@ikraelse
|
İmparatorluk Yılı 1898,17 Nisan Hannes Armand Claire De Luna "Vakit dediğimiz kavram iki yüzlüdür. İyi yüzünü bize nadiren gösterirken - gerçekten iyi olan yüzünden bahsediyorum - kötü yüzü ise adeta yakamızı bırakmaz. Bu durum, hayatımızın katillerinden biri olmasına rağmen ona bel bağlamamızı engellemez. Belki de canlı olmamızın yadsınamayacak özelliklerinden biridir bu. Dipte olduğumuzda yanımızda mutlaka birini ararız. Bunun illa somut bir varlık olması gerekmez. O an tüm duyguları aşırı bir şekilde yaşarken, bir söz bile bize direnme gücü verebilir. Duygularımız stabil hale gelince de tekrar vakte söylenmeye devam ederiz." Yazdıklarıma son bir kez göz atarak günlüğümü kapattım ve yerine koydum. Yazmayı öğrendikten sonra günlük yazmaya başlamıştım. Her gün yaşadıklarımı yazmasam bile - önemli bir şey olmadıkça yaşadıklarımı asla yazmazdım - düşüncelerimi yazardım. Günlüğümü, kraliyetteki konumumdan dolayı saklama gereği asla duymamıştım. Birinin günlüğümü okuyacağını düşünmediğimden dolayı her zaman koyduğum yere - çalışma masamın ilk çekmecesine - koyardım. Odam ufak tefek farklılıkları saymazsak her prensin odası gibiydi. Altın yaldızlar ve fresklerle süslenmiş büyük bir kristal avize tavanı süslüyordu. Koyu yeşil ve altın renklerine sahip, yükseltilmiş yatak, odanın merkezindeydi ve yatağın iki yanında, yatakla uyumlu iki komodin yer alıyordu. Odamda ayrıca altın kaplamalı iki koltuk ile odanın rengiyle uyumlu bir kitaplık ve çalışma masası da bulunuyordu. Odamda yapacak hiçbir şeyin olmadığına kanaat getirerek odamdan çıktım. Balo gibi olaylar ve arkadaşlarımla buluşmaya gitmediğimde günlerimi genellikle kraliyet kütüphanesinde veya atıma binerek geçiriyordum. Bazı günler birlikte kahvaltı yapardık, bugün de öyle olmuştu. Alaric ve Dax abimin tartışmasına nasıl olduğunu anlamadan bir şekilde Doriane ablam - Dax'in ikizi - da katılmış, ben de dahil geri kalanlar bir süre anlamadan onları izlemiştik. Sonunda tartışmaya Nikolaus amcam - imparatorluğun ikinci imparatoru - el atmıştı. Bunlar olurken, kahvaltı yaptığımız yeri bilmem kaçıncı kez izlemiştim. Kraliyetteki konumumdan dolayı bir şey olmadıkça benimle konuşmazlardı; kahvaltı da bir istisna sayılmazdı. Ancak bugüne kadar olduğum her kahvaltıda olduğu gibi, Jia ablamın keskin ve üzerimde gezen bakışları yine benim üzerimdeydi. Buna sevinmem mi yoksa korkmam mı gerekir, hiç bilmiyordum ve bunu düşünmek beni iyice geriyordu. Düşüncelerime bir son verdiğimde, bugün günümü at sürerek geçirmek istediğime karar verdim ve kraliyet ahırlarının bulunduğu yere doğru gitmeye başladım. Kraliyet ahırlarında yaklaşık 200'e yakın at vardı. Ahırda bulunan bu kadar çok atın imparatorluk ailesine ait olmasına rağmen, bu sayının atlara bayılan Doriane ablamı pek memnun etmediğini hatırlıyorum. Konu hayvanlar olunca imparatorluğun ikinci prensesini anlamak mümkün değil - en azından benim için -. Kraliyet ahırlarından biraz uzakta, savaşta kullandığımız atların yer aldığı bir ahır bulunuyordu. Savaşta kullandığımız atlar ve sahipleri ile ilgili bir kural vardı: atla herhangi bir bağ geliştirmemek. Bu, kıtaları birleştirme politikası yürüten imparatorluğun en önemli kurallarından biriydi. Okuduğuma göre, kuralın ortaya çıkma nedeni bazı askerlerin atlarının kaybı dolayısıyla depresyona girmeleri ve görevlerini yerine getirememeleriydi. Saraydaki bazı yerler, hem küçükken hem de şimdi benim sığınağım olmuştu. Şu an ahıra giderken yol üzerinde bulunan, geçmişteki malum olaydan dolayı artık bakımı yapılsa bile kullanılmayan bahçe bunlardan biriydi. Küçük prens, tekrar sığındığı yerlerden birine gelmişti. Bu sefer, son olayların etkisiyle söylentilerin merkezinde olan bahçeye gitmişti. Bahçe, tüm bu söylentilere rağmen onu insanlardan daha az korkutuyordu. Özellikle küçümseyici ve değersiz hissettiren bakışlara kıyasla, bahçe onun için en güvenli yerlerden biriydi. Bir ağaca yaslanıp göle ve göl patikasındaki çeşit çeşit çiçeklere bakarak kitap okumak, küçük prens için adeta bir terapiydi. Gözlerindeki ışıltı ve yüzündeki tebessüm, yalnızlığını bahçedeki kelebeklerle ve ara sıra göle gelen balıklarla paylaşmanın, soyluların ve ailesinin onu kabul etmeleri için uğraşmaktan daha değerli olduğunu gösteriyordu. O gün, küçük prens, tek başına bile mutlu yaşayabileceğini öğrenmişti. Bahçede tek başına olmamasına rağmen, Jia bahçeye geldiği ilk andan itibaren küçük kardeşini bir ağacın arkasından izliyordu. Ondan sadece iki yaş büyük olduğu için henüz bir şey yapamasa da, kardeşi doğduğunda verdiği sözü tutmak için elinden geleni yapıyordu. Şimdi tek yapabildiği şey onu izleyip yalnız bırakmamaktı. Jia en azından küçük kardeşi hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordu. Kim bilir, belki ileride onu istediği gibi sinirlendirebilirdi. Diğer kardeşlerinin onu sinirlendirmesine izin vermemeliydi; sadece o, küçük kardeşini sinirlendirebilmeliydi. O gün, bir çocuk kendisine yapışmış rolü kabul etmek için bir adım atarken, diğeri kardeşini izlemenin ve onunla hayaller kurmanın mutluluğunu yaşıyordu. 👑👑👑 Ahıra geldiğimde doğrudan atımın bulunduğu kısma gittim. Kahverengi tüylere sahip ve yüzünde yukarıdan aşağı doğru beyaz bir şerit olarak uzanan Clydesdale cinsi bir attı. Benden başka kimseye yakın davranmadığından ve oldukça agresif olduğundan adını ölümcül olan anlamına gelen "Balor" koymuştum; bunda oldukça büyük ve güçlü olması da etkili olmuştu. Atım tamamen sürmek için hazır olduğunda Balor'un yanına geçerek sağ ayağımı üzengiye yerleştirip kendimi yukarı doğru çektim. Sol ayağımı da üzengiye yerleştirerek dizginlerimi elime aldım. Dizginleri hafifçe çekerek Balor'u hareket ettirdim. Balor önce yavaş bir tempoda yürümeye başladığında, ben de etrafı seyretmeye ve havayı içime çekmeye başladım. At sürmenin en iyi taraflarından biri, manzarayı seyretmek ve biraz olsun özgür hissetmekti. Rüzgarın serinliğini yüzümde hissetmemle birlikte Balor adımlarını hızlandırdı. Atımın hızlanmasıyla birlikte kısa bir kahkaha attım. Balor'un ve kendimin nefes alışlarını duyduğumda ağzımdan şu cümleler döküldü: "Günümüz daha yeni başladı Balor. Birçok ruha ve insana kıyasla özgür olarak başladı." |
0% |