Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Oyun: Terk

@ilaysunurnargiz

 

 

Emre Aydın - Soğuk Odalar

 

Hayatın ne kadar ciddiye alınmaması gerektiğini ve elbet bir gün öleceğimizi fark edeli uzun zaman olmuştu. Elbette bu çalışmayacağımız ya da bir şeyleri elde etmeyeceğimiz anlamına gelmiyordu. Her zaman çalışmalıydık. En azından belki birkaç kişiye bir faydamız dokunmalıydı.

Ben Çakır. Ailesinin serseri dediği, en yakın dostuyla yeni sulara yol açtığı ve bipolar hastası olduğunu herkesten saklayan on dokuz yaşında bir delikanlıyım.

Ailem beni kötü yola sürükleyenin oyunlar olduğunu söylüyor ama bana göre öyle değil. Oyun oynamak bana göre farklı bir eğlence. Oyun oynamanın bize eğlenceden başka bir şey katmadığını söylüyorlar ama bana göre yanılıyorlar. Oynadığım ve üzerinde değişikler yapıp yeni modlar eklediğim Minecraft adlı oyunu yabancı dile çevirdiğiniz zaman oradaki kelimeleri ister istemez ezberliyor hatta bu sefer isimlerini yabancı dilde söylemeye başlıyorsunuz. Bence oyunların en iyi yanı bu.

Bunun yanı sıra size okulda öğretmedikleri şeyleri öğretebiliyor. Bazıları zekanızı geliştirebiliyor. Aslında oynamam ama sudoku oyunları hem kâğıt israfından bizi kurtarıyor hem dikkat dağınıklığını toparlıyor hem de zekamızı geliştiriyor.

Yani ebeveynlerin kötü diye adlandırdığı oyunlar bize bazen iyi anlamda birçok şeyi katabiliyor. Sırf bunu onlara anlatamadığım içinse hayatımı, benliğimi, küçüklüğümü, evimi, yuvamı, kalbimde hissettiğim sıcaklığı terk etmek zorundayım. Başıma neler gelecek bilmiyorum ama tehlikeli sulara karıştığımı hissediyorum.

Dalgalı, tehlikeli ve hayata tutunması zor sular...

"İstemiyorum artık tamam mı? Bana deli muamelesi yapmanızdan, beni beş yaşındaki çocuk gibi görmenizden, beni insan yerine koymamanızdan, bana saygı duymamanızdan bıktım! Yoruldum anne, yoruldum. İnan ki çok yoruldum ya! Gitmek istiyorum anne. Uzaklaşmak, kafa dinlemek, rahatlamak istiyorum. Aren'le kalmak istiyorum. Selvi ile vakit geçirmek istiyorum. İçinde sadece üç gün duracağımız hayatı sıkıcı bir şekilde yaşamak yerine eğlenceli bir şekilde yaşamak istiyorum. Bunda suç olan ne?"

Özetle karşılaşacağımız bütün sıkıntıları, bütün dertlerin sonuçlarını ders kitaplarımızdan çıkarabileceğimizi, geleceğimizi sadece ders kitaplarıyla kurabileceğimizi sanan ebeveynlerim var.

Sizin de böyle ebeveynleriniz var mı?

Onları bilinçlendiren biri yok mu?

Zorlukların kolaylıklarını sadece ders kitaplarından çıkaramayacağımızın, mesleklerin sadece ders kitaplarından ibaret olmadığının farkında değiller mi?

Herkes mi böyle?

"Eğlence dediğin şey sana zarar veriyor. Ne yaptığının farkında değilsin. Aklın yerinde değil Çakır! Kendi istediklerin olacak diye olmazlara inanıyorsun. İnat etme!" Ve evet. Hastalığımı yüzüme vurmaktan asla çekinmiyorlar.

"Aklımın yerinde olmadığını söylediğiniz için gidiyorum zaten görmüyor musunuz? Bu kadar kör ve bunu anlamayacak kadar aptal mısınız?" diye bağırdığımda babam yüzüme sert bir tokat atmıştı. Şimdiye kadar ailemden her ne kadar azar işitsem de yemediğim tokadı yemenin zamanı bugün müydü? Zamanı gelmiş miydi?

Yüzümü kaldırdım yılmadan. Bu kafa yapısının içinde olmamalılardı. Onların zamanında teknoloji bu kadar ilerlemediği resmen olmadığı için onlar bir meslek elde etmek için derse muhtaçlardı. Ama şimdi bilim vardı, sanat vardı, spor vardı. Bunları yapıp ayakta durduğun sürece derslere değil çözümlere ihtiyacın vardı. Matematik dediğin şey sana sadece problem getirir. Çözümleri vermez, bilmediğin çözümleri senden ister. Albert Eistain'in derslere değil bilime ihtiyacı vardı. O adam bile bilime açken biz neden derslere aç bireyler oluyoruz? Bundan daha büyük bir aptallık yok!

Ailem artık beni bir robot olarak kullanmayı bırakmalıydı.

Artık herkes gözlerini açmalıydı.

"Bırak gitsin. Defol! Yıkıl karşımdan, bir daha da bu eve adım atma!" dedi tam gözlerinin içine öfkeli bakışlar attığım sırada. Biz gençler yaşlıların eski ve dik kafalı olduğunu söylüyorduk ama bunda asla yanılmıyorduk.

Bu devirle kendi devirlerini kıyaslamayı bırakmalı, bizi bizim devrimizle kıyaslamalılardı. Kendi zamanlarında yaşamaya devam etmek yerine zamana ayak uydurmalı ve içinde bulunduğu zamanı yaşamalıydı. Eskiyi değil!

Daha önceden hazırladığım bavulumu odamdan almak üzere merdivenlerden çıktım. Ailemin varlığından dahi haberi olmadığı kasayı açıp içindeki dolarların hepsini aldım. Bunlar bana Youtube'un ve diğer sosyal medya hesaplarımın kazandırdığı paranın bir miktarıydı. Yani çoğunluk bir bölümü buradaydı çünkü ben daha iyi içerikler üretip sunabilmek için paranın bir bölümünü harcamıştım.

Yaklaşık dört beş yıldır video paylaşıyordum ve hepsi iyi bir izlenmeye sahipti. Büyük bir topluluk beni izliyordu ve buram buram fenomen kokuyordum. Ki zaten öyleydim. Bulunduğum konum buydu. Getürkt hesaplı sosyal medya kanallarımda paylaştığım içerik videoları iki yıl içerisinde insanların ilgisini çekmeme sebep olmuştu. Videolarımı Türkçe paylaşıp İngilizce ve Almancaya çevirdiğim için yurt dışında da izleniyordum. Bu Almanca kelimenin Türkçe karşılığı sahte, hile anlamlarına geliyor. Normalde oyun oynarken böyle birisi değilim lakin içerisinde Türk kelimesi geçtiği için bu ismi seçmiştim.

Türkçülüğü savunan ve Türk kelimesi nerede geçerse yorumları Türk bayraklarıyla dolduran bir insanım. -Aramızda öyleleri çok var biliyorum.-

Atamın bana bıraktığı vatanı dünyanın her karış toprağına duyurmanın biz gençlerin vazifesi olduğunu bilirim.

Bütün paraları bir çantaya doldurup bilgisayarımı ve benim için manevi değeri kalmış eşyaların hepsini aldım. Bunların arasında Aren'le olan fotoğraflarımız da vardı, Youtube'dan kazandığım plaketler de. Manevi değeri kalmış diyorum çünkü ben ilk defa babamdan tokat yedim. Ben ilk defa evden gitmem gerektiğiyle yüzleştim.

Valizimi ve çantamı aldıktan sonra ailemin bana on sekizinci yaş hediyesi olarak aldığı ve üstüme yaptırdıkları BMW'ye ilerledim. Kapıları açtım. Valizimi ve çantamı arka koltuğa yerleştirdim. Rengi siyahtı. Doğuştan bembeyaz olan saçlarımın aksine gözlerim gibiydi. Aslında gözlerim koyu kahverengiydi lakin çok koyu bir kahverengi olduğu için insanlar siyah olduğunu söylemişlerdi. Ben de zamanla siyah olduğunu kabullenmiştim.

Başımı koltuğa yaslayıp gözlerimi kapattım kısa bir süre dinlenmek üzere. Cebimden gelen uzun titreşimle birinin beni aradığını anladım ve elimi gözlerimi açmadan cebime götürdüm. Ya Selvi'ydi ya da Aren... Gerçi Selvi olma ihtimali çok düşüktü çünkü yakın bir zamanda bipolar hastası olduğumu öğrenmiş ve aramızdaki ilişkiyi iyiden iyiye açmıştı. Hatta ayrıldık bile denebilirdi.

Bunun aksine aramadığını ve mesaj attığını gördüm.

"Birader, bugün planda ne var?" Aren'di...

"Kendime yeni bir ev bulmak." Yazdım hüzünlü bir gülümsemeyle. Uzun bir süre yazmadı.

"Sen iyi misin?" yazdığında derin bir nefes çektim içime. Anlatmak istediğim halde yuttuklarım çok fazlaydı. İçine sırlar atılan dipsiz bir kuyu gibiydim. İnsanlar bana dertlerini atıyorlardı ben ise onları kucaklamak zorunda kalıyordum.

"Annemlerle kavga ettim. Başka bir eve geçeceğim." dedim olduğum yerde kıpırdanırken. Kemerimi taktım yola çıkmak üzere.

"Seninle gelmemi ister misin?" diye sorduğunda bunu her ne kadar istesem de bencilce davranmak yerine insani bir şekilde davranmayı seçtim. Benimle gelirse hep benimle kalmayı seçerdi, bilirdim. Onun için ben ailesinden de önemliydim. Bu lafın gelişi değildi. Bunu bana ispatlamıştı.

"Hayır teşekkür ederim. Benim yüzümden senin de ailenden ayrı kalmanı istemiyorum."

"Ayrı kalacağımı kim söyledi ki? Üniversiteye gitmek istemediğimi söyledim. Eğer üç ay içerisinde ayaklarım üzerinde durabileceğimi kanıtlayabilirsem oyun yapma konusunda bana daha çok yardımcı olacaklarını ve üniversiteye göndermeyebileceklerini söylediler. Hem benim için de iyi olur. Seninle kalırım. Hafta sonu ailemin yanına dönerim. Hafta içi de gidebilirim. Bilmiyorum. Yalnız kalmaman gerekiyor, zaten seni de bırakmak istemiyorum." Bu satırları okumak gülümsememe sebep oldu.

"Sağ ol Aren. Şu an ihtiyacım olan en iyi ve tek şey buydu."

"Rica ederim. O zaman nasıl yapıyoruz? Aklında bir plan var mı? Emlakçılarla görüştün mü?"

"Hayır yok. Eşyalarımı alıp çıktım işte evden. Yeni tartıştık. Bahçede arabanın içindeyim."

"Bizim mahallede bir ev var. Sahibi az çok tanıdık. Hem bizimkilere yakın olur hem eşyalı ev. Bu zamandan tasarruf sağlar diye düşünüyorum." dediğinde gülümsemem büyümüştü.

"Olur. Bana evin adresini at. Sen toparlanana kadar ben de eve bakayım."

"Evi beraber alalım. Yarısını ben ödeyeyim yarısını sen." dedi.

"Eğer param yetmezse olur lakin yeterse alırım. Ödediğim para kadarını sen faturalara yatırırsın. Elektrik faturası malum." dedim. Ekonominin varlığını unutmuş olmalıydı. İt gibi kabul etmek zorunda!

"O da olur." Kabul etti.

"Hadi adres atıyorum." Diye ekledi.

"Hadi at. Görüşürüz." Dedim sohbeti kesip bir an önce evi almak için.

"Görüşürüz." Dediğinde dosyayı sildim ve telefonu kapatıp cebime yerleştirdim.

Anahtarı yanında taşımak yerine arabanın ön camının önüne bırakan tek deli ben olduğum için cama doğru eğilip anahtarı aldım. Bunun için uzun bir uğraş verdim. Anahtar parmaklarım arasında kaldığında ise kontağa takıp arabayı çalıştırdım. Yalova'nın sokaklarında arabamla ilerlerken yolda yürüyen her bir insanın yabancı ırk olduğunu görmemek mümkün değildi.

Aren'in bana gönderdiği adresin önünde durmadan önce marketten gereksiz olmayan yiyecekler almıştım. Abur cuburu kesmiştim çünkü göbek yapmıştım. Sevgili kız takipçilerim ve güzeller güzeli sevgilim için fit kalmam gerekiyordu.

Ben evin önünde beklemeye başladığım sırada beyaz bir araba sokak başında belirmişti. Bu tarafa doğru gelmesine aldırış etmeden beyefendiliğimi takınıp başımı eğdim ve telefonumla ilgileniyormuş gibi yaptım. Arabasını tam önüme park ettiğinde ayaklarıma çarpmaması için kendimi geriye doğru çektim. Arabayı durdurup kapıyı açıp yanıma geldi.

"Ev için mi geldin delikanlı?"

"Evet Rıfkı amca." Dedim. Rıfkı amcayı az çok tanırdım. Bir keresinde Aren'in evine gittiğimde tanışmıştım. Hastalığım olduğunu bilen nadir kişilerden biriydi.

"Hayırdır? Rafet ne dedi de bu kadar dellendin? Gerçi biraz bahsetti ama..."

"O bahsettiyse benim bahsetmeme gerek yok." Dedim başımı eğerek. Apartmanın merdivenlerini çıktık. İkinci kata ulaştığımızda ortadaki kapıya ilerledi. Bir katta üç daire vardı. Elindeki anahtarla kapıyı açtıktan sonra ayakkabılarını çıkartıp eve girdi.

"Gel bak bakalım içine sinecek mi?" diye sordu. Evde halı olduğunu fark edince boşaltılmadığını düşünüp ayakkabılarımı çıkartıp eve girdim.

"Evi ben direk sana döşenmiş olarak vereceğim. Buzdolabını falan da verirdim de onlar eski olunca vermek hiç içimden gelmedi oğul. Onları sen halledebilir misin? Ben zaten evin parasını babandan alacağım."

"Yok abi. Var benim param. Kaç benim borcum?"

"Ama oğlum..."

"Abi bir valiz param var benim. Babam servetim olduğunu bilmiyor. Sen kaç lira onu söyle." Dediğimde oflayarak "Dört milyona satarım." Dedi. Başımı salladım.

"Tamam. Kaç euro yapıyor bu bir bak. Euro olarak vereceğim." Dediğimde gözleri fal taşı gibi açıldı ben yeni çıkmaya başlamış sakallarımı kaşıdığım sırada.

"Bir valiz kadar euron mu var?"

"Evet." Dediğimde başını geriye doğru çekti.

"Oğlum o para sende ne geziyor? Nerden buldun onu? Banka mı soydun?"

"Hayır ya! Youtube'dan geldi işte."

"O meret o kadar kazandırıyor mu?"

"Yabancılara video atıyorum ya ben. Onlar izliyor hep." Dediğimde dudaklarından anladığını belirten bir ifade döküldü.

"İyi tamam o zaman. Ne zaman verebilirsin?" diye sordu. Param olduğunu söyleyince hemen istiyor tabi.

"Yanlış anlama. Mersin'e gidiyorum ben. Aciliyeti var."

"Sen evin anahtarını ver abi bana. Aşağıda para. Ben aşağıya indiğimizde veririm. Ev iyi." Dedim odaları gezerken. Duvarların küflenip küflenmediğine bakıyordum. Küflenme yoktu. Çocuklara ait birkaç beyaz eşya vardı ama bunları sattıktan sonra güzel bir para cebimize gelirdi. Bana yaramayacak eşyaları satıp ihtiyacım olanları alabilirdim. Bir büyük iki küçük oda vardı. Hatta odanın biri iki metrekareydi. Oraya da temizlik malzemeleri konulmuştu zaten. Akıllıcaydı. Kış geldiği zaman balkona çıktığımızda çok soğuk olmaması için balkonu kapatmışlardı.

Evden sadece kişisel eşyalarını ve nevresim takımlarını almışlardı. Geri kalan tüm mobilya ve beyaz eşyalar vardı. Işıkların her birini ampullerin ömürlerinin ne kadar kaldığını hesaplamak için açıp kapatmıştım. Her ne kadar onlar bunu anlamasa da onlar da bitmeye yakındı. Özellikle salonunkinin acil değişmesi gerekiyordu.

Muslukları da kontrol etmeyi ihmal etmedim. Kombi çalışıyor mu diye bakmak için şofbeni açtım ve suyun ısınmasını bekledim. Yaklaşık iki dakikada ısınınca istediğim sıcaklığı elde ettiğim için şofbeni ve suyu kapattım. Yatak odasından içeriye girdiğimde çift kişilik yatağın üzerinde zıplamaya başladım. Eğer rahatsız edecek gibiyse yenisini alıp bunu satacaktım. Yatak çok büyük değildi ve bence idealdi. Kısa bir süre yattım ve bekledim sırtımı rahatsız edecek mi diye. Etmediğinde yatak sınırlarından çıkmadan kendimi yuvarlamaya başladım. Fazlasıyla iyiydi. Zaten yeni çıkan yataklardandı.

Mutfakta hiçbir sorun yoktu. Pırıl pırıldı. Sadece dolabın birinin kulpu yoktu o da aynı dolabın içindeydi.

"Onu takabilirsen tak oğul. Ben evden çıkarken koptu. Takamam ben onu." Dediğinde "Ben takarım amca sen dert etme de tornavida falan var mı?" Kulpu tezgâhın üzerine bıraktım. Tezgâh çok uzundu. Bulaşıkları dağ gibi biriktirip söylenerek yıkamak için ideal bir uzunlukta.

"Var. Kilerdeydi gel göstereyim." Dediğinde daha demin iki metrekare diye bahsettiğim odaya doğru gitti. Kapıyı açıp içerden bir alet çantası çıkarttı. Dolaba uygun olduğunu düşündüğü küt uçlu bir vida ve yıldız tornavida verdi. İşimizi bitirdiğimiz gibi geri kaldıracağımızı bildiğimden onları öylece orada bırakıp mutfağa gittim. Vidayı dudaklarımın arasına yerleştirip kulpu tuttum ve kulpu dolaba monte ettim.

Eksik listemizse şu şekildeydi:

- Buzdolabı

- Çamaşır makinası

- Fırın

- Nevresimler

- Perdeler

- Ampul

- Kıyafet

- Kitaplık

- ÇELİK KASA

Bu adam o kadar param olduğunu öğrendikten sonra ben paramı orta yerde gezdirmem. Büyük bir servet o.

Kültürsüz ve kitap okumayan bir aileden kitap okumalarını asla bekleyemezsin. Bunu aklının bir köşesine yaz. Tamam benim de kitap okumayı çok sevdiğim söylenemez ama evde en azından iki tane kitap bulunur lan. Çocuklarda mı hiç okumuyor? Bu evde niye kitaplık yok?

Neyse takıntılarımı bir kenara bırakıp ana odaklanmam lazım. Takıntım şu; her evde bir kitaplık olmalı ve bu kitaplığın en az bir rafı kitapla doldurulup diğer kalan raflar istenilen şekilde doldurulmalı. Bu kişinin kullanımına kalmıştı ama ben kitaplığı en az buzdolabı kadar önemli görüyordum.

O kitaplık olacak arkadaş! O kadar! Delirtmeyin beni!

Yıldız tornavidayı alet çantasına tekrar kaldırdıktan sonra kilerin kapısını kapattım. Daha sonra evden çıktık. Ben eksik eşyaları almaya gidecektim o da evine. Gerçi parasını da verecektim. O da vardı işte. Verirdik o da giderdi ben de.

"Siz nerede kalıyorsunuz amca?"

"Eşimle çocuklar Mersin'e gittiler. Ben de biraderin evinde kalacaktım ev satılana kadar. Satıldığına göre toplanıp yola çıkabilirim."

"Allah yolunu açık etisin."

"Âmin oğul. Âmin."

Apartmandan çıktığımızda arabanın kapılarını açıp bagaja doğru ilerledim. Evet eşyalarım arka koltuktaydı ama para bagajdaydı. Bagajı açarken zorlanacağımı görünce el frenini çekerek arabayı geriye aldı. İçinde hassas eşyalar ve paralar olan valizi açıp parayı saymaya başladım. İki deste beş yüz euroluk bir derste de yüz euroluk vermiştim eline. Duyabileceği şekilde sesli sayıp görmesini sağlamıştım. İsterse kendi tekrar sayabilirdi. Eline paraları verdikten sonra bagajı kapattım.

"Hadi Allah yolunu açık etsin amca."

"Sağ olasın evlat. Senin gibiler oldukça yolumuz hep açıktır. Umarım içine sinmiştir."

"Sindi amca sağ ol."

"Sen eşyaları istediğin gibi kullanırsın. İster sat ister at ister kullan, sana kalmış. Ben evimi teslim ettim. O bana yetti. Fazlasını istemem. Hadi görüşürüz."

"Görüşürüz teşekkür ederim." Dedim ve arabanın şoför koltuğuna doğru ilerleyip arabayı çalıştırdım. O ise benden hızlı davranıp hızlıca gitti. Acelesi varmış gibi davranıyordu. Umursamadım çünkü beni ilgilendirmezdi. Aldığım eşyaları getirmeleri için adres verdikten sonra ikinci el eşyaları al sat yapan bir dükkânın önünde durdum.

"Hoş geldiniz."

"Hoş bulduk abi. Ben eşyalı bir ev aldım da evde işime yaramayacak ikinci el eşyalar var onları alabilir misin diye soracaktım."

"Tabi. Biz senin adresi alalım abi. Şu an araçla başka müşterinin evine gittiler araç gelince sana uğrayalım olur mu? Ne kadar eşya varsa değerine göre ben sana bir fiyat biçerim."

"Tamam abi teşekkür ederim. Hayırlı işler." Demeden önce evin adresini vermiş ve oradan uzaklaşıp yeni evime dönmek üzere arabama binmiştim.

Evde ilgimi çekmeyen eşyalar olmadığı söylenemezdi.

Hadi gidip evi kurcalayalım!

...

Eve vardım. Arabanın arka koltuğundan içinde nevresimler ve perdeler olan iki farklı poşeti aldım. Daha sonra kapıyı kapatıp yukarı çıktım. Valizleri perdeleri yukarı çıktığım gibi alacaktım. Apartmandan içeriye girdiğimde üzerinde Rıfkı amcanın adını gördüğüm su ve elektrik faturalarını aldım.

Hepsini Aren'e ödetecektim.

Merdivenleri çıkıp kapının önünde durduğumda elimdeki poşetleri anahtarı cebimden çıkartmak ve kapıyı açmak üzere yere bıraktım. Kapı açıldığı sırada aceleci davranarak poşetleri hızlıca elime alıp kapıyı ayağımla ittirdim. Poşetleri kenara bıraktığım sırada eve ilk geldiğimde bu kokuyu fark etmediğim için önce kendime kızdım.

Uzun süredir havasız kaldığı için evde çok olmasa da inceden rahatsız edici bir koku vardı.

Poşetleri salona taşıdım ve evdeki camların birçoğunu açtım. Yatak odasının camını açmak yerine kapısını açmıştım çünkü soğuk olmasını istemiyordum. Evden tekrar çıktım ve bu sefer yine elime doldurabildiğim kadar eşya doldurdum. Valizlerim çok fazlaydı. Kalan son valizi almak için aşağıya indim ve onu da alıp eşyaların çalınmaması için seri adımlarla binaya çıktım arabanın kapısını da kilitledikten sonra.

İçinde kendime ait olan eşyaların ve paraların bulunduğu valizleri yatak odasına bilgisayarlara ait olan şeyleri ise çocuk odasına götürmüştüm. Orası videolarımı çekeceğim oda olacaktı.

Buraya gelmemden beri yaklaşık üç dört saat geçmesine rağmen Aren'in gelmediğini gördüğümde içimde oluşan tuhaf hisle mesaj attım.

"Aren neredesin lan?"

Aren mesajlarıma çabuk bakan bir arkadaş olduğu için şanslıydım. Bunu bile bile işime dönmek üzere telefonu cebime attım. Poşetten perdeleri çıkartıp nereye neyi asacağımı ayarlamak için hepsini birer köşeye bıraktım. Bu sırada telefonun titremesi ile elimi cebime götürdüm. Tabi bu sırada kalbim biraz acımıştı. Bipoların yanı sıra kalp hastalığım da vardı ve bir de varla yok arası olan göz bozukluğumu da eklemek gerek.

"Kanka ben geç gelirim. Sen ne yaptın?"

"Evi aldım. Eşyaları ayarlıyorum."

"Zevkine hayran olduğumu biliyorsun. İşin bittikten sonra yaz beraber oyun oynayalım." Yazdığında kaşlarımı çattım.

"Hani geç gelirdin? Dalga mı geçiyorsun benimle?"

"Evden çıkmama izin yok. Gece kaçacağım."

"İyi tamam. Yorgun olmazsam yazarım."

"Tamam bekliyorum." Son mesajını attıktan sonra telefonu kapattım ve perdeleri asmaya başladım. Yoksa akşam ışıkları açtığımda evin içi gözükürdü. Ben salonun perdelerini astığım sırada ikinci el eşyaları alan ekip geldi. Geldiklerinde eşyaları gösterdim. Gösterdiğim eşyaların üzerine tahta kalemi ile işaret attılar. Geri kalan şeyleri de bana bıraktılar.

Normalde Aren'le bana tek kişilik yatakları bırakıp çift kişilik yatağı verecektim lakin Aren'in ben eve varmadan attığı mesaj üzerine onun benimle geceleri kalamayacağını ama ev onunmuş gibi istediği zaman gelip gidebileceğini öğrenmiş, planı kendime göre yapmıştım. Ben perdeleri asarken fazlalık eşyaları götürdüler. Onlar gitmeden önce işimi bitirdiğim için fazladan bir şey almışlar mı diye kontrol etmiştim. Yatak odasında paralar olduğu için ve oradan alınacak bir şey olmadığı için kapıyı kilitlemiştim. Sadece makyaj masası vardı. Onu da ben yanlarındayken en son almış, eşyaların değeri kadar parayı bana verdikten sonra gitmişlerdi.

Gardıroba eşyaları dizdiğimde diğer siparişlerim geldi. Odaları ona göre ayarladık. Tabi bu sırada eşyaların yerini ayarlamama yardımcı oldum. İkinci el eşyalar çok, kaliteli ve resmen yeni alındığı için ikinci el eşyacının bana verdiği parayı bu adamlara vermiştim.

Hepsini toplu yerden almam da işime gelmişti.

Buzdolabı geldiği gibi fişini takıp çalıştırmıştım çünkü yiyecekler her ne kadar çabuk bozulmayacak ürünler olsa da bozulabilirlerdi ve ben bunu istemiyordum. Yorgun olduğum için kendime yemek hazırlayabilecek durumda değildim. Bu yüzden dışardan pizza söylemiştim.

Aren'e pizza tabağının fotoğrafını yollayıp altına "Sana bence evden çıkmaktan daha fazlası yasak." Yazdım. Buna karşılık ağlayan emoji atıp "Ama neden ben?" yazmıştı.

"İşim bitti. Video çekelim mi?"

"Olur çekelim. Aç bilgisayarını."

"Ne oynayalım?"

"Şu son açtığımız sürümün linkini ben senle son yazıştığımda paylaşmıştım. Takılırız orada." yazdığında "Tamam." Yazıp telefonu kapattım. Bilgisayar odasına kalan son pizzalarla gidip bilgisayarın açma tuşuna bastım. Son kalan pizzayı bilgisayar açılana kadar yedim ve kutusunu götürüp mutfağa bıraktım. Odaya tekrar dönüp oyunu başlattıktan sonra banyoya gidip ellerimi yıkadım ve bilgisayarımı kısaca temizledim.

Bu saatten sonra artık Getürkt'tüm. Çakır bitmişti çünkü Çakır'ı kimse tanımıyordu. Aren'de Spielschwert'tü. Artık onu da tanıyan kimse yoktu.

Sadece birkaç dakika için Aren ve Çakır olmak yerine Getürkt ve Spielschwert olmuştuk. Dünyaya açılıp yelkenler fora olduğu zaman biz Türk isimlerine değil alman isimlerine sahiptik. Gerçi gerçek isimlerimiz bile öz Türkçeye ait isimler değildi de neyse...

Aren keşke kendine başka bir isim bulsaymış.

Türkçe konuştuğun zaman Almanca aksanını yakalamak zor oluyor.

Spielschwert ne ya?

"Hi Friends, today we are going to play Minecraft with you. As usual, we have Spielschwert and a few of you with us. Merhaba Arkadaşlar, bugün sizinle Minecraft oynayacağız. Yanımızda her zamanki gibi Spielschwert ve sizlerden birkaç kişi var. Hallo Freunde, heute werden wir mit euch Minecraft spielen. Wie immer haben wir Spielschwert und ein paar von euch mit dabei." Her seferinde aynı cümleyi farklı dillerde söyleyip oyuna başlayamamak çok zordu. Daha videoya giriş yapmamıştım ve bu sadece selam verme aşamasıydı.

Aren selam vermek amaçlı "Hello everyone!" dedi. İngilizcenin uluslararası bir dil olması işimize geliyordu lakin ben içeriği izleyen kişinin daha videonun başındayken bizden yabancılık çekmemesi amaçlı neden olduğunu bilmediğim ve içimden gelen bir dürtüyle videoya bu şekilde başlamayı tercih ediyordum. Videonun devamını çevirmem videoyu uzatacağı ve gerçek tepkileri anında veremeyeceğim ve insanlara daha yabancı kalacağım için izleyenler bunu anlayışla karşılayıp devamında İngilizce devam etmemi değil gerçek dilim olan Türkçeyle devam etmemi istiyorlardı.

Bana, dilime, tarihime, atama ve benliğime saygı duydukları için İngilizce değil Türkçe istiyorlardı. Yoksa her yaz tatilinde Almanya ve İngiltere'yi ziyaret etmemden ötürü o dilleri de ana dilim gibi konuşabiliyordum. Benim yaptığım ise hayranlarımın isteği oluyordu ve bu beni her zaman mutlu ediyordu.

Sana saygı duyup emeklerine bakan insanlarla tanışmak güzeldi. Onlar için üniversiteye gitmemiştim ama onlar bunu bilmiyorlardı. Ne okuyorsun diye sorduklarında hangi üniversiteye gittiğimi öğrenmemeleri için görmezden geldiğimi düşünüyorlardı ama yanılıyorlardı. Ben onlar için, hayallerim için okul denen o illet şeyden en yakın arkadaşımla kurtulmuştum. Hapishanenin üstüne gelen duvarları arasında eriyip gitmiş ve parmaklıklar arasından kolaylıkla geçebilmiştim.

Hayata kolaylıkla tutunabilmiştim...

...

Oyun faslı bitmişti. Oyunlar elbet bir gün biterdi. Bunu her anlamda düşünebilirsiniz çünkü her şeyin bir sonu vardı. Ben sonsuzluk olduğuna inanmıyordum çünkü etrafımızda sonsuzluk denen bir şeyi net olarak görememiştik. Ebediyet simgesinin anlamı bilim insanları ve matematikçiler tarafından bile tamamen soyut görünmüşken benim buna inanmam imkansızdı.

Dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen Einstein bile insanların sonsuz kabul ettiği evreni üç boyutlu bir küre olarak görüyor ve evrenin sonsuz olmadığını söylüyorken ben neden evrenin ya da bir diğer şeylerin sonsuzluğuna, ebediyet simgesine inanayım ki?

Bilgisayarı kapatıp kendimi yatağıma attığım sırada telefonuma düşen bildirime baktıktan sonra uyumaya karar verdim.

Ve karşılaştığım şey ise... Hiç ummadıklarımdan daha kötüydü.

Aren Baysal... benim en yakın arkadaşım değil en yakın düşmanım olmuştu.

Bana yalanlar uydururken sevgilimle birlikte olmuştu. Selvi'yi benim elimden alan oydu.

Sevgilim ben bipolar hastası olduğum için beni terk etmemişti. En yakın arkadaşımla olduğu için beni terk etmişti...

Bu nasıl bir döngüydü böyle? İnsanların bana gülümsedikleri saatler ile ters düştükleri saatler neden bu kadar farklıydı?

Gerçi ikisinde de gülerlerdi. Birinde samimi bir şekilde gülüp dostanece omzuna vururlardı, öbüründe dudaklarını sinsice iki yana kıvırarak iki dudağının arasından alaycı kahkahalar atarlardı.

Yüzüne gerçekleri vururlardı.

Seni bir odada hayatla baş başa bırakıp giderlerdi.

Gitmişlerdi. Uykusuzluğum gitmişti, mutluluğum gitmişti ve ben üzgün olduğum saatlerde ağlayarak uyuyakalmıştım. Siyahlara kaplanmış bedenimi bir yatağa gömmüştüm.

Hayallerimi ise nereye gömdüğümü bilmiyorum...

 

 

(Aren Baysal'dan...)

Hayaller bulutlar üzerinde kurulurdu acılar ise yatağın soğuk tarafında. Acın ne olursa olsun günün sonunu yattığın yerde bitireceğin için ve yattığın yer sana hep soğuk geleceği için gözyaşların geceleri hiç durmazdı. Önce ruhunu ıslatırdı, sonra yastığını...

Gözyaşların hiç ama hiç durmazdı. Sen uyuyana, gözlerin ağırlığından ötürü kapanana kadar ağlardın. Sabah yastıktan kalktığında gözlerinin altı sanki çok koyu bir makyaj yapmışsın gibi mosmor olurdu. Tam mor da olmazdı acılar. Biraz yeşil, yer yer mavi ve göze en belirgin şekilde gözükecek bir mor.

Ruhunu yaralayan bir mor...

Kendimi bazen ortalıkta dolaşan bir ruh gibi hissediyorum. Ruhlarla konuşabildiğimi ve onları görebildiğimi anneme söylüyorum ama bana inanmıyor. Onları görmeme ve ne olduklarını bilmeme rağmen çok korkuyorum. Çünkü ruhların ne kadar zararlı ya da korkunç olduğunu bilmiyordum. Gerçi insanın da kendine ait bir ruhu olmasına rağmen ruhlardan korkması saçmaydı lakin bunun da elbet anlamlı bir tarafı vardı.

İnsanlardan nasıl korkuyorsan ruhlardan da bir o kadar korkarsın. Çünkü o ruh o insanlara aittir ve onlardan daha ölümcüldür.

"Çakır! Bu kadar erken niye yattın lan?" diye içeriye doğru seslendim. Evini güzel düzmüştü it. Sadece mutfağı özensiz duruyordu ama onu da bir ara hallederdi. Mutfaktan bir bardak su alıp koridorun sağındaki odaya girdim. Burası lavaboydu. Çakır her ne kadar doğma büyüme bilgisayar bağımlısı bir çocuk olsa da titizliğinden ödün vermezdi. Düzenli olmaya çalışır odasını hep toplu tutardı. Sadece odasıyla sınırlı kalmaz kendi hayatını sürdürdüğü her alana bunu yansıtmaya çalışırdı.

Kısa bir süre göz gezdirdim. Elimde su olduğu aklıma gelince hızlıca kapıyı kapatıp çıktım. Yandaki odaya girdim.

Burayı bilgisayar odası olarak düzmüştü ama kanalına ait her şeyin düzenli olmasını istediği için her şeyi tam olarak yerleştirmemişti. Yerde bir pizza kutusu vardı. Alıp masasının üzerine bırakarak yerden kaldırdım. Bu sırada gözlerim kitaplığına kaydı. Kitaplığı olmadan yaşayamayan bir insan olduğu için kitaplığı bu odaya yerleştirmişti. Kitaplığa baktığımda üstünde kitaplar dışında bir şey gördüm. Değişik bir şey. Oyun konsolu gibiydi ama değildi. Elime aldığımda kendimi aşağıya düşerken buldum. Çığlık atarken, tutunacak bir yer arayıp tutunamadığımı görmek korkunçtu.

"Çakır!" diye kaç kez bağırdım bilmiyorum. En sonunda bağırmayı da kestim çünkü boğazım düğüm düğüm olmuştu. Aklım yaptığım iğrenç şeylerle dolmuş, dudaklarım günahlarımın bile beni affetmeyeceğini söylemiş, ellerim korla kaplanmış, kulaklarım hiç duymaması gereken şeyleri duymuş, bedenim bilmemesi gereken şeyleri bilmiş, sırtımı yasladığım ağaç ise devrilmişti.

Ağaç her zaman yaslandığı yere devrilirdi...

Ağaç sizin bedeninizdi. Yük olan taraf ise sırtınızdı. Eğer desteğiniz kalkarsa önce sırtınız devrilir sonra bedeniniz ezilirdi. Deviren ise aradan çekilir sadece olanları seyrederdi. Bir gün kendinin de sırtının yere değeceğini düşünmezdi.

Sırtım yere değdiği sırada başımı da sert bir yere vurmuştum. Saçlarımın arasında sıcak bir ıslaklık, sırtımda keskin bir ağrı, kalbimde düzensiz bir ritim, ruhumda ise acılar vardı.

Ellerimse günahlarımla doluydu.

Allah'ın hiçbir vakit affetmeyeceği günahlarla...

Gözlerimin aralık kaldığı son saniyelerde etrafıma bakınmak istedim ama etraftaki zifiri karanlık buna engel oldu.

Çıkmaz bir yol vardı önümde. Bu yolun nereye çıkacağını bilmiyordum çünkü bazı yollar sarpa sarıp kendini bir labirentte bulmana sebep olabiliyordu.

Labirentler kafanın karışıklığını temsil eden ve doğru yoldan ilerlediğin zaman amacına ulaşabileceğini öğreten birer oyundu. Peki acımasızlıklarla dolu insanların aklında bu düşünce canlanıyor muydu?

Elbette hayır. Çünkü onlar hayattan ders çıkarmayı bilmez, bırakın hayattan ders çıkarmayı onlar kendi dediklerinin anlamlarını bile çıkaramazlardı.

Hiçbir şey yapamadıkları için sizin yapamamanızı sağlarlardı. Ya da bunun için kürek çekerlerdi işte. Hayattaki tek emelleri buydu işte. Başkalarına çamur atıp kendilerini iyiymiş gibi göstermek.

Karanlığıma hoş geldim...

Çünkü bunu yapanlardan biri de benim...

Babam hep vahşi bir hayvan olduğumu ama neye benzettiğini bilemediğini söylerdi. Bence ben kaplandım. Yırtıcıydım, güçlüydüm. İnsanları damarından vurmayı severdim ve en yakınlarıymış gibi görünüp en uzaktakileri olurdum. Bunu sevgilime de söylemiştim. O ise o günden beri bana kaplanım demişti. Sanki onun da kabullendiği bir gerçekmiş gibi.

Hayatım boyunca insanlarla oyun oynamaya çalışmış ve sonunda oyunun kendisi ben olmuştum. Eden ettiğini bulur derlerdi. Bu da onun gibi bir şeydi. Karanlığıma hapsettiğim kelepçeler vurduğumu sandığım insanlar aslında gerçek kelepçeleri bana vuruyordu.

"Oyunların karanlığına hoş geldin Aren Baysal..." dedi bir tanıdık ses. Ne kadar tanıdık olduğu muammaydı. Dost muydu düşman mıydı ayırt edemiyordun. Sahi, kimdi bu tanıdık ama bir o kadar da yabancı kişi?

Loading...
0%