Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2.Kurşun: Rüya

@ilaysunurnargiz

(10 sene sonra.)

(İstanbul/Beşiktaş)

Hiç kimse istemiyordu bir yolun ortasında çaresizlikten takılı kalmayı. Ya da geçmişindekileri hatırladığı için bir kez daha yıkılıyor ama yine de içindeki enkaz yığınını göstermemek, tekrar toparlanabilmek ve her seferinde ayakta kalabilmek için duruyordu öylece. Belki gerçekler en çaresiz şekilde yıkıyordu, belki de yalanlar gerçeklerle karışıyor ve onlar yıkıyordu bizi. Yalanları hiçbirimiz sevmeyiz değil mi? Ama bazen de yalanlara inanmak isteriz. Sevdiklerimizden birisi canını yitirdiğinde aslında onun ölmediğine, karanlıkta olsak bile aslında oranın aydınlık olduğuna ve çaresiz kalmadığımıza inanmak isteriz. Ve her seferinde arada kalırız. İsteyip istemediğimize dair.

Çünkü bazen, bazı istekler hayatımızı yokuş aşağı yuvarlayabilir…

Dışarıda ruhumu temizleyen karlar lapa lapa yağıyor. Çalışma masam için alınan beyaz sandalyeye oturmuş dirseklerimi masaya, yumruk yaptığım ellerimi ise çene kemiğime yaslamış şekilde cama vuran her bir kar tanesini izliyorum. Onlar bana beni anımsattıkça mutlu ediyorlardı. Yüzüme bir tebessüm yayılıyordu. Adeta ışık saçıyordum içimde bulunan yüzüme vurmadığım tebessümle. Her bir özelliğim, her bir anım farklı. Özel ve eşsiz. Saf ve saydam. Tıpkı bir kar tanesi gibi.

Yeni tanıştığın yabancılar gibi aslında biraz da. Arkasındakini yansıtır ama doğru yansıttığından emin olamazsın. Ve bazen, yine bir şeylerden emin olmak istemeyebilirsin. Bir şeylere emin olmak, onlara güvenme duygusu bazen rahatsız edecek türde olabilirdi. Bir gerçek ortaya çıkar ve bütün domino taşlarının devrilmesine neden olabilirdi. Bu yüzden arada kalırsın. Emin olamadığın ve belki de emin olamayacağını düşündüğün için. İsteyip istemediğine dair arada kalmanın asıl sebebi, budur.

Ben İlknur.

İlknur Kandelen...

Hayatını sayfalar, defterler, yazılar, sözcükler, boyalar, müzikler içinde geçirmiş İlknur ben. Taşa takılmış ama düşmemiş, yıkılmamış İlknur ben. Her zaman hayatta ve ayakta kalmaya çalışmış olan ben.

Daha yıkılmadım, ama yıkılabilirim. Ne zaman yıkılacağımı hiçbir zaman bilemedim. Bilemeyeceğim de. Yine neden çaldığını bilmediğim kapının sesi kulaklarıma ulaştığında kaşlarımı çatıp arkama döndüm.

Endişelenmiştim çünkü bu saat yemek saati değildi. Bu saat kendime zaman ayırdığım saatti ve kapım bir şey olmadığı sürece çalınmazdı öyle kolay kolay. Misafir geldiğini düşünmüyordum çünkü içerisi sessizdi. Irmak’ın benimle oyun oynamak istediğini düşündüm, uzun süredir gelmiyordu ama bu hiç gelmeyeceği anlamına da gelmiyordu. Kapı bir kez daha tıklatıldığında kendime geldim ve tereddütle kapıyı açtım.

Tereddütümün sebebi elbette kapının çalması değildi. Kapının evin en huzurlu sessizliğinde neden çaldığıydı. Bugün programıma baktığımda ailecek konuştuğumuz konular olduğunu görmüyordum. Ki bu tarz konular konuşulmak için hiçbir zaman bu evde bu şekilde çağırılmazdınız.

Herkesin dinlendiği, kendine vakit ayırdığı bir saat dilimi vardı ve bu dinlenme saatinde kimse sizi rahatsız etmezdi, edemezdi. Ne olduğunu düşünmeye çalışıyordum ama net bir sonuca varamıyordum. Bu sonuca varamamamın sebebi annemin yıkılmış denebilecek vaziyette olan gözleri olabilir de denebilirdi.

Gözleri ateş kırmızısına dönmüş de denebilir, kanlanmıştı.

"Buyur anne." Annemin çehresi düşük değildi ama gözlerinden üzgün ya da yorgun olduğu anlaşılıyordu. Üzgündü. Bu ıslak kirpikler ve kanlanmış gözler yorgunluktan doğmuş olamazdı. Gerçi yanımızda fırtına da kopsa bir damla göz yaşı dökmeyen annem neden şu anda karşıma geçerken gözlerini silme ihtiyacı duymamıştı?

"Konuşmamız lazım." Yine ne konuşulacaktı? Bu aralar bu konuşmalar fazla artmıştı ve konuşmalar yüzünden doğru düzgün ödevlerimi bile yapamaz olmuştum. Artık konuya göre gelecektim yanlarına. Çünkü bu kar taneleri yer yüzüne bu yıl ilk defa düşmüştü ve ben onları izlemek istiyordum. Son zamanlarda evde olup bitip de bize söylenmeyenler neyin nesiydi?

"Konu ne?" diye sordum istemez. Tedirgindim. Evde bir şeyler dönüyor, annem ağlıyor, bize söylenmiyor ve bu konuşma önceden belirlenmeyip bir anda kapımızın çalınmasıyla ortaya çıkıyordu.

"Ailevi. Hadi aşağı gel, baban bekliyor." İşte bu kaldırdığım kaşlarımı tam olarak annemin gözlerine bakmama sebep oldu. Odanın dışına bir adım atıp kapıyı ardımdan kapattım. Sakin değildim, korkuyordum çünkü bir konuşma için ilk defa bu şekilde çağırılıyordum ve eğer bir mesele konuşulacak ise bu bir gün önceden haber verilir buna dair saat belirlenirdi. Ve o saat biraz önce anlattığım gibi bize ulaşmamıştı.

Ama korkumun sebebi bu değildi. Korkumun sebebinden yine emin değildim. Emin olmak da istemiyorum. Eğer kötü bir şeyse birazdan dudaklarımızın arasından akıp gidecek olanlar yalan söylensin istiyorum.

İnsan bazen en çaresiz anlarında yalanları da dileyebilirdi. Yalanlar ve endişeler bazen son sığınağımız olurdu. Bazen de hayata karşı öyle kandırılırdık ki son sığınağımız olmaktan çıkar ve ilk sığınağımız olurdu.

Benim kaçıncı sığınağım inanın bilmiyorum. Zaten çocuklar bu hayata bir şeyleri bilmeden gelirdi ve bilmedikleri şeyler sayesinde mutlu olarak yaşamaya devam ederlerdi. Öğrendikçe üzülürlerdi o masum çocuklar.

Bugün yalanı diliyordum. Ama bilin ki bu yalanı dilememin sebebi belki de benim geleceğim içindi. Kötü şeyler olacağı belliydi. Bunu biliyordum. Lütfen eğer kötüyse olacaklar bir yalandan ibaret olsun artık. Çünkü kar bendim ve karın yağdığı ilk günde o karlara basılmasını istemiyorum. Ya da her anımın kana bulandığı gibi karların da kana bulanmasını…

Kandelen bana ve hepimize öylesine verilmiş bir soy isim değildi…

Annem ile birlikte uzun koridorda ilerledik. Annem kardeşlerimin odalarından onları çağırmadan geçtiğine göre benden önce çağırmış olsa gerekti. Böyle düşünmüştüm. Aklıma gelen ilk mantıklı düşünce buydu. Ya da babam sadece benimle de konuşmak istemiş olabilirdi. Ve umarım babam İngilizce notumu öğrenmemiştir.

Yoksa beni bittim bilin.

Merdivenlerin başına geçip salon görüş açımıza girdiğinde ilk tahmin doğrulanıp ikinci tahmin tamamen yalanlanmış oldu. Nefesimi dizginleyemediğimden dolayı merdivenlerin trabzanlarına tutunarak indim. İlk önce 'L' şeklindeki koltuğun sağ başında yayvan şekilde oturan babamı gördü gözlerim. Koltuğun tam ortasında önce Fatih'in üzerinde, sonra Irmak'ın üzerinde gezindi irislerim. Fatih'in yeşil gözleri yere bakıyordu bu yüzden neyi düşündüğünü çözemedim. Eğer gözlerini görseydim çözerdim ama göremiyordum.

Çözülemeyen bir problem gibi ifadesiz olabiliyordu bazen. Problem demişken… Yoksa matematik sınavından doksan dokuz mu almıştı? En son bunun için krize girdiğini bile görmüştüm. Not takıntılısı! Sanki yüz almayınca dünya yıkılıyor!

İnanın konunun buraya nasıl geldiğini ben de bilmiyorum. Ama en mantıklı olan şu anda buydu. Tamam, bunu bir kenara bırakalım çünkü şu an en saçması bu. Evet tam olarak bu.

Ondan farklı olarak Irmak'ın gözleri benim gözlerimdeydi. Onun gözleri ve kıvır kıvır saçları için her şeyi verebilirdim. Benimki kadar olmasa da kıvırcık saçları ve hüzünlü bakan gözleri olmak isterdim. İkisinin de yüzü düşüktü. Ya bunların arasında kendilerince bir şey olmuş ya da konuşulacak konu biraz olsun ben gelene kadar bahsedilmişti. Eğer başlarına bir şey gelmişse ya da gelecekse kıyameti kopartırdım.

Gerçi bir saat önce kavga ettiğimizden ötürü Fatih'e kızgındım ama bu gerçeği değiştirmezdi. Kardeşime her daim bana küsse bile yardımcı olurdum.

Annem koltuğun sol başına otururken ben Fatih'in soluna oturdum. Konuşulacak şey kötüyse eğer her ne olursa olsun onunla aramı düzeltmek istiyordum.

Belki tek amacım tamamen kendi çıkarım için ondan destek almak olabilirdi.

Bunlar tamamen masum şeyler. Şeytani olmakla hiçbir alakası inanınki yok. Olamaz(!) çünkü ben öyle bir insan -yaratık- değilim.

Ben o enkazın altında kalacaksam o kaldırır, kurtarırdı beni. Kötü olduğunu düşünmemin sebebi ise iyi konular akşam yemeğinde, kötü konular ise bu şekilde toplanılarak çözülürdü. Ama asla bu konuşmalar salonda yapılmazdı.

"Sizi buraya neden çağırdığımı merak ediyorsunuzdur." Evet ediyorum. Söylemezsen kendimi şu tavandaki abajur gibi sallayacağım(!) Sanırım biraz düzgün konuşmalıyım. Yani içimden. Çünkü karşımdaki adam kukla değil ve benim tam olarak babam.

Gözlerim mi yanılıyordu yoksa deprem mi oluyordu bilmiyorum ama tavana asılı olan abajur gerçekten sallanıyordu. Aman tanrım çok heyecanlı en ufak bir ayak takılmasında kendini evleneceği adamın kolları arasında bulan Hint dizilerindeki kadınlar gibi! Dostlarım size güzel bir haberim var:

Macera bizi bekliyor!

"Biz annenizle bir karar aldık." Yavaş yavaş, yedire yedire anlatıyordu her şeyi. Beklete beklete, canımı sıka sıka dudaklarından dökülüyordu her şey.

Bir sakin ol gülüm! Bu nasıl bir tepki?

Böyle zamanlarda yanımda olduğun için sağ ol iç ses.

Koltuğun sırtına koyduğu kolunu indirdi ve ellerini kucağına düşürüp parmaklarını birbirine kenetledi. Dirsekleri diz kapaklarındaydı ama elleri karşıya bakıyordu. Tamamen bana döndü. Gözlerimin içine baktı. Bu bakış iyiye işaret değildi. Annem babama, babam ise bize bakıyordu.

"Nedir?" diye sordu Fatih dayanamayarak. İyi ki de sordu, sormasaydı eğer ben soracaktım. Babam dudaklarını ıslattı ve araladı. Söyleyeceği şey her neyse boğazında düğümlendiğini hissettim. Her ne kadar zorsa ben bile korkmaya başlamıştım. Ki zaten korkuyordum. Biri ambulans çağırsın lütfen kalp krizi geçiren var. Bir dakika… çağırmayın çünkü babam başhekim.

"Biz annenizle boşanıyoruz."

"Ne?" dedik üçümüzde aynı anda.

Bu nasıl bu şekilde dile getirilebilirdi? Böyle bir enkaz nasıl birdenbire yıkılırdı üstümüze? Nasıl karşımda hiçbir şey olmamış gibi oturabilirdi 'baba' diye seslendiğim bu adam? Annemin gözleri biraz önce karanlıktan tam olarak göremediğim için olsa gerek kan çanağına dönerken bu adam nasıl bu kadar sakin kalabilirdi? Bu çok mu normaldi onun için? Yuvasını nasıl biranda yıkmayı başarabilirdi? Aklımda bitmeyen sorular dönüp dururken ben sadece yüzümdeki ifadenin ne olduğunu bilmeden babama bakıyordum.

Bakışlarım bu sözlerle birlikte Fatih'e döndü. O her şeyi çabuk atlatanımız, çok kafaya takmayan, anında çözüm bulan ve bizi sakinleştiren kardeşimizdi. En azından böyle yıkıntılar karşısında onun yaralarımızı sarmasını beklerdik Irmak ile. Ama görünen o ki, o bizden daha çok sarsılmış ve bununla o bile baş edemeyecek durumdaydı. Bakışlarını önce Irmak'a sonra bana göndermişti. Irmak'ın bakışları ise bana döndü bu cümleden sonra. O da ablasına sığınmak istiyordu. Ve aramızda en masum olanımız oydu. Daha küçücüktü, yaptığı tek şey odasında bebekleriyle oynamaktı.

"Neden?" diye ekledim iki harf olup tek kelime ile biten Ne? dediğimiz bu şaşırma cümlesine. Aslında tam olarak cümle sayılır mı bilmem ama şaşkınlık nidası da denebilir. Fatih bize destek olmak ister gibi ellerini sırtımıza yerleştirdi. Elleri de titremeseydi belki kokmayabilirdim lakin şu anda korkmalıyım. Yani rolüm bu ne yapabilirim? Elimden gelen bir şey yok!

"O konu sizi ilgilendirmez. Yarın mahkeme kadar eşyalarınızı toparlayın. Mahkemeden sonra yetimhaneye gideceksiniz." Nasıl bizi ilgilendirmezdi? Ayrıca neden yetimhaneye gidiyorduk? Bizi istemiyorlar mıydı? İkisi de mi? Bu kadar mı umursanmıyorduk onların tarafından? Bu depremden nasıl kaçacaktık? Dudaklarım tüm bu yaşananlara itiraz etmek için aralanmıştı oysaki.

Siz hiç beklemediğiniz bir zamanda enkazların altında kalmış mıydınız?

Ben kaldım. Ve en çok da kelimelere sığındım.

Loading...
0%