeyler değilmiş gibiydi. Oysa ortada bir gariplik olduğunu en baştan beri bilmesi gereken kişi oydu. “O öğrenciler,” dedim yine aynı sessizlikte. “Görmemesi gereken bazı şeyleri gördükleri için kurban edildi.” |
0% |