@ilaysunurnargiz
|
(Yazardan…)
(İstanbul/Beşiktaş, 1998) Bir dervişe sormuşlar… Zıtlık nedir diye... Derviş sesli ve derin bir nefes vermiş. Yan yana kelimesinin ayrı yazılıp apayrının birleşik yazılması diye cevap vermiş bu derviş. Ve bu dervişin öyle güzel bir yaşamı varmış ki… anlam doluymuş. Bazı hayatlar her ne kadar üzgün sonla bitse de fark edemeyeceğiniz kadar anlam taşıyabilirdi, bu dervişin hayatı da onun gibi bir şeydi… Hayatta ne zaman ne olacağı belli olmazdı. Hayat bazen bazılarımızı çok severdi ve hava bile aynı duyguları yaşayabilirdi bizimle. Sevmekten çok belki de o kadar üzüntünün ardından acıyor da olabilirdi bilmiyorum. Bu konuda ikilemdeyim açıkçası. Bazen hiç sevmezdi, acımazdı bu yüzden biz de derinliklerimizdeki üzgünlüğümüze karşın karanlık bir fırtına yaratırdık içimizde. Bitmek bilmeyen, dinmeyen bir fırtına, bizi yok edebilecek bir kaos… Geçmişe gider gelirdik bu üzüntülerle. Gittiğimiz geçmiş ise derin kesikler açardı kalbimizde. Ve kalbimizden gürül gürül görünmeyen kanlar akarken sadece su damlaları üzerine düştüğünde belli ederdi kendini. Çünkü o kanlar geçmişle boyanmıştı. Geçmişle çizilmiş ve geçmişle bestelenmiş, geçmişle hayat bulmuş ve geçmişle yaşamına son vermişti… Kan geçmişti… Su ise gelecekti benim için, Geçmişi tek bir ek ile silip hayatına son verirken kendine yaşam kazandırandı… Hava yağmurlu ve kasvetliydi. Gök gürleyip duruyordu. Koca malikanenin dışarısında ayrı içerisinde ayrı fırtınalar kopuyordu bugün. Koridorun ışıkları her zaman açık olurken şimdi kapalıydı. Tıpkı Kandelen ailesinin birbirlerine karşı yaktıkları sevgi ışıkları gibi… Gök gürlediğinde koridorun başındaki büyük pencereden mavimsi, karanlık bir ışık sarardı ortalığı. Mavi özgürlüktü ama özgürlük hiçbir zaman olmamıştı. O mavimsi karanlık ışıkta ne duygulardı ne de gerçekti. Yere düşen yıldırımların gökyüzüne bıraktığı, bazılarının korkudan tir tir titrediği o ışıktı. Yıldırımın ritmi belliydi. Üç sessiz… bir sesli… üç sessiz… bir sesli… Ve defalarca gerçekleşen bu ritim sürekli tekerrür eder hayatımızda olup bitenler gibiydi… Ev ıssızdı, ev karanlıktı ve ev bağırtılarla doluydu. Üzüntülerle, hüzünlerle aydınlatıyorlardı birbirlerini. Mutluluğa dair bir ışık dahi yoktu… Bu iyi bir aydınlatma yöntemi değildi. Masumların da zarar görebileceği türdendi. Sadece salonun ve çocukların bulunduğu odanın yapay ışığı evi devamlı aydınlatıyordu. Kandelen ailesinin malikanesinde dışarıdaki fırtınayla karışmış olan seslere karşılık merdivenlerin başına geçti yaklaşık dokuz-on yaşlarındaki bir erkek çocuğu. İkizi Gökhan odalarında ağlayan kardeşlerini susturup uyutmaya çalışırken o, evin içinde olan bu gürültülü fırtınanın sebebini öğrenmeye çalışıyordu. Lakin öğrenmeye çalıştığı gürültünün kan ve su ile harmanlanmış toprak olduğunu bilmiyordu. Toprak onu öldürüyordu… Üzerine tıpkı gecenin amansız ve kötülük dolu renginde olan simsiyah bir kazak ve yere düşen yıldırımların renginden daha koyu olan bir pantolon giymişti. Gecenin karanlığı ruhunu da hapsetmişti… Bağırıp çağırıyorlardı annesiyle babası. Ama neden? Neden boş yere birbirlerine bu kadar yakınken bağırıp çağırıyordu ki annesiyle babası? Neden çocuklarının ağlama seslerini duydukları halde ona gülümsemiyor, her ağladıklarında yaptıkları gibi ay dedeyi göstermiyorlardı bu küçük yavruya? Neden "Bak ay dede yine ne kadar güzel süslemiş gökyüzünü..." demiyorlardı bu küçük kıza? Onu teselli edecek, sakinleştirecek bir kelime neden dökülmüyordu dudaklarının arasından? Dudakları lal mi olmuştu? Kafası doluydu bu sarışın oğlanın. Dışarıda fırtınalar koparken onun içini duyduklarına karşın bir sessizlik kaplamıştı. Ve içinde, kafasında yankılanıp duran tek bir soru vardı. O da zaten evde bir anda bir sessizlik oluşurken bir anda başlayan gürültülerdi. Bu evdeki ses gittikçe yükseliyor, gittikçe alçalıyor ve alçalan bu ses bir anda bir o kadar yükseliyor, ta ki gökyüzüne kadar ulaşıyordu. Gökyüzü bu bağırışlara sinirlendiği her anda da şimşekler topraklara bırakıyordu sinirini. Belki toprak sinirini geçirir umuduyla… Ne olup bittiğini anlamak olayı bilen biri tarafından bile bir güçlük yaratıyordu. Kelimeler kifayetsizdi ve o sakin ortamdan sonra yaşanan kafamızda sorgulamadığımız bazı şeyler gibi anlamsızdı. Çünkü her şey birbirine girmiş bir şekilde karma karışıktı. Çözülmeyen bir kördüğüm, çıkışı olmayan bir labirent, ağacın yer altındaki kökleri, gizemi bir türlü çözülememiş Mısır Piramitleri, sayısı bilinmeyen saç telleri bu karmaşıklığın yanında bir hiçti. Sadece onun kafası dolu olsa yine iyiydi ama bu akşam herkes farklıydı. Bu aile hep üzgündü, hep birbirini terslerdi ve zaten hiç aile olamamışlardı ama her seferinde susup sabretmesini bilmiş ve hiçbir zaman böylesine dağılmamıştı. Herkes ya sinirli ya da üzgündü. Evi her gün duygulara göre boyamak gerekirse tıpkı her gün olduğu gibi siyaha tekrar boyanabilirdi bugün. Ama koyu siyaha. Çünkü bugün onlar ölmüşlerdi. Bugün onların ölüm yıldönümüydü. Ruhları ya da bedenleri değil, duyguları ölmüştü bu hüzünlü ailenin. Siyah yasın ve üzüntünün rengiydi ama herhangi bir kişinin ölümüne yas tutmuyorlardı. Bu akşam bir duygunun ölümüne yas tutuyordu Kandelen ailesi. Sevginin... "Ben artık bu mesleği yapmak istemiyorum anladın mı? Başkaları ile uğraşmaktan, çocuklarımın yüzüne bakamamaktan bıktım ben. Senden de bıktım. Senden kim bıkmasın ki ayrıca? Kendimle bunun için ne kadar gurur duyuyorum bilemezsin. İçmişim ya da içmemişim bu seni ilgilendirmez. Seni boşayacağım! Sen benim yaptıklarıma karışamazsın!" diye kükremişti bu merak dolu oğlanın babası evde. Tıpkı bir aslan gibi güçlü bağırmıştı babası. Saçları altın sarısı olan bu çocuk, görünmemek için merdivenin bitiminden odalarına uzanan koridorun duvarına yaslamıştı sırtını. Sakin olmaya ve her gün olduğu gibi söyleyeceklerini tekrar içine atmaya, onları içinde biriktirip saklamaya, onları yutmaya çalışıyordu. Sanki her şey yolundaymış gibi sakince telefonuna bu bağrışmaları kayıt etmeye başlamıştı. Babasının annesine sunduğu boşanma olayına üzülmüş ama onu görme, onunla vakit geçirme isteğine dünyaları yıkacak kadar çok sevinmişti. Üzüntüsünden ötürü sevgisinden utanmıştı bir anda. Lakin sarışın çocuk böyle değildi. İyi kalpli, temiz yürekli bir çocuktu o. Kendi çıkarı için bir anda böyle duyguları yaşayamazdı. Evde ne kadar bağırırsa bağırsınlar ikizi ve çok sevdiği kız kardeşi koridorun sonundaki odalardan birinde oldukları için sesleri oraya gitmiyordu. Ve bu ses gitmeme meselesine abisinin kucağında bu bağırışlara karşılık ağlayan küçük kızın sesini katmak da gerekebilirdi. "Bir gün gittin. Sadece bir akşam bir kadının yanına gittin ve ondan hasta olduğunu söyleyerek hap aldın. Onun doktor olduğunu söyledin ama değilmiş. Uyuşturucu aldın değil mi ondan? Bana yalan söyledin değil mi? Kullanmadığını söyledin ama kullanıyordun. Şimdi yine o hapı kullandın ve bana yine aynı şeyleri söylüyorsun. Her zaman aynı kelimeleri kullanıyorsun ama yaptığım hiçbir şey yok. Olduğun yerde sayıklayıp duruyorsun. Boşa! Hadi boşasana! Benden kurtulsana! Çocuklarınla olmak istediğini söylerken benimle birlikte onlardan da kurtulsana! Kolay mı oluyor senin için böyle? Hadi, yukarı çıkıp çocuklara söyleyelim için rahatlayacaksa. Beni mi istemiyorsun yoksa onları mı? Sana çocuklarımı vereceğimi sanıyorsan yanılıyorsun Uras Kandelen." Neden böyle bir şey söylüyor annem? diye aklından bir soru geçirdi genç adam. Annesi ve babası neden boşanıyordu? Uyuşturucu diye bahsettikleri şey de neyin nesiydi? Bilmiyordu. Kafası allak bullak olmuştu. Belki soru kafasını karıştırmıştı, belki de beklemediği sorunun hiç beklemediği cevabı. "Ben sadece kızımı istiyorum. Ne sen ne de çocukların umurumda değil tamam mı? Cehenneme kadar yolunuz var! İster yetimhanelere bırak ister kendin bak ama boşandıktan sonra ne beni görmek istediklerini söylemek için ne de beş kuruş para için arama tamam mı?" dedi babası. Kalbine bir bıçak saplandı güzel yürekli oğlanın. Cümle bittiği anda cama benzer kırılgan sesler yükselmişti evde. Ne olduğunu anlamak için, içindeki meraka yenik düşüp başını olduğu yerden usul usul uzattı. Bu eve ilk taşınırken aldıkları büyük beyaz avize yere düşerken babasına denk gelmişti. Dehşetle sırtını tekrar duvara yasladı ve ağzını kapatıp ağlamaya başladı. Ağzını şaşkınlıktan kapatmış, ağlarken sesi onlara gitmesin diye de eliyle baskı yapmıştı. Her şeye rağmen yapabildiği tek şey buydu çünkü. Bazen o kadar çaresiz olurdu ki insan, yapabildi tek şey ağlamak olurdu. Haykırarak, bağırarak, kırıp dökerek ya da sessizce olduğu yerden ağlayarak. Bir elin ona yardım etmesini ve düştüğü yerden kaldırmasını dileyerek… Annesinin onun orada olduğunu bilmesini istemiyordu. Çünkü annesi onları ikizi ve kız kardeşi ile birlikte ikizinin odasına kilitlemişti ve o bu kapıya ne yapıp ettiyse açmayı başarmıştı. Eğer annesi odada olmadığını görürse ya da sesini duyarsa ona cezalar verirdi. Ama ceza alsa ne olurdu ki bu saatten sonra? Gideceklerdi. Nereye, nasıl ve ne zaman gideceklerini bilmiyordu ama gidecekleri belliydi. Bir camın daha kırılma sesinin ardından annesinin ağlama sesleri kulaklarına dolduğunda dayanamadı, bu savaşa daha fazla direnemedi. Her ne kadar koca bir kalbi ve aklı olsa da küçücük bedeni buna dayanamadı ve yenik düştü. Hızlıca yerinden kalktı ve odasına doğru ilerledi ses gidip gitmeyeceğini önemsemediği adımlarla. Yavaşça kapının kulpunu çevirdi ve odanın içine bıraktı kendini. Tekrardan yavaşça ses çıkarmayacak şekilde kapıyı kapattı ve ardından kilitledi titreyen elleriyle. Koridorda ilerlerken ses gidip gitmediğini ailesi için umursamamıştı. Ama bu odanın kapısını nazik açıp nazik kapatmak zorundaydı. İçeride uyuyan tatlı bir kız çocuğu ve ona bakmaya çalışan bir ağabey vardı ve bu ağabeyin çilesine saygı duymak söz konusuydu. Telefonunu ikizinin yatağının üzerine fırlattı. Kanlanmış gözlerini ona şaşkınca bakan ikizine çevirdi ve ikizinin kucağındaki kız kardeşini kendi kucağına aldı narince. Bir andan da kendisini toparlamaya çalışıyordu güçlü durmak için. Küçük bedeniyle koruması gereken kardeşleri vardı. Belki tüm yük kendi omuzlarında değildi ama en kıymetli yükün -kardeşinin- omuzlarında olduğunun farkındaydı. Bunu unutmadı. Tüm bunlar, yani babasının onu sevmemesi kız kardeşi yüzünden değildi. Babası yüzündendi. Bir anlığına kız kardeşimi komşulardan birinin kapısına bıraksam onu onlar büyütse babam beni sever mi diye düşündü. Ama sonrasında bu düşünce ona da saçma gelmişti. Kardeşi alelade insanların kapısına bırakılacak kadar değersiz değildi. Olanları ikizine anlattıktan sonra evden kaçıp gitmeyi bile düşündü. Ya da onlarla birlikte kaçmayı. İkizi ses kaydını dinledikten sonra ona bu fikri sunabilirdi. Aile içerisinde evin büyüğü babaları olmasına rağmen liderleri ikiziydi ve o hiçbir zaman bu fikre karşı çıkmamıştı çünkü en kötü anda bile mantıklı düşünür, soğukkanlı yaklaşırdı olaya kömür karası saçlı ikizi. Her ne kadar en içlerinde bir yerlerde fırtınalar kopsa bile bunu yapardı... "Ne bu halin? Ciddi bir durum mu var? Seni bu duruma ne getirdi? Kolay kolay ağlamazsın sen." İkizi sorularını birdenbire önüne sunarken o sanki orada değildi. Dediklerini bile ikizinin ona bir adım yaklaşıp endişeli ve bir o kadar da ciddi duruşunu gördüğünde idrak edebildi. Bundan önce kim bilir kaç soru daha sormuştu? Hiçbirini duyamamıştı hayattan soyutlaştığı için. Sahi… hayata geri dönebilmiş miydi ki? Ölen insanlarında toprağın altından dışardan konuşanları duyabildiğini aklına getirdiğinde ölü bir bedene sahip olduğunu kabullenmiş oldu. Bu kabulleniş ise onu daha çok öldürdü. Bu büyük kabullenişin ardından yapabildiği tek şey çaresizce yutkunmak oldu. O her zaman espriler yapan, güleç yüzlü, samimi bir çocuktu. Ve eğer ciddiyse veya üzgünse bunun çok ciddi bir şey olması gerekirdi. Kolay kolay kırılmazdı kalbi çünkü. Kendini pek fazla önemsemezdi. İşine daima odaklıydı. Hedefinden asla şaşmazdı ve dik kafalıydı. "Bana bir şey sorma." diyerek odaya geldiğinden beri ilk cümlesini söylemiş bulundu. İkizinin gözlerine çevirdi gözlerini eğdiği yerden. Çatılmış kaşlarını görünce lafını devam ettirmesi gerektiğini anladı. "Son kaydettiğim ses kaydını dinle sadece..." İkizi şüphe ile arkasını dönüp telefonunu eline aldığında tekrar başını eğip kucağındaki küçük kardeşine baktı. "Yoksa bana inanmazsın." dediğinde ikizi elindeki telefonla dönüp kardeşine tekrar baktı. Gözleri kısa bir süre üzerinde gezindikten sonra çatık kaşlarla elindeki telefona tekrar döndü. Ses kaydedici nedense hala açıktı. Son kaydedilen ses kaydını açmadan önce ağlaması durmuş kardeşini tekrar ağlatmamak için kenardaki kulaklığını telefona bağladı ve olası bir şaşkınlık esnasında telefonu düşürmemek için çalışma masasının üzerine bıraktı elindeki kardeşine ait olan telefonu. Zeki çocuktu. Kardeşinin surat ifadesi ve evdeki bağırışların sebebinin kötüye çıkacağını sezmişti bir kere. Kötü bir şey ile karşılaşacağının elbet farkındaydı. Üzerine gelecek hırçın dalgaların elbet farkındaydı ve kendini tsunami büyüklüğündeki bu dalgalara hazırlıyordu. Ses kaydını açtıktan sonra yere oturdu ve sırtını duvara yasladı ve kardeşinin ona vermiş olduğu ses kaydını dinledi. Peki kulak zarında işittikleri doğrunun ta kendisi miydi? Son saniyelerde kırılan cam sesleri de neyin nesiydi? İnanmamak istiyordu her ne olmuşsa olan şeye. Ne olduğunu bile bilmediği bir şeyden korkmak bu muydu? Bir anda kulaklığı çıkarttı ve yine soğukkanlılığını konuşturarak telefonu eline alıp odadan çıktı. İkizi gidince kucağındaki kardeşini de yatağına yatırdı ruhu gecenin acımasız rengine bürünen oğlan. Daha sonra yatağın kenarına oturdu ve kardeşinin minicik parmakları ile oynamaya başladı. Şu hayatta yeni doğmuş ço-cuklardan daha masum olan bir insan türü var mıydı ki? Bu hengamenin arasında herkes bir yana toplanmış, o bir başına kalmıştı. İkizinin kız kardeşini unutup bir anda kapıyı çarparak kapatması evde sessiz bir gürültü yaratmıştı ama küçük kız yorgunluktan bir anda o kadar derin bir uykuya yatmıştı ki kapının sesini bile duymamıştı. Başında ağabeyi vardı ve mutluydu her şeyden habersiz. Belki anlıyordu babasının canının yandığını ve bu yüzden hemen ağlamaya başlıyordu. Belki de fazla sulu gözdü. İkizi koşar adımlarla karanlık evin içinde ilerledi ve merdivenleri aşağıya bakmadan indi. Tüm basamaklar bittiğinde karşısındaki manzara kanını dondurdu. Gördükleri şey sadece bir olaya baktıkları bakış açısıydı. Baktıklarında ise gördükleri tek bir şey vardı ve herkes aynı şeyi görüyordu. Ölüm… Kanı donduran ve gözleri yaşlarla öldüren o kelime ona acı verdi… Kendine geldiğinde babasının kanlı bedenine çok yaklaşmadan ileri atıldı. Daha sonra koca avizeyi küçücük cüssesine rağmen iterek üzerinden kaldırdı. Avize gümüştendi. Bu yüzden ağırdı. Ölüp ölmediğini anlamak için elini babasının boynuna doğru götürdü, işaret ve orta parmağını şah damarına bastırdı. Babasının doktor olması tabiki de onu tıpta az da olsa bilgili yapıyordu. Nabzını saydı ve giderek yavaşladığını fark etti. Derin bir nefes alıp verdiği sırada düşündü. Her şeye, tüm geçmişe, yaşadıklarına rağmen elini vicdanına koydu ve ambulansı aradı. Ardından polisi. Kimse babasına bunu yapmamıştı. Evdeki kamera kayıtları çocukları suçsuz yapacaktı elbet. Lakin annesinin suçsuz olması durumu aklında bir soru işareti bıraktı. Olayın nasıl olduğunu kendi gözleriyle görmemişti çünkü. Hamile bir insan bence bunu yapmaz diye düşündü. Çok fazla düşünmeden yukarıya kardeşlerinin yanına çıktı. Hızlıca eline bir kâğıt alırken bir yandan kardeşine bir şeyler söyledi ama ne söylediğini anın şokuyla kendisi de unutmuştu. "Montunu giy. Onu da sıkıca sar. Benim montumu da yatağıma bırak. Kumbarayı kır ve içindeki parayı al. Küçük bir çanta hazırla, ihtiyaçlarımız olabilecekleri unutma. Gidiyoruz buradan." Masasına oturdu ve mektubu yazmaya başladı. Birçok film ve dizi izlemişti, onlarda gördükleri başına gelince ise yedirememişti. O bile kaldıramıyordu artık. Çünkü küçücüktü. Filmlerde olanlarda sadece filmlerden ibaret değildi işte. Çoğu gerçekti, çoğu kurgu. Ama daha çoğu gerçekti. İnsanlar önyargılı olarak tamamının kurgudan ibaret olduğunu söylerdi sadece. “Ambulansı çağırıp hayatının bir ihtimal kurtulmasını sağlamış olabilirim çünkü beni haram lokma da olsa doyurduğun günleri unutmadım. Siz ne kadar vicdansızsanız ben de o kadar vicdanlıyım! Bizi aramayın. Benden ve kardeşimden uzak durun. Başımıza gelecekler umurumda hatta umurumuzda değil. Ben kardeşlerimi her şekilde korurum. Zaten gideceğimizi belirtmiştin, biz de ait olmadığımız yerden gidiyoruz. Bu yüzden bizi rahat bırakın. Sen karnı burnunda bir kadına bağırabilecek kadar vicdansız, annem karnı burnunda haliyle hiç vicdanı sızlamadan çocuklarını senin gibi kötü bir adama bırakabilecek kadar kötü bir kadın. İkinize de lanet olsun! Bize sunduğunuz hayata da lanet olsun! Yaşadıklarıma da lanet olsun şu mektubu yazan elime de! Çünkü siz bir mektubu bile hak etmiyorsunuz! Kendi ellerimden bu mektubu yazdığım için hayatım boyunca inan ki nefret edeceğim! Gerçi kime ne? Siz bizi terk etmek isterken umursuyor muydunuz ki? Bizi ararsanız bulamayacağınız yerlerde, düşünemeyeceğiniz hayatları yaşamayı seçmiş olacağız. Umarım hiç görüşmeyiz ve sizi bir daha görmek zorunda kalmam. Çok kıymetli(!) oğlunuz Gökhan.” "Tamam." dedi ikizi hiç düşünmeden Gökhan bu mektubu yazdığı sırada. Ki istediği de buydu. İkizine uydu ve o gittiklerine dair hızlıca bir mektup yazarken sarı saçlara sahip olan çocuk hazırlandı. Önce çantayı hazırladı. Kumbarayı kırdı ve içindeki parayı alıp montunun cebine koydu. Gökhan'ın mektubu yazmayı bitirdiğini ve hazırlanmaya başladığını fark edip kumbaradaki paranın her ne olursa olsun yeterli olmayacağını düşünüp babasının koltukta duran ceketinin cebinden cüzdanını aldı ve cüzdanı cebine koyup yukarı çıkacaktı ki Gökhan kucağında kardeşiyle ve montunun cebinden sarkan mektupla merdivenlerden iniyordu. "Babamın cüzdanını aldım. Kumbaradaki para yeterli olmayabilir diye." "İyi yapmışsın. Montumdan kâğıdı al ve babamın önüne bırak." dediğinde koştu ve kardeşinin cebinden sarkan kâğıdı aldı. Babasının bedeninin yakınına görünecek şekilde bıraktıktan sonra ikizine yetişerek evin kapısını o kapıya varmadan açtı. "Ayakkabılarını giyme ambulansı aradım aşağıdaki parka gidelim orada giyeriz. Sadece eline al." dediğinde düşünmeden eline botları alıp kardeşinin peşine düştü ambulansa ve polis araçlarına ait olduğunu düşündüren siren sesleri yükselirken. Gökhan siren seslerini duyup önden ilerlerken kardeşi ona yetişti. Olabildiğince hızlı ve büyük adımlarla ilerlediler çünkü bir külün havada uçuşup gözden kaybolması gibi bu yaşamdan kaybolmak istediler. Ambulansın malikanenin ön bahçesinden girdiklerini gördüklerinde bulundukları karanlık sokaktan ayrılıp evin arka sokağındaki parka geldiler. Her geldiklerinde oturdukları ağaçlarla kaplı çardağın en karanlık yerine yağmur üstlerine gelmeyecek şekilde durdular. Üstleri sırılsıklam olmuştu. Yağmur hızla artıyordu ve etrafı yavaş yavaş bir sis bürüyordu. Sarışın çocuk, bir battaniyeyi alıp çardağın ortasındaki masaya koydu. Küçük kardeşini aldı ve üzerine bıraktı. Ayakkabıları yere bırakıp bir çifti Gökhan’a verdi. Kendi ayakkabısını giydikten sonra kız kardeşinin patiklerini giydirdi. Bir aylık olduğu için onun ayakkabısı yoktu. Montundan alırken içinde var mı yok mu diye bile bakmadığı babasının cüzdanını ve kumbaradan çıkan paraları Gökhan'a verdi. Kumbaradan çıkan paraların çoğu kâğıt azı demir paraydı. "Bunlar sen de kalsın. Sen nereye nasıl harcayacağını daha iyi bilirsin. Ama buradan uzaklaşalım. Bir taksiye atlayalım ve uzaktaki bir otele gidelim. Bu gece orada kalalım. Yarın çalışmaya başlar ve elimize paramızı alırız. Bulduğumuz ilk evi küçükte olsa alır ve içinde yaşarız. Kredi kartlarında yeterli miktar vardır. Babam kartını boş tutmaz, bilirsin. Aklında başka bir şey varsa onu yapalım ama benim şu an aklıma gelen ilk hayatta kalma şekli bu. Anla işte filmlerdeki gibi." "Benimde aklıma bu geldi ama nerde çalışacağız bunu düşünüyorum. Daha çok küçüğüz. Bakkala bile almaz küçüksün derler. İnsanlar soyadımızdan ötürü bizi tanıyorlar. Bu yüzden kötü çocuk muamelesi görme ihtimalimiz çok yüksek ve eğer zaten bizi tanırlarsa ailemize ya da yetimhaneye götürürler. Nasıl ev tutacağız? Daha reşit bile değiliz. Büyük abiler olsak belki ciddiye alırlar ama küçüğüz. Dokuz yaşındayız." Deyip dokuz parmağını havaya kaldırdı. Onlar dokuz yaşında olmalarına rağmen aileleri sayesinde her şeyi önceden öğrenmişti. Altı yaşında yazı yazmayı iyice kavramış, birden fazla dil öğrenmeye başlamış, çarpma bölmeyi öğrenmişlerdi. Şimdi ise çoktan beşinci sınıf konularını biliyorlardı. "Önce banka hesaplarındaki paralara bakalım. İdareli kullanalım, fazlasını harcamayalım. İdare edebiliriz. Şu an bunu düşünmeden gidelim. Daha düzgün bir kafa ile düşünmeliyiz. Belki bize yardım etmeye razı olan biri vardır. Yetimhaneye bile gidebilirim. Şu an hiç iyi olduğumuzu düşünmüyorum. Gerçekten çok yoruldum. Daha fazla gücüm kalmadı." Diyerek kendini dizlerinin üzerine bıraktı. Başını eğdi ve alnına düşen saç tellerini geriye yatırmaya çalıştı lakin başaramadı. Onlara artık her şey ağır geliyordu. En küçük anlarından itibaren sevgisizlikle büyüseler bile bu kadarı onlara fazla gelmişti. Onların yaralarını yalandan söylenen sevgi sözcükleri bir nebze olsun sarıyorken gerçeklerle yüzleşmek kalplerini ağrıtmıştı. "Haklısın. Onun yanında kal. Şuradaki direkteki tuşa basıp taksi çağıracağım. Annem bir keresinde basmıştı. Bastığında da taksi gelmişti. Mektubu okuduktan sonra polis abiler gelebilirler. En azından buradan uzaklaşalım." "Bekliyorum." Onay aldığında koşar adımlarla ilerledi ve elektrik direğindeki tuşa basıp taksi çağırdı. Daha fazla ıslanmamak için çardakta görünebilecek bir yere geçti ve beklemeye başladı. "Cüzdanı kontrol et. Ben alırken içine açıp bakmadım." Dediği anla cüzdanı montunun cebinden çıkarttı ve içine baktı. Tam paraların olduğu göze ellerini uzatıp parayı alacaktı ki dikkatinin cüzdanın içindeki bir kâğıt parçasının bozmasıyla o kâğıt parçasını, hatta parçalarını eline alıp baktı Gökhan. "Ne oldu Gökhan? Elindeki kağıtlar ne? Kredi kartları mı yok?" "Kredi kartları var." dedi bozulmuş ve pişman olmuş bir ses tonuyla. Yüzü düştü, gözleri buğulandı. Sırılsıklam olan saçlarından bir damla su düştüğünde gözlerinden de bir yaş düşmüştü. "E o zaman söylesene Gökhan!" diyerek sert çıkıştı ikizine. Duyduklarının etkisinden çıkamamıştı ve sinirliydi. Sinirlendiğinde hareketleri zaman geçtikçe durulurdu ama aldığı nefesin hızı durulmazdı. "Her şeyin yanında babamızın bize yıllardır hissettirmediği, her zaman yanında taşıdığı bir sevgisi var..." Fotoğrafları kardeşine gösterdi. Biri ikizinin, diğeri ise Gökhan'ın fotoğrafıydı. Şaşırdıkları nokta, kendilerinin fotoğraflarının olması dışında kardeşinin doğduğu gün çektikleri ve o kareye ikizleri almadıkları fotoğrafın orada bulunmamasıydı. Annelerinin fotoğrafları da vardı ama kız kardeşlerinin… Yoktu… Çok şey söylemek istedi Gökhan. Kapkaranlık geceye haykırmak, dökemediği gözyaşlarını toprakların her bir zerresine akıtmak istedi. Babasını orada ölüme terk ettiği için kendini öldürmek istedi sarışın oğlan. Her şeyden önce kendine kızdı. Kızdılar. İkisi de. İki kardeşte acılar içinde yığıldılar, yıkıldılar ve enkaz haline geldiler. Sarsılanlar onlar oldular. Önce üzerine bastıkları toprak oldular. Daha sonra gökyüzündeki bulut. Sonra ise gözkapakları… Neden mi göz kapakları? Çünkü göz kapakları sadece yorulduklarında, acı çektiklerinde karanlığı hatırlayarak perdelerini kapatırlar. Bu yorgunluk bir insanın uçurumdan düşerken yaşadığı an gibidir. Bir gün öleceğini, karanlıkla yüzleşeceğini, üzerine basmaktan çekinmediği toprak olacağını hatırlar. İnsan elinde olanların kıymetini bilmez derlerdi. Ama hiç kimse ve hiçbir şey elindekinin kıymetini bilmezdi ki? Menekşe kardelenin kıymetini bilmedi, aydınlık karanlığın, gece gündüzün, mutluluk üzüntünün, siyah beyazın, güneş ayın ve kalpte sevginin değerini bilmedi. Bilemedi… Ellerinde olanların kıymetini bilemedikleri için boğazlarında ağrılar oluştu… Vefasız oldukları için omuzlarındaki yük arttı… Senelerin yorgunluğu arttı bedenlerinde. Vicdanları sızladı. Vicdansızlıkları biraz daha azaldı. Geçmişe bağırıp çağırdılar sessizce. Sadece birbirlerine baktılar. Gökyüzü ona en güzel ve en acı verici görsel şöleni sunarken onlar dağları taşları yakıp yıkmak istediler yaptıkları kötülükten dolayı. İçlerinde büyüyen yangın daha da harmanlanmıştı geçen bu birkaç saniyede. Ne yapacaktı bu iki ufaklık? Daha ortaokula bile gitmezken nasıl çalışacaklardı o küçük bedenleriyle? Hayata nasıl tutunacaklardı? Olabileceklerin hiçbiri mi akıllarının ucundan geçmiyordu? Kendi biriktirdikleri o küçük meblağda olan paraların bile yetmeyeceğini düşünüp yine babalarının paralarını almışlardı. Taksi parka daha ulaşmadan bir polis arabası geçti parkın etrafından. Kuytu bir köşeye saklandılar bulunmamak üzere. Ve amaçlarına ulaştılar da. Görünmediler. Görünseler ne olurdu sanki? Daha sonra çekip gittiler nereye gittiklerini bilmeden sonsuzluğa gider gibi. Hiç bilinmeyen, sanki biriyle tanışır gibi sürekli bir şeyler keşfedilen uzay boşluğunda sürüklenir gibi. İnsanlar varlığında kıymetini bilmediler. Varlığın kıymetini bilmedikleri için en çok karadelikleri merak ettiler. İnsanlar yaşamanın da kıymetini bilmediler. Ölmeyi göze aldılar. İnsanlar alınan nefesin de kıymetini bilmediler. O nefese ne kadar muhtaç olduğunu da bilmediler. Kalbin de değerini bilmediler. Bileğinde ve boynunda hissettiğin o darbeleri görmezden geldiler. Görmezden geldikleri her şeyi yok ettiler, edecekler ve asla vazgeçmeyecekler… Onlar hep üç kardeş oldular ama asla bir aile olamadılar. Onlar karanlıklara saklandılar ve bulunmamayı amaçladılar. Bulunmamak istediler. Sonsuzluğa gittiler bulunmamak için. Bulunacaklar mıydı? Amaçlarına ulaşabilecekler miydi bu üç çocuk? Bilinmezliğe giderken kendileri bilinmezlikte kalacaklardı. Bunun farkındalar mıydı? “Ne yapıyorsunuz bakalım burada?” diye sordu üzerine mavi gömleğini giymiş olan Emrah amca. Hiçbiri birbirini tanımamasına rağmen huzura biraz daha kavuşmalarını sağlamışlardı. Siyah olan her şey daha da mı siyaha bürünecekti yoksa beyaza mı dönüşecekti bilinmiyordu. Bugün onlar için bir dönüm noktası olmuştu. Onların dönüm noktaları ne annesiyle babasının ayrılığıydı ne de başka bir şey. Onların dönüm noktasının asıl sebebi Emrah Akay’dı. Peki kim olduklarını bile bilmedikleri Emrah amca kimdi? |
0% |