Yeni Üyelik
3.
Bölüm

bölüm 3 - dünyanın odaları

@ikmugi

 

🎵 doğan duru - diken 🎵

 

>>>

 

İçinde yaşadığımız dünya acılarla dolu. Kıyılara vurmuş balıklar gibi bir son beklemekte bizi. Ölü bir uygarlıktan kalan cesetlerin toplu mezarları miras kalacak gelecekteki karanlık boşluğa. O karanlıkta bir yerlerde senin de cesedin olacak. Gözlerin yerinde mi diye bakacaklar. Kuzgunlar onları oyup kaçmadıysa şayet belki son kez ölü toprakla yıkanmış gözlerine bakacaklar. Sonra silineceksin yeryüzünün kokuşmuş odalarından. İster uyu ister uyan, dünyada kendine ait hiçbir oda bulamayacaksın. Sevgili Öğüt, saklanma. Birazdan kapın çalacak ve kendine ait bir oda buldum sanacaksın.

Tuhaftı fakat iyiydim. Önce güzel bir kahvaltı hazırladım kendime. Serin bir duş aldım. Hatta öyle iyiydim ki dolabımın arka tarafında kalmış limonatayı koca cam bir bardağa döktüm. Tüm bunlar yetmezmiş gibi buzlukta unuttuğum buz küplerini de limonatama attım. Birkaç yudum almıştım ki tam o sırada kapım çaldı. Bu bana buzlu limonatamdan daha soğuk hissettirdi. Bardağı usulca tezgâha bıraktım. Tuhaf şeyler hep güzel anların ardından gelirdi. Pek şaşırmadım. Aksine sanki az sonra kapımın çalacağını bilir gibiydim. Ahşap döşemelerin sesi ben yürüdükçe evi kuşattı. İçimdeki Şafak, yalan yok, saklanmak istedi. Şafağı mutfakta bıraktım. Öğüt benimle yürüdü. Kimseyi göremedim kapıyı açtığımda. Haziranın sıcak havası evime doldu. Sağa sola bakındım. Kapıyı çalıp kaçan belki de bir çocuktu. Ben de yapardım küçükken diye düşündüm. Fakat kapıyı kapatmadan hemen önce kapının önündeki kirden rengi değişmiş paspasın üzerinde bir zarf gördüm. Zarfın üzerinde küçük oyuncak bir karga figürü vardı. Bunları bırakanı görme umuduyla tekrar sağa sola bakınarak zarfı ve kargayı yerden aldım.

Salona gelip oturduğumda tuhaf hisler beni çoktan ele geçirmişti. Bu hislerin içinde en baskın olanı ise meraktı. Zarfı dikkatlice açtım. Küçük sayılabilecek kâğıt parçasında el yazısıyla karalanmış birkaç cümle vardı.

Merhaba, Şafak. Dünyadan saklandığını biliyorum. Oralarda bir kişi daha için yer var mı? Ya da belki artık saklanmaktan vazgeçersin. Karşı apartmanda oturuyorum. İpucu: Simsiyah saçlarım var. :)

Dünyadan falan saklandığım yoktu. Ne saçmalıyordu bu? Ayrıca siyah saçlarından bana neydi? Karşı apartmanda oturan bir sapığım mı vardı? Harika, hayatımda bir bu eksikti!

Kâğıdı buruşturup kanepeye attım. Yanımda duran şu sinir bozucu kargayı elime aldım. Ne tuhaf bir oyuncaktı. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu öylece. Ruhsuz ve ölüydü. Plastikten, içi boş, çirkin ve kesinlikle tuhaftı. Bu sapık, oyuncağa kamera yerleştirmiş olabilir miydi? Bu düşünceyle kaşlarımı çattım. Dik dik baktım karganın gözlerine. Bu çirkin şeyden bir an önce kurtulmalıydım. Hızlı adımlarla balkona çıkıp karşı apartmana baktım. Her kata teker teker göz gezdirdim. İkinci katta çiçeklerini sulayan kadın bu işler için oldukça yaşlıydı. Üstelik saçları siyahın yakınından bile geçemeyecek kadar aydınlıktı.

Oyuncağı atmak yerine balkonumun tek çiçeği olan orkidenin toprağına sapladım. Şimdi karga gözlerini dikmiş sahibini izliyordu. Onu bulmak için uğraşmayacaktım fakat onu bir gün elbet yakalayacaktım. O zaman karga kimi izlemek isterse onu izleyecekti. Zaman hızlı akmaya başladığında kanımın akışı daha da ağırlaştı.

Salona geri döndüğümde tezgahın üzerinde unuttuğum limonata dolu bardağım aklıma geldi. Bu tuhaf anın üzerimde bıraktığı hisleri kenara ayırmaya çalışarak mutfağa yürüdüm.

Kapıya bırakılan notu düşündüm bir süre. Belki de bana aşık ergen bir kızdı. Olabilir miydi? Ya da benimle dalga geçmek isteyen bir grup çocuk... Bunların hepsi ihtimaller dahilindeydi elbette fakat sayısız ihtimallerin arasında insana endişe veren birçok seçenek de bulunuyordu. Canımı sıkan da bu seçeneklerdi aslında.

Limonatamı hemen ayağımın dibine yere bıraktım ve oturduğum kanepede arkama yaslandım.

Babam ölmüştü.

Zihnime ansızın hücum eden bu düşünce ruhuma iyice sıkıntı verdi. Aslında haberi aldığımdan beri düşünmemek için birçok şey yapmıştım. Hatta bir şiir bile yazdım fakat bu pek de kafamı meşgul etmedi. Babamın hayaletine bir şiir yazmaktan farksızdı yaptığım şey.

Düşüncelerim beni boğarken hızla ayağa kalktım. Bu pazar günü sadece bir limonata içmek istemiştim fakat her şey bir anda tatsızlaşmıştı. Odama gidip üzerime rastgele beyaz bir tişört geçirdim. Altımdaki eşofmanı değiştirme zahmetinde bile bulunmadan kendimi dışarı attım.

Haziran sıcağı şimdiden saç diplerimi ıslatmaya başlamıştı. Bir ara bu saçlardan kesinlikle kurtulmalıydım. Elimi saçlarımdan geçirip karşı binaya uzunca baktım.

Belki de şu an penceresinin ardından beni izleyip benimle eğleniyordu.

Bu düşünceye normalden biraz fazla sinirlendim. Hırslı adımlarla mahallenin yokuşunu inmeye başladım. Yolun sonunda deniz göründüğünde biraz daha sakinleşmiş hissediyordum. Tek sorun daha şimdiden ellerimi yıkama ihtiyacıyla dolup taşmamdı. Üstelik insanların garip bakışları da sinir ediyordu beni. Ne vardı sanki bakacak? Oysa ben onlara hiç bakmıyor, hatta yanlışlıkla göz teması kurduğumda hemen bundan kaçmanın yollarını arıyordum. Hem bakmaya değecek bir şeyleri olduğunu da düşünmüyorum. Sıradan insanlar olarak sıradan bir dünyadaydık. İyi ya da kötü yaşamaya çalışıyorduk. Cesur ya da korkak, ölü ya da diri, aşık ya da yalnız, normal ya da hasta... Aynı evin farklı odalarında yaşayan milyarlarca insan... Fakat benim dünyam o kadar sonsuz değildi. Birkaç kişiden ibaretti. Onlardan da ikisi şimdi ölü bakıyorlar dünyaya. Ben ise uzun zamandır biraz tuhafım. Yaşamak sanırım, zor geliyor. Yalnızlığa alıştım, hatta bundan daha yalnız olamayacağımı biliyorum şu hayatta ve kabulleniyorum. Yine de insan bazen kahvesini bir başkası yapsın isteyebiliyor. Hep değil ama... Bazen işte.

Deniz kenarına vardığımda boş bir bank bulup oturdum. Hava pek de ferah hissettirmiyordu. Seyyar limonata satıcısı gözüme çarptı. Bugün dünya limonatalar günü müydü yoksa algıda seçicilik kavramıyla biraz fazla sıkı fıkı mı olmuştuk?

Telefonumu çıkarıp haftalardır konuşmadığım ve sanırım bu dünyadaki tek arkadaşımı aradım. Telefonu ikinci çalışta açtı. Sesi şaşkın gelirken bu şaşkınlığının haklı olduğunu biliyordum.

“Alo? Şafak…”

“Selam Aytekin. Naber abi?”

“Ben iyiyim de sen iyi misin? Hayırdır, bir şey mi oldu?” dediğinde güldüm.

Aytekin iyi çocuktu. Esmer, çekik gözlü, hafif yapılı biriydi. Lisedeyken en yakın arkadaşımdı. Sonra hayat biraz kötüye gitti. Yani benim hayatımdı kötüye giden. O üniversite sınavına girip mühendislik kazandı. Hatta bu sene mezun oldu. Ben ise… Şöyle böyle yaşadım. Annem ölmeseydi belki her şey farklı olurdu ama sonuç olarak şu an buradayım ve hapsolduğum bu yerde zamanımın dolmasını beklemek zorundayım.

“Babam öldü.” Dedim pat diye. “Yani… Oldu biraz. Ama ondan aramadım seni. Sordun diye söyledim. İşte... Öylesine.” Alt dudağımı ısırdım. Çok yalnızdım. Çok, çok, çok yalnızdım. Birileriyle konuşmaya ihtiyacım vardı. Ben, böyle yaşamaktan çok yorulmuştum.

“Ciddi misin?” dedi saf bir şaşkınlıkla. “Başın sağ olsun Şafak. Üzüldüm.”

“Teşekkür ederim. Ben iyiyim, sorun yok. Müsaitsen görüşelim mi?” dediğimde akşama doğru görüşebileceğimizi söyledi. Telefonu kapattığımda daha normal hissediyordum. Arkadaşlarıyla buluşan normal biri gibi…

Buluşma saatine kadar kendime iş bakmaya karar verdim. Sahil kenarındaki çeşmelerin birinde ellerimi yıkadım. Gün uzundu ve gördüğüm hiçbir su kaynağını kaçırmamayı aklıma not ettim. Sıcak bunaltıcıydı. Gördüğüm bir kafeden içeri girdim ama bu dışarıdan göründüğü kadar basit değildi. Bu işi yapamayacağımı biliyordum. Önümde onlarca engel vardı. Sürekli ellerini yıkayan, insanlara karşı buz gibi olan tuhaf bir adamla kim uzun süre çalışmak isterdi ki? Dudaklarımı kemirdim. Barista kızın yanına biraz yaklaşıp anlamsızca bekledim. Sarışın kız güler yüzle hoş geldiğimi söyledi. Onunla aynı fikirde olamadım. Ne tuhaftı başkalarının hakkında yargılarda bulunmak. Ya da bendim tuhaf ve her şeyi epey abartı olan o adam. Bilmiyordum. Bildiğim tek şey koca gözleriyle tam gözlerimin içine bakan şu sarışın kıza bir cevap vermekti.

En sonunda aklımdaki hezeyanların arasından sıyrılmayı başarıp “Merhaba.” diyebildim. Gülümsedi. Konuşmasına fırsat vermeden iş aradığım hakkında kısa birkaç açıklamada bulundum. Bana biraz beklemem gerektiğini söyleyip gözden kayboldu. Kolumu içinde tatlıların olduğu cam tezgâha yasladım.

İçerisi gündüz olmasına rağmen karanlıktı. Aydınlatması sarı ışık ağırlıklı olan kafe ahşap mobilyalarla donatılmıştı. Duvarlarda tuhaf tablolar vardı. Tuhaf derken sanat gibiydi yani. Sade bir bakış açısından çıkmadığı belliydi tüm bu çizgilerin. Karmaşık ve özgün bir zihnin ürünleriydi. Tablolardan birine iyice yaklaştım. Devasa bir sahnede küçücük kalmış bir kadın vardı. Arkasında ise koca bir gölge. Gözüm sol alta kayınca küçük bir karga çizimi olduğunu fark ettim. Kaşlarım usulca çatılırken yeniden koca gölgeye baktım. Bu bir karga gölgesiydi. Kaşlarım iyice çatıldı. Şu meymenetsiz kargalar her yerde karşıma çıkmak zorunda mıydı? Bugün dünya limonatalar değil, dünya kargalar günü olmalıydı ya da algıda seçicilik yine iş başındaydı.

Ben tabloları incelerken sarışın kız bana seslendi. Yanında orta yaşlı bir adam vardı. Sanırım onunla konuşacaktım. Adamın yanına gittiğimde barista kendi işine dönmüştü. Adının Nedim olduğunu öğrendiğim adamla bir on beş dakika kadar konuştuk. Burada haftanın altı günü çalışmaya sabredebilecek miydim bilmiyordum fakat sonucu ne olursa olsun deneyecektim. Nedim’le el sıkışıp birbirimizden kurtulduk. Üç gün gel seni önce bir deneyelim, dedi. Sonrasına bakarmışız. Ona ben karar veririm dedim. Aklımdan geçirdim yani. Nedim uzaklaşırken masada oturmaya devam ettim. O sırada yabancı şarkı değişip bilmediğim Türkçe bir şarkı çalmaya başladı. Nakarat girdiğinde dikkatimi şarkıya verdim. Bu bir çukur, derin değil. Gözü açık yattığım bir mezar. Hafifçe güldüm. Limonatalar, kargalar, depresif şarkılar, tuhaf karşı komşum ve şu berbat ellerimi yıkama hissi.

Öfkeyle ayağa kalktım. Lavaboya gitmeden önce bir kahve siparişi verdim. Barista kız –yaka kartında Güneş yazıyor- bana işe alınıp alınmadığımı sordu. Kısa bir cevap verip ardından kaçarcasına lavaboya girdim ve ellerimi iyice sabunlayıp yıkadım. Lavabodan çıktığımda şarkı devam ediyordu. Şarkı yalnızım ama kimsesiz değil dediğinde düşündüm. Yalnız ve hatta yapayalnızdım. Yapayalnızlığın kimsesizlikle farkı neydi bilmiyordum. Düğüm düğüm ördüğüm bu duvar, kalbim içinde hapsolmuş yas tutar diye ekleyip devamında sonsuz bir müzik başladığında kahvemi içerken düşünmek için epey fırsatım oldu. Aklıma sabah kapımın önünde bulduğum not geldi. Dünyadan saklandığını biliyorum. Bunu ben de biliyordum sevgili karşı komşum. Dünyaya bir de benim gözümden baksaydın korkulacak epey şey olduğunu görebilirdin. Fakat herkes kendi gözleriyle bakıyordu dünyaya ve benim dünyamda hadsiz soytarılar, gizli görevdeki kargalar ve hayaletler vardı. Kendi dünyamda rahat bir yeri olamayan tek kişi ben gibiydim hatta. Kapıya yakın oturarak ziyan ettiğim bir ömürdü benimki. Kapıya yakın oturanlar ya kolay kaçardı ya da en erken ölürdü. Bir kumar oynadım fakat henüz ne kaçabildim ne de ölebildim.

Kahvenin dibine geldiğimde Güneş ile göz göze geldim. Şu barista kız. Bana sanki yakın bir arkadaşıymışım gibi gülümsedi. Benden bile tuhaf biriydi. İnsan tanımadığı birine öyle güler miydi hiç? Ben gülmezdim mesela. Bana da kimse pek gülmemişti böyle.

Ben düşünceler çukurunda çürürken onun gülümsemesi zaman aşımına uğrayarak gözden kayboldu.

Gözlerimi tablolarda gezdirirken masamda bir gölge hissettim. Güneş gölge yapmazdı aslında ama bu kez farklıydı. Bitmiş kahvemi alıp masayı gelişigüzel sildi. Sanırım benimle konuşmaya çalışıyordu. Zararsız bir hali vardı. Koca gözlerini gözlerime dikmese daha iyi şeyler düşünebilirdim hakkında.

"Afiyet olsun." dedi yine tam gözlerimin içine bakarken. Teşekkür ettim kuru bir sesle. Boğazımı temizleyip tablolar hakkında soru sormaya hazırlanmıştım ki o benden önce konuyu açtı.

"Tablolar ilgini çekti sanırım." dedi canlı bir sesle. İyi bir gözlemciydi.

"Evet, güzeller. Özellikle şu sahnedeki kadın tablosu..." derken cümlemin sonu boşluğa doğru savruldu. "Hepsi tarz olarak birbirine benziyor tabloların. Aynı sanatçı mı?" diye sordum.

Güneş başını hafifçe sallayıp onayladı. "Aşkın Karaca." dedi tek solukta. "Nedim Bey burayı ilk açtığında Aşkın Hanım da burada garson olarak çalışıyormuş. Dekorasyon falan hep onun sayesinde bu hale gelmiş. Arada gelir uğrar. Pek tanımıyorum ben de. Resim atölyesi açınca garsonluğu bırakmış mı ne... Bilmiyorum."

Bu tirat karşısında başımı salladım.

"Onunla nasıl tanışabilirim?" diye sordum tuhaf bir dürtüyle. Bana bunu sorduran neydi bilmiyordum. Beğendiğiniz tabloların sahibini merak etmeniz olağandı. Belki de değildi. Üzerine fazla düşmedim.

"Ay...Yani, bilmem ki. Belli bir gün yok. Kafasına göre gelir gider. Bazen haftalarca gelmiyor."

"Anladım. Sağ ol." dedim kalkmaya niyetlenirken.

"Rica ederim. İstersen numaranı falan ver ben gelirse haber veririm sana."

Teklifi karşısında duraksadım. Numaramı almak için rol mü yapıyordu yoksa tek gayesi benim ressamla tanışmam mıydı?

Kafamdan konunun ressamla bir alakası olmadığına dair kesin bir düşünce geçse de yine de numaramı vermeyi kabul ettim. Tekrar yalandan bir teşekkür sunarak ellerimi yıkamak üzere lavaboya girdim.

 

***

 

selam! bir dahaki bölümde görüşürüzzzzz. yorumlarınızı bekliyorum. <3

 

 

Loading...
0%