@iiamhatiice
|
Selim’den...
Duyduklarımı sindirebilmek için biraz zamana ihtiyacım vardı. Kolay şeyler değildi en nihayetinde anlattıkları. Bir ihtimal yalan olabilir miydi diye düşünmeden edemedim. Kim böyle bir şey için yalan konuşabilirdi ki gerçi? Az önce duyduklarımın yalan olma ihtimali aklımın bir köşesinde duracaktı elbet ama şu an bunun dışında aklımı kurcalayan çemberi kapatmama engel olan sorular vardı. Anlatırken sahip olduğu acıyı gözlerine bakarak iliklerime kadar hissetmiştim. Bana belli etmemeye çalışmıştı. Her ne kadar başarılı olamasa da bunun için bayağı çaba sarf etmişti. Ağlamamak için kendini her sıktığında acısını daha çok gün yüzüne çıkarmıştı. Yerimde doğrulup ona biraz daha yaklaştım. Son söylediklerinden sonra kendini toparlaması için bir müddet hiçbir soru sormamıştım. Beynimin içinde cevabını bekleyen sorular adeta kurt gibi kıvranıyor bir an önce sormam için can atıyordu. Bir süredir gözlerini hiç kırpmadan avcuna topladığı hastane örtüsüne bakıyordu. Şu an içinden ne düşündüğünü anlayabilmek güçtü. Az önce kucağıma patlamaya yakın bir bomba bırakmış şimdiyse hiçbir şey olmamış gibi sessizce oturuyordu. Aklımı kurcalayan soruları pek de düşünmeden dışa vurdum bir süre sonra. “Peki Türkçeyi nasıl öğrendin?” Bakışlarını önünden çekip bana odakladı. Bu sahip olduğu dinginlik ben fazlasıyla geriyordu. Az önce bıraksam sabaha kadar ağlayacak kadın şimdi karşımda ruhsuzca oturuyordu. Derin bir nefes verdi. “Sana bahsettiğim kişiler,” dedi. “Onlar.” Bir süre durdu. Ardından da sanki yanlış bir şey söylemiş gibi kendini düzeltti. “Yani görmememiz şeyleri gördüğümüz için bizi cezalandıran insanlar.” Sağ eliyle gelişigüzel bir şekilde önüne düşen birkaç tel saçını geriye doğru itti. Teni o kadar beyazdı ki yüzüne yer edinmiş yaralar kendisini hemen fark ettiriyordu. Nasıl bir bataklığın içine saplanmıştı ki oradan çıkarken bu kadar hasar almıştı? “Onlar çok kötü şeyler yapıyorlar,” dediğinde gözlerinde göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir korku belirmişti. “Çok kötü şeyler.” “Ne gibi şeyler?” Bacaklarını kendine doğru çekip sargılı olmayan koluyla onları sarmaladı. Başını dizlerinin üstüne koyup bir süre öylece kaldı. Hâlâ birilerinden çok fazla korkuyor gibiydi. “Bak,” dedim beni daha iyi duyması için ona yaklaşırken. “Bak kimden veya kimlerden bahsediyorsun bilmiyorum ama burada kimse sana hiçbir şey yapamaz. Burası güvenli bölge.” Başını dizinden kaldırırken elini de yavaşça indirdi. Gözlerimin içine bakarken bana inanmak istiyor gibi bir hâli vardı. Bacaklarını ileriye doğru uzatıp arkasına yaslandı. “Bana sadece kim olduklarını söyle.” “Bilmiyorum,” dedi ağlamaklı bir ses tonuyla. “Bilmiyorum işte.” Sesi ister istemez yüksek çıkmıştı. “Bildiğim tek şey o okulda insanları ölüme terk ettikleri.” “O da ne demek?” Durdu. Derin bir nefes verdi. Geçmişle yeniden yüzleşmek ona ağır gelmiş olmalıydı. “Orada para karşılığı insanların organlarını alıyorlar.” Son söylediklerinden sonra kanım dondu. “Ne?” “İnsanların paraya o kadar ihtiyacı var ki her şeyi yapabilirler.” “Sonu ölüm dahi olsa da mı?” Acıyla başını salladı. “İnsanların gözü o kadar kör olmuş ki bunu asla göremiyorlar. Fark ettiklerindeyse çok geç oluyor.” Ne acı insanın bir kuru kağıt parçasına bu derece muhtaç olması. Daha sonrasındaysa ona sahip olabilmek için bu derece hastalıklı bir düşünceye kapılıp geri dönülmez bir yola girmeleri... Yavaş yavaş hikâyenin sonuna yaklaştığımızı hissedebiliyordum. Girişi ve gelişmesini öğrenebilmiştim ama sonuç hâlâ muallaktaydı. Bu karmaşık duruma ne zaman ve nasıl bulaştığı açıktı. Artık sadece buraya nasıl geldiğini anlatması gerekiyordu. Ben de ona bunun için yeniden bir fırsat tanıdım. “Buraya nasıl geldin peki?” Vücudunun tamamını bana çevirdi. Bacaklarını yeniden kendine doğru çekip kendince en rahat pozisyona geldi. Tam arkasında duran camdan içeri doğru yansıyan güneş ışınları arkasından vuruyordu. Sarı saçları da işte o ışınlar gibi parlıyordu. “O zamanlar bunu fark ettiğimi anlamışlardı. İlk başta yalanlamayı tercih ettiler. Sonra ben daha da üstlerine gidince tehdit ettiler. Ben çoktan birkaç kişiye bunu söylemiştim bile.” Yutkundu. “Hepsi benim yüzümden.” Gözünden akan yaşları saklamak için hiçbir çabaya girmedi bu sefer. Bir yandan ağlarken bir yandan da kesik kesik bir şeyler söylemeye devam ediyordu. “Benim yüzümden hepimiz bir yerlere gönderildik. Bu iğrenç hayata karıştık.” Kendisini suçluyordu. Belki de haklıydı. Susup onların dediği gibi devam etseydi muhtemelen şu an çok daha güzel bir hayatı olurdu. Hiç kurşun yarasıyla tanışmaz bu acıyla yaşamak zorunda kalmazdı. Ama tabii bunu onun suratına söyleyecek kadar da gaddar değilim. Verdiği bazı kararlar sonucunda asla çıkamayacağı bir bataklığa batmıştı. Yanında da başkalarını sürüklemişti. Bunu yüzüne vurmak onu içinde bulunduğu bataklığa daha fazla gömmekten öteye geçmezdi. “Bizi,” diye devam etti gözünden boncuk boncuk akan son yaşı da sildikten sonra. “Bunun önüne geçmek için de bir oyun yapıp bizi kayıp ilan ettiler.” Yeniden durdu. “Bunun için de en mutlu günümüzü seçtiler.” Daha ilk günden büyük bir girdabın içine düştüğümüzü hissetmiş olsam da böylesi adice bir çeteyle yüz yüze olabileceğimiz aklımın ucundan dahi geçmemişti. İnsanlar organ mafyalığı yapıp bunda öğrencileri kullanıp bir de yaptıkları iğrençlik gün yüzüne çıkınca onları sürgüne mi göndermişlerdi yani? “Neden öldürmediler peki sizi?” diye sordum. “Yani sizi gerçekten öldürmedikleri müddetçe bir gün açığa çıkma ihtimalleri hep var.” Derin düşüncelere daldı. Belki de hep düşündüğü bir soruydu bu. Belki düşünüp de bulamadığı belki de bulsa da anlam veremediği... Daha durumu fark ettikleri ilk an onu infaz edebilecekleri hâlde neden yaşatmayı tercih etmişlerdi? Nasıl bir çıkar ilişkisi ki bu bir gün açığa çıkma ihtimallerinden daha önemliydi onlar için? “Yaşarken onlara daha çok yardım edebileceğimiz için,” dedi sakince. Artık ağlamıyordu ama mutlu bir hâli de yoktu. “Orada duramazdık çünkü her an birine durumu anlatabilirdik. İşte bu yüzden her birimizi onlarla benzer işler yapan başka kişilerin yanına gönderdiler.” Son söylediği içimdeki bir şeyin kopmasına neden olmuştu. Kalbim endişeyle daha hızlı çarparken damarlarımdaki kan sanki dışarı çıkmak istiyorcasına hızlı akıyordu. “Türkiye’de mi dediğin o diğer insanlar?” “Bilmiyorum,” dedi omzunu silkerken. “Orası Türkiye gibiydi de değil gibiydi de.” “O ne demek?” “Yani yabancı birisi olarak bu Türkçeyi öğrenebilecek kadar Türk vardı ama Türk toprakları değildi.” En başından beri beynimi kurcalayan sorulardan birinin cevabını nihayet öğrenebilmiştim. “İnsan sekiz sene Türklerle yaşamaya mecbur bırakılınca ister istemez Türkçeyi öğrenmek zorunda kalıyor.” “Diğerleri kimdi peki?” “Dedim ya bilmiyorum. Sadece tek bir şeyden eminim: Onlar sizi istemiyor. Türkleri istemiyorlar. Bunca sene bunun için uğraştılar. Her seferinde başarısız oldular ama durmayacaklar. Bu ülkenin başına geçene kadar durmayacaklar.” Kafam allak bullak olmuştu. Konu o ve ülkesinden daha büyüktü demek ki. Ne kadar büyük bir suç örgütüydü ki bunlar dünyanın dört bir yanına yayılıp istedikleri her şeyi yapabiliyorlardı? Derin bir nefes verip ciğerlerime sıkışan bütün oksijeni dışarı savurdum. Oturduğum yerden kalkıp odanın ortasında adımlar atarken söylediklerini iyice hazmetmeye çalıştım. Ölçüp biçtim. Camın önüne geldikten sonra kısa bir süre sessizce dışarıyı seyredip onu açtıktan sonra dışarıdaki temiz havanın içeri girmesine izin verdim. Dışarıdaki sıcağa çalan hava yüzüme çarptıktan sonra içeriye doldu. Hâlâ görünmez bir şey kalbime batıyordu. Acıtmaya devam ederken zihnimdeki düşünceler de bir bir kendini hatırlatıyordu. “O gece,” dedim sessizliği bölerek. “O bahsettiğin kişilerden kaçıp mı geldiniz karakola?” Başımı hastane bahçesinden çekip ona doğru kaydırdığımda gözlerinde anlamsız bir şaşkınlık vardı. Ne demek istediğimi anlayamadığını yansıtan bir ifade vardı yine. “Hangi gece?” “Karakola geldiğiniz gece işte. Bana silah çektiğin.” Gözlerindeki şaşkınlık son söylediklerimle daha da çoğaldı. “Sana silah mı çektim?” Ağzını şaşkınlıkla aralarken devam ettim. “Hatırlamıyor musun?” Başını iki yana sallayıp bakışlarını benden çekerken kısa sürede başka yere odaklandı. Bir süre düşündükten sonra başını iki yana salladı. “Hayır.” Bakışlarını yeniden bana çevirdiğinde göz bebeklerinde kocaman bir korku belirtisi vardı. “Neden hatırlamıyorum?” Bu sorunun cevabını beklemekten ziyade sorgulayıcı bir tavır içerisindeydi. “Yaşadığın travmaya bağlı olabilir. Ben doktoruna sorarım.” Başıyla her ne kadar beni onaylasa da hâlâ saklayamayacak kadar büyük bir korkunun içerisindeydi. Öğrenmek istediğim çoğu şeyi öğrenmiştim. Hâlâ cevaplanması gereken birkaç soru daha olsa da bu sonradan açığa çıkan hafıza kaybı sebebiyle onlara cevap veremeyeceği aşikardı. Bakışlarını hastane örtüsüne dikmiş o anı düşündüğü belliydi. Yavaşça kapıya yöneldiğimde son kez dönüp baktım. O da bakışlarını örtüden çekip bana kaydırdı. Sanki son bir kez bir şey söylemek istiyormuş gibi dudaklarını aralasa da hiçbir şey söylemeyip arkasına yaslandı. “Şimdi gidiyorum. Yine gelirim.” Başıyla onaylarken bacaklarını kendine çektikten sonra yatağın üstünde olan örtüyle onları sarmaladı. Kapıyı açıp çıkmak üzereyken yüksek şiddetli bir ses hastanede yankılandı. Ardından bir tane daha derken üçüncüsünde içinde bulunduğumuz odanın camı parçalandı. Silah sesi mi bu? Dalia yaslandığı yerden kalkıp bana endişe dolu bir bakış attığında bir kurşun sesi daha duyuldu. Hızlıca kapıyı kapatıp onun yanına geldiğimde kurşunlardan bir tanesi son kalan sağlam pencereyi de delip geçti. Etrafa saçılan camların birkaçı üzerimize düşmüştü. “Ne oluyor? Kim bunlar?” dedi Dalia korku dolu bir ses tonuyla havada uçuşan kurşunların çıkardığı seslerin arasından. “Bilmiyorum,” dedim onu yataktan indirim yanıma oturturken. Ardı ardına sıkılan kurşunlar başımı kaldırıp dışarıyı gözetlememe engel oluyordu. Yanıma iyice sokulan Dalia korkudan titremeye başlamıştı. “Korkma ben yanındayım.” Bakışlarını kaldırıp buğulanmış deniz mavisi gözleriyle bana baktı. İçimde o an bir şey cız etti. Anlamlandıramadığım bir şey. Kalbimi deli gibi çarptırıp yokuş aşağı koşan bir çocuk gibi hissettiren bir şey. Rahatsız edici bir şey. Havada uçuşan ve giderek azalan silah sesleri daldığım düşüncelerden uyandırıp ana odaklanmamı sağlamıştı. Belimdeki silahı çıkartıp alelacele eline tutuşturdum. Eli buz kesmiş vücudu gibi de titriyordu. “Bunu al. Biri girerse içeri düşünmeden vur onu. Tamam mı?” İlk önce eline tutuşturduğum silaha sonra bana baktı. “Zorunda mıyım?” dedi titrek ses tonuyla. “Ölmek gibi bir kariyer planın yoksa hiç düşünmeden yap hem de.” Elimi elinin üzerinden çektikten sonra yerde sürünerek kapıya kadar ulaştım. Kapıyı açtığım zaman koridorda yankılanan bağırma seslerinin şiddeti arttı. Kapıdan çıkmak üzereyken seslendi. “Dikkat et Komutan.” Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde buğulanmış bakışlarıyla göz göze geldik. “Sen de.”
|
0% |