Yeni Üyelik
2.
Bölüm

EP.1

@ikbalbahceeee

Ben Medusa. Medusa Blackwell. Annemin henüz daha on altı yaşındayken uğradığı istismar sonucunda hamile kalmasıyla, 1999 yılında Londra'da dünyaya gelmiştim. Annemin on altı yaşında olması sebebiyle geçen çocukluğumun güzel, en azından ideal bile olmadığını söyleyebilirim.

 

İsmim Medusa. Annemin Yunan mitolojisine olan bağımlılığı, benim adımı Medusa koymasına neden olmuştu. Yunan mitolojisi hakkında hiçbir şeyi okumamıştım. Hiçbir zaman okumayı düşünüyordum. Eski yıllardan kalma insanların, can sıkıntısından oluşturduğu yaratıklar beni ilgilendirmezdi. Mitolojiyle ilgili tek bildiğim, benim adımdı.

 

İsmim Medusa. Benim ismim nefret doluydu. Annemin ben her gece uyurken kulağıma fısıldadığı sözler beni gece rüyalarımda avlıyor, çığlık içinde uyanmama sebep oluyordu. Annemin hikayesinin kötü kahramanı bendim, benim hikayemin kötü kahramanı ise o. Onun benden neden nefret ettiğini on iki yaşıma gelene kadar hiç anlayamamıştım. On iki yaşımda, bir yılbaşı gecesinde bütün ailemiz bir araya toplandığında, dayımın bana tiksintiyle bakıp 'babasının fotokopisi' dediğinde bütün parçalarım yerine oturmuştu. Uzun uğraşlar sonucu, 16. yaş günümde babamı bulduğumda karşılaştığım kişi, sürümü daha iyi kavramama neden olmuş, kendimden daha da nefret etmemi sağlamıştı.

 

Ben babamın aynasıydım. Aynı kızıl saçlar, koyu yeşil gözler, hatta aynı bakışlarla, ben babamın kopyasıydım.

 

Ben, annemin Medusa'sı. Babamla aynı taş bakışlara sahiptim. Annem bana her baktığında asla hatırlamak istemediği o günü hatırlar, bu yüzden benden nefret ederdi. Kötü adam bendim.

 

Bunu fark ettiğim anda, Şükran günü için anneannemin evinde toplandığımızda herkesten gizli yatak odalarına dalıp çekmecelerinden kaçırdığım parayla kendime bir uçak bileti almış, on yedi yaşımda New York'a gelmiştim. Reşit olmadığım halde tek başıma başka bir ülkeye seyahat etmek, şaşırtıcı bir şekilde kolaydı. Tek yapmam gereken bir gece vakti odamın penceresinden sızıp havaalanına bir otobüsle gitmek, uçuş görevlilerine büyük annemin orada yaşadığı, şu an çok hasta durumda olduğu ile ilgili bir yalan sıkmaktı. Sekiz saatin sonunda New York'a gelmiştim, ve sahip olduğum tek şey bir sırt çantasıydı.

 

Peşimden kimse gelmemişti. Kimse beni merak edip aramamış, hatta hakkımda kayıp ilanı bile verilmemişti. Tamamen ne yapacağımı bilmez halde, New York sokaklarına salmıştım kendimi.

 

-

 

İç çekerek evime girdiğimde hemen kucağıma koşan köpeğim Max'le beraber, market poşetlerini kapının yanına bıraktım ve eğilip hayvanımın yumuşak tüylerini okşadım. Ona bir ödül maması verdikten sonra mutfağıma geçip aldıklarımı yerleştirmeye başladım. Bir yandan da beni arayıp ulaşamayan insanların bıraktıkları sesli mesajları dinliyordum.

 

'Medusa'm, senin için endişeleniyorum biriciğim. Bu yılbaşında da mı gelmeyeceksin? Biliyorsun, bu yaşlı adam senin dağ başındaki evine gelemeyecek kadar hasta.'

 

Arthur amcamın sesini duyunca içime dolan suçluluk duygusuyla iç çektim. Arthur, buraya ilk geldiğimde zavallı halimi görüp beni pastanesinde işe almış, hatta bana evini açmıştı. Anlattığına göre gençliğinde aşık olduğu bir kız vardı, fakat ona asla kavuşamamıştı. Kanser, genç kızı Arthur amcamın ellerinden çekip almıştı. Arthur amca, daha sonralarda asla başka bir kadını sevmemiş, haliyle hiç bir zaman da bir çocuğu olmamıştı. Fakat o, hep bir kız evlat istemiş, tam kendinden vazgeçerken karşısına ben çıkmıştım.

 

Arthur amcamın biricik sevgilisi Leslie'ye olan benzerliğim onu büyülemiş, adeta benim ona tanrının bir hediyesi olduğumu, tanrının biricik sevgilisini ondan aldığı için beni özür olarak gönderdiğine inanıyordu.

 

Hayatımda duyduğum en aptalca şeydi. Fakat bunu tabiki ona söylemeyecektim.

 

İşimi bitirdiğimde saçlarımı toplayıp üzerimi değiştirdikten sonra salonuma geçip kendimi kanepeme fırlattım. Max, havlayarak neşeyle yanıma koşup ayak ucuma kıvrıldı. Televizyondan açtığım dizinin kısık sesi eşliğinde gözlerimi tavana diktim ve her zamanki gibi düşüncelere daldım.

 

-

 

Telefonumun çalması, beni kabus dolu uykumdan uyandırdığında kanepede oturup derin nefeslerle kendime gelmeye çalıştım. Ter içinde kalmış bedenim karincalanıyor, sanki her zerrem ağrıyordu. Saçlarımı geri atıp sehpadan telefonumu aldım. Bir yandan da saate baktım.

 

7.05 PM.

Naomi (editör) arıyor...

 

İç çekip telefonu açtım ve kulağıma götürdüm.

 

"Tanrı aşkına Medusa, yarım saattir sana ulaşmaya çalışıyorum. Neredesin sen? O dağın başında kurtlara yem oldun sandım!"

 

İş arkadaşım Naomi'nin yapmacık endişesi ile gözlerimi devirdim. New York Times'ın biricik editörü, CEO'larla yatıp kalkarak maaşını beş katına katlayan, şirkette ters düşmek istemediğiniz tek kişi. Aksi takdirde tek bir lafıyla dedikonuzu bütün şirkete yayıp, bütün iş hayatınızı yerle bir edebilecek o kadın.

 

"Buradayım Naomi. Uyuyakalmışım, bilirsin izin günümdeyim." Dedim sessizce ayağa kalkarak. Mutfağa geçip çekmecemden antidepresan şişesini çıkardım. Elime bir tane alıp ağzıma attım ve yarım bardak soğuk suyla yuttum.

 

"İzin gününde olduğunu biliyorum, bebeğim. Fakat sende biliyorsun ki izin günün olması çalışmayacağın anlamına gelmiyor. Hala tamamlaman gereken yazılar var." Demesiyle iç çektim ve arkamdaki mutfak tezgahına yaslandım.

 

"Farkındayım Naomi. Fakat dediğim gibi, şuan izinliyim ve yılbaşı gecesine kadar öyle olacağım. Lütfen, yeni yıldan sonra konuşalım. Yazılar tamamlanmış olacak." Dedim sessizce ve telefonumu kapattım. İç çekip yorgunlukla kendimi banyoya sürükledim, kendimi sıcak suyun altında temizledikten sonra kurulanıp temiz kıyafetler giydikten sonra on bahçeme çıkıp bir sigara yaktım.

 

Hava soğuktu. Donduruyordu. Soğuk tenimi yakıyor, yanaklarımı en az saçlarım kadar kırmızı yapıyordu. İç çekip gökyüzüne diktim gözlerimi, yıldızları izledim. Kendimi sorguladım bir süre. Hayatım nereye gidiyordu? Yakında ölecektim. Beni kimse hatırlamayacak, arkamdan ağlayan tek kişi olmayacaktı. Benden geriye kalan tek şey bu ev, köpeğim, ve tamamlanmamış bir kaç kitap kalacaktı.

 

Adımı kimse hatırlamayacaktı. Milyarlarca insanın arasında sadece bir süre yaşamış, sonra solup gitmiş bir yüz olarak kalacaktım. İki yıl önce teşhisini aldığım depresyonu iliklerime kadar hissediyor, antidepresanın verdiği o sahte huzurlu his bile kalbimi yatıştıramıyor, kabusumun üzerimde bıraktığı etkiyi dindiremiyordu.

 

Tanrı benimle komik bir oyun oynuyor, sabrımın sınırlarını ölçüyordu. Göğsüm daralıyordu, ve ben artık ağlamakta bile güçlük çekiyordum. Yarısı bitmiş sigaramı çimene atıp ayağımın ucuyla söndürdükten sonra iç çekip ayağa kalktım ve etrafa baktım. Evim, şehir merkezinden uzaktı. Hatta, dağın başı bile denilebilirdi. Çevresi ağaçlarla kaplı küçük bir kulübeydi. Biraz yürüyünce Hudson nehrinin kıyısına ulaşabiliyordun. Bu ev benim gözümde bir altın madeniydi, fakat insanlar şehre olan uzaklığı nedeniyle almak istememişti. Bu da evin normal değerini neredeyse yarısına düşürmüş, tadilatinda harcayabilmem için ekstra para bile kalmasına sebep olmuştu.

 

Tam içeri gireceğim anda ağaçların arasında gördüğüm silüet, duraksayıp kaşlarımı çatmama neden oldu. Kendimi bunun sadece nehrin kenarına gelmiş olabilecek bir sarhoş olduğuna inandırıp evime girdim ve kapımı kilitleyip perdeleri çektim.

 

Sessizce kanepeme dönüp yerleştim, ve dizimi izlemeye devam ettim.

 

 

Loading...
0%