Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Kurşun: Günlük

@ilaysunurnargiz

(İlknur’un günlüğünden…)

(9 Eylül 2011…)

Sanırım artık sevgi hiçbir şeyi ifade etmiyor Kurşun…

Bugün elime önce bir boya verdiler. Benden çok büyük olan bir abi duvara hayallerimi çizmemi istedi. Simsiyah saçları vardı Kurşun. Masmavi gözleri terastan gördüğüm denizin rengi gibiydi.

Sonra annesinin kızıp kızmayacağını sordum ve annemin bana bunu yaparsam kızacağını söyledim. Annemin olmadığını hala benimseyemediğim için bana vurdu.

Annemin yokluğu çok kötüydü Kurşun. Gece yanıma gelir masallar anlatırdı bana. Bir şey sorduğumda hemen cevabını verirdi. Eğlenceliydi benim annem Kurşun. Çok özlüyorum onu. Kardeşlerimi de çok özlüyorum ama en çok onları özlüyorum. Fatih’i göremiyorum. Irmak’ın saçlarını öremiyorum. Bunlar artık birer sen Kurşun. Hepsi canımı yaktı ama ufacıktı.

O abi daha sonra telefonla konuştu ve yüzümü boyamaya başladı. Ateş çizmişti yüzüme. Etrafında griler, beyazlar ve siyahlar vardı. Onların ne olduğunu sordum.

“Onlar senin geçmişin.” Dedi bana. Beyazların az olmasının sebebi ruhumun çoktan kirlenmesiymiş. Öyle dedi.

Sonra bir abi daha içeri girdi. Gelen abim buradaki abim kadar katı değildi. Bana vurmadı ve resim çizmeme yardım etti. Duvara hayallerimi çizmemi istedi.

Duvarı boyamak için olan boyamız bittiğinde odadan işi olduğunu söyleyerek gitti. Sonra bana vuran abi silah verdi. Nasıl tutacağımı gösterdi ve bir duvarı hedef almamı istedi.

Hayallerimi çizdiğim duvarı…

Gösterdiği şekilde yaptığımda bana çok kızdı. Yapamadığımı söyleyip karnıma tekmeler attı. Kollarım morardı Kurşun. Ayaklarım ve karnım da morardı. Biraz önceye kadar çok acıyordu. Acıdığı için yazmadım. Ama parmaklarım hala acıyor ve yazarken zorlanıyorum. İşaret parmağıma bir dal bağladı. Düz durması gerektiği içinmiş.

Sana artık Kurşun dememi istiyorlar. Annem yazdığımı görünce çok kızmışlardı. Sonra Fatih yazdım ama ona da kızdılar. Irmak yazdığımda seni yırttılar. Babam yazdım en son. Yüzünde bıkmış bir ifade vardı ama bu sefer kızmadı. Sadece kurşun yazmamı istedi. Kurşun yazarsam kızmayacakmış çünkü. Ben de öyle yazdım. Elim çok acıyor bu yüzden daha fazla yazamayacağım. İyi geceler Kurşun

(24 Mart 2013…)

Bugün beni hapsettikleri o karanlık evden kaçtım. Aslında ev değildi. Benimle birlikte çalışanlar da orada kalıyordu. Soğuk odalar, karanlık duvarlar ve ıssız bir ortam vardı. Ve asla bir evin sıcaklığı yoktu orada…

Telefonumu, her şeyimi orada bıraktım ama seni yanıma aldım çünkü sana bir şeyleri yazarken rahatlıyorum. Meditasyon gibi bir şey oluyor.

Burada evsiz kalmış abiler var. Bir ateş yakmışlar. Onun etrafında oturuyoruz. Birazdan onlar uyuyacak ama ben ayakta nöbet tutacağım. Aralarına son katılan ben olduğum için bunu benim yapmam gerekiyormuş.

Üzerindeki kıyafetleri çok eski ve çok kötü kokuyorlar lakin yakında benim de onlardan bir farkım kalmayacağı için sorun etmiyorum.

Umarım beni bulmazlar çünkü burası şimdilik ev sıcaklığını veriyor gibi. Dört duvar arasında çatısı olan bir yerde değilim ama huzurlu bir yerdeyim. En azından burada bana vuranlar yok. Ya da hayallerimi öldürmemi isteyenler bu sefer önüme bir insan koymuyorlar.

İyi geceler Kuşun. Artık iyi mi geceler bilmiyorum çünkü ölüyorum. Ve sana veda ettiğim üç noktanın devamı bir gün gelmez diye korkuyorum. Çünkü o üç noktaya kimi sığdıracağımı bilmiyorum…

Kalbimde binlerce kurşun var ama hala nasıl atıyor?

(26 Mart 2013…)

Beni dün buldular sabaha karşı. Saatler geçmeden yerimi tespit etmiş beni ceza odalarına kitlemişlerdi. Küçücük vücudumda yine ve yine morluklar ve yine acılar vardı. Acılar hiç dinmiş miydi ki? Gözlerinin dolmadığı bir zaman dilimi var mıydı?

Beni buldukları sırada uyuyakalmışım nöbet tutarken. Sabaha karşıydı. Kurşun sesleri ile uyandım. Etrafımdaki bütün zavallı adamları öldürmüş beni ise sağ bırakmışlardı.

Keşke o kurşunlardan biri benim kafama gelseydi de tüm hikâye bir anda son bulsaydı. Her şey hiç olmamış gibi bitseydi.

Dün hiçbir yerimi kıpırdatamadım. Şimdi ise ellerim titrediği için yazım çok çirkin. Kendim bile okuyamıyorum. Parmaklarımda olan acıdan ötürü ağlıyorum ve yazım siliniyor. Sinir oluyorum. Buna rağmen yazmaya devam ediyorum çünkü hiçbirini unutmak istemiyorum.

Kurtarıcım olan abimin adını yıllardır öğrenemedim. Bana söylemedi. Kimsenin adını söylemesine izin vermezdi. Bu beni bir hiç olarak gördüğü için miydi, aralarında olmamı kabullenemediği için miydi yoksa bir şey sakladığı için miydi bilmem ama adını söylemez ve söyletmezdi de.

Öldür beni kurşun. Bu hayat bana fazla ağır geliyor. Dayanamıyorum. Deniz dalgalanıyor ve ben boğulduğum halde ölmüyorum. Yüzme bilmiyorum ve yeryüzüne çıkamıyorum. Ağlıyorum. Ağlıyorum Kurşun. Canım çok yanıyor…

(Günümüz…Ekim 2023)

Otel Transilvanya’nın 4. serisinde çok sevdiğim bir sahne var. Jonathan ve Drakula ateş başında konuşup marshmellow yerken Drakula marshmellowunun yanmasıyla söylenmeye başlıyor ve Jonathan’da diyor ki:

Her şeyin kötü tarafını görürsen, iyi tarafını kaçırırsın. Bak şimdi bak bak bak bak. Önce, lezzetli bir marshmellow sonra…” dediği sırada marsmellowu yakar ve “Ay ay ay yandı ve ziyan oldu! Ama ateşi söndürürsen ve yanmış dışını kırıp açarsan içinde tatlı ve yumuşak bir şeyler bulursun.” Der ve marshmelowu yer. Sonra ise ekler:

“Güzel bakan güzel görür.”

Ömrüm boyunca inandığım ve inanmadığım birçok şey olmuştu. Umutlara inanırdım. Küçük yaşta büyük işleri yapabilmeye inanırdım çünkü bir hareketli makara sayesinde çok büyük bir şeye çok az bir kuvvet uygulayarak onu istediğiniz yüksekliğe kaldırabilirdiniz.

Fallara inanmazdım. Totemlere, bahislere, şans oyunlarına inanmazdım. Her daim başarılı olan birinin yine başarılı olacağına da inanmazdım çünkü her başarılı insanın kendini yoğunlaştırdığı, hedeflediği, kilitlediği bir nokta olurdu ve bu noktanın dışına çıkınca başarısızlığı sürmeye başlardı. Başarılı dediğimiz insanlar kendini bir çembere hapseder ve o çemberin içinden çıkmaya korkarlardı.

Bir de hayallerinin peşinden koşan insanlar vardı. Onlar bir halkanın ya da bir çemberin değil hayatın içinde büyürlerdi. Yeri geldi mi başarısızlıklarla yüzleşirlerdi, her gece yüzünü yastığa gömüp ağlarlardı, koşarlardı, kaçarlardı ve korkarlardı. Yeri geldi mi de havada madalyalar, kupalar, başarı belgeleri, enstrümanlar, resimler, yazılar, kepler olurdu.

İnsanları ikiye ayıran nokta buydu. İyi olmak ya da kötü olmak değildi. Hayatın içinde büyüyenler ve bir çemberin içinde büyüyenlerdi. Eğer insanlar iyi olmak ve kötü olmak üzere ikiye ayrılsalardı kalpleri olmazdı. Kalpte bir parça ama içinde hem temiz hem de kirli kan var. Ve eğer kötü insan diye bir şey olsaydı kirli kan temiz kana tekrar dönüşmezdi.

Ve zaten eğer dönüşmeseydi insanlığın sonu gelirdi.

Ve her seferinde beni esir alan geçmişimin göz perdelerime sunduğu rüyalar karmaşık şeyler düşünmeme sebep oluyordu.

İnsanlığın sonu mu gelmişti? Yoksa aklımı mı kaçırmıştım? Geçmişimden meydana gelen kırıntılar son bulduğunda küçük dilimi yutmuş gibi hissediyordum. Geçmişimdeki o günü hatırlatan bir kâbus görmüştüm.

Geçmişime ait olan silahın namlusu alnımdan çekildi, aklımın içinde patlayıp duran kurşun sesleri dindi, herkes sustu ve kabusumun sonuna ulaştım. Yüzüme yapışan saçlarımı geriye attığımda kan ter içinde kaldığımı fark ettim.

Yetimhaneden kaçtıktan sonra beni esir alan mafyanın verdiği evde yatağımın üzerinde oturuyordum. Kabusumdan çığlıklarla uyanmıştım. Yine bu tekrarlanmıştı. Yastığımı dikleştirip arkama yaslandım. Dizlerimi kendime doğru çekip ellerimle titreyen dizlerimi kenetledim ellerimle.

Düşünceler zihnimi ele geçiriyor ve yorulmuş olan bedenimi daha çok yoruyordu. Rüyalar acımasızdı. Rüyalar…

Korkunçtu...

Senliğini senden alan hep en yakınların olurdu. Acı verenler, başını duvarlara vurmana sebep olanlar, pişmanlıkların… hepsi yakınlarından gelirdi. Yakınlarında olmayan bir şey zaten seni etkilemezdi. Kalbinin kırılması için bir neden yoktu çünkü ortada.

Benliğimi benden alan da yine bendim. Benim geçmişimdi.

Bir süre yatağımda aynı pozisyonu bozmadan bekledikten ve kendime geldikten sonra yorganı üstümden attım ve lavaboda buldum kendimi. Yüzüme avuçlarımın içinde olan hırçın suları çarptırdım.

Geçmiş benim için artık bir travma olmuştu çünkü aynı şeyler tekrar tekrar yaşanıyordu.

Musluktan akan suyu kapattım ve avuç içlerimi lavaboya yaslayıp gözlerimi kapattım. Yanaklarımdan dudaklarıma oradan da çeneme doğru akan suların bazıları boynuma doğru ilerlerken bazıları olduğu yerden lavabonun içine damlıyordu.

Uyanmam gereken zamandan sadece birkaç dakika önce kendiliğimden kalktığım için alarmım ben zamanımı öldürmeye devam ettiğim sırada çalmıştı. Gözlerimi açamadan kenarda duran havluyu aldım ve yüzüme götürüp yüzümü sildim. Alarmım ikinci ya da üçüncüye çaldığı sırada odama ulaşmış ve alarmı kapatmıştım.

Odada bulunduğum için -birazcık mutfağa gitmeye üşendiğimden de olabilir- önce hazırlanıp sonra kahvaltı etmeye karar vermiştim. Normalde önce kahvaltımı yapar kalan zamanla hazırlanırdım çünkü kahvaltı benim için birinci sırada gelirdi.

Üzerime beyaz bir kazak altıma ise İspanyol paça bir pantolon giyip kemerimi taktım. Çekmecemden bir çift çorap alıp onu da ayağıma geçirdikten sonra saçlarımı taramaya başladım. Tarama aşaması çok zor olduğu için birkaç fıs saç açıcı sprey sıktım ve açılmasını sağladım ve tabii bu sırada çok kabardılar.

Buna fazla aldırış ettiğim için açık bırakmak yerine örmeye başladım. Örgünün ucuna tokamı da taktıktan sonra hazır görünüyordum ama değildim.

Yüzümdeki yara izlerinin kapanması için yüzüme önce kapatıcı sürdüm. Sonra abes durmasın diye yüzüme hafif bir makyaj yaptım.

Yazın bile uzun kollu giyinme zorunluluğu olan birisiydim. Yoksa beni sokakta gören ilk kişi polisi arayıp sorgulanmamı sağlardı. Kötü birisi olduğumu anlayacaklarından ziyade şiddet gören bir kadın olduğumu anlamalarından bunu yaparlardı çünkü bir keresinde dövmelerinden ötürü kolum kırılmıştı.

Kalbi iyi sandığınız kişiler en kötü, en gaddar kalplere sahip olabilirdi. Gözlerimizi açıp etrafımıza bakmamız gerekirdi. Bakmadığımız takdirde ne basket atacağımız potayı görebilirdik ne de o basketi atabilirdik.

Adımlar attım ve bu adımların sağlamlığı tartışılırdı. Kimileri toz pembe yaşadığı hayata acılı derken kimileri Oğuz Atay gibi sevdiği kadını rüyasında gördüğü için takım elbiseyle uyuyup yine rüyasında sevdiği kadının nikah şahidi olurdu…

Mutfağa doğru ilerledim. Tezgâhın üzerinde duran su bardağını elime aldığımda ellerimin titrediğini fark ettim. Bardağa su doldurdum ve tek yudumda içtim. Dudağımın kenarından akan damlalara aldırmadım. Aldıramayacak durumdaydım. Hızlıca küçük bir sandviç hazırladım ve ananas suyu doldurdum kendime titreyen ellerimle birlikte.

Acılı günlerimi yaşarken 11, geçmişimin silahı anlıma yaslandığında 25 yaşında bir çocuktum. Çocuk diyorum çünkü ruhum hiç büyümedi. Ve bu kız; ailesi olmadan, onların sesi duymadan bu on dört yıl boyunca onları bulmak için üç kuruş kadar değeri olmayan bir adama itaat etti. Önce Fatih'i sonra Irmak'ı bulmak için senelerdir kendimi kendi karanlığımda mahvettim. Fark etmeden kendi geçmişimi dipsiz kuyuya attım bir gece yarısı.

Karanlık, sonu belli olmayan bir dipsiz kuyuya...

Elimde olan sandviçin son lokmasını ağzıma attığımda ellerimi birbirine çırptım ve meyve suyumu içip bardağımı tezgâha kaldırdım. Elimi yüzümü tekrar yıkadım. Havlu ile kuruladım ve lavabodan çıktım.

Aklıma dün gece okul çantamı hazırlamadığım gelince odama ilerleyip çantamı hazırladım. Ayağıma beyaz spor ayakkabıları giyerken ayakkabı çekeceğini kullandım bağcıkları çözüp tekrar bağlamaya uğraşmamak için.

Evin dış kapısını açtığımda alarmın ötmesiyle birlikte alarmı kapattım ve evden kapıyı kilitleyip çıktım. Merdivenlerden inmeden önce -her ne kadar totemlere inanmasam da- Deliha filmindeki Zeliha gibi süre tutup dilek dilemeyi de unutmadım. En sevdiğim film serisiydi.

"Allah'ım bu merdivenleri on saniye içinde inersem en büyük dileklerimin gerçekleşmesini sağla. Sen hepsini biliyorsun rabbim." deyip duamı bitirdikten sonra yedi saniye içerisinde merdivenleri resmen uçarak indim. Bunun üzerine büyük bir umuda kapıldım belki olur diye.

Hayat belki yüzüme bugün gülerdi.

Hızlı adımlarla metro durağına gittim. Bir süre bekledikten sonra ise metro geldi. Metro geldi ve duraktaki insanlar gitti. Böyle anlar bir bedel ödemek gibiydi. Bir şey geldi ve bir şey gitti…

(Gökhan Kandelen’den…)

Siz hiç babanız tarafından bir kukla olarak kullanıldınız mı? Babanız yüzünüze istemediği bir şeyi yaptığınız için “Sen benim kuklamsın.” Dedi mi? Ya da sizi ailesinden bir parça olarak görmediği zamanlar oldu mu? Otuz dört yaşındayım ve buna rağmen doğumumdan itibaren babamın kuklası oldum.

Altı sene boyunca yetimhanede kaldım. Geceleri babamın kuklası olurken gündüzleri parasını kazanmaya çalışan bir adam olarak büyüdüm.

Okula gitmedim çünkü babam gitmeme izin vermedi. Daha küçük bir yaşta olsaydım ikizimle birlikte yetimhanede daha uzun süre kalabilirdim ama on sekiz yaşıma girdiğim gün yetimhaneden kovuldum. Yetimhanenin görevlisi bizi bir çöp gibi koridorlarda sürükledi ve yetimhanenin demir kapısının dışına doğru kolumuzdan ittirerek attı.

Kapının önünde beklemedik. Önce sahile doğru gittik. Yürümekten dolayı leş gibi kokmuştuk. Gece yarısı olup herkes evine çekilince baştan aşağıya soyunup denize girdik. Üstümüzdeki kiri arındırmaya çalıştık ama günahlarımızdan asla kurtulamadık.

On dört yaşımızda elimize silah verdiler. -Bunu babamın adamları yaptı- Aynı sene bize dövüşmeyi öğrettiler. On beş yaşımıza geldiğimizde bizden birini öldürmemizi istediler. Öldürdük. Başımıza birer silah dayandığı için titreye titreye bunu yaptık. Soyut olan silahtan bahsediyorum.

Kardeşimi öldüreceklerini söylediler.

Kim olduğunu bilmediğim, bana hiçbir zararı olmayan bir adama üç kurşun sıktım. Biri bacağındandı. Diğeri kalbinin aşağısından öbürü ise alnının ortasındandı.

Sonra daha çok insan öldürdüm ve ben biraz daha öldüm. Ölmeyi de sevdim çünkü ölen hiçbir zaman gerçek ben olmadı. Ölen her zaman Gökhan Kandelen oldu ve ben hiçbir zaman Gökhan Kandelen olmayı sevmedim. Çünkü ben Gökhan Kandelen değildim. Benim gerçek ismim bu değildi. Ben annesinin kömür saçlı zeytin gözlü oğlu değil babasının karanlık gözü Gökhan Kandelen olmuştum.

Bana adımla hitap eden herkesi öldürdüğüm için de gerçek sevdiğim kişilere adımı hiçbir zaman söylememiştim. Ve beni zincirlerle bağlayıp bir odaya kapattıkları gün adımı söyledi-ğim için asla kendimi öldürmemiştim. Onu öldürmenin bir yolu yoktu çünkü artık o yoktu.

Gerçek ben yoktu. Ruhum yoktu. Evden kovulup yetimhaneye bırakılan o genç adam yoktu. Yetimhanenin soğuk duvarlara belki aynı yetimhaneye gelir umuduyla kardeşinin adını her yere kazıyan o delikanlı yoktu.

Kendi bileklerini kesip ölümden dönen o adam artık yoktu. Çünkü… Gökhan Kandelen nefes alıyordu.

(Fatih Kandelen’den…)

Geçmiş öyle bir şeydi ki tarif edilemezdi. Ömrünün bir kısmı mutluluklar bir kısmı ise üzüntülerle geçmiş ve peşini bırakmamıştı. Geçmişe dair duyduğumuz acı bedenimizdeki yara kabukları gibiydi. Bazen kabuğu kalkar ve canımızın tekrar acımasına sebep olurdu bazen de unutulur ve olduğu yerde iyileşirdi. Ama kabuğu kalkan yaraların acısı da şuydu ki, o yara kapanana kadar acır ve size her defasında soymanız gerektiğini söylerdi.

Acı deyince benim aklıma birçok şey gelir lakin bunların başını Charlie Chaplin çeker. Kendisini tanıyıp bilenler beni yanlış anlamış olabilirler, neden bu ismi verdiğimi bilmiyor olabilirler ya da kim olduğunu bilmediğimi sanıyor olabilirler lakin ben onun kim olduğunu biliyorum. Kendisi bir komedyen ama acıların olduğunu unutmuş bir komedyen.

Usta komedyen yine sahneye çıktığı günün birinde her zamanki gibi milyonları güldürecek bir espri yapmış ve bu espriye herkes gülmüş. Bunun ardından aynı espriyi tekrar yapmış ve şaşkınlık içinde de olsa yine birkaç kişi daha gülmüş. Lakin aynı espriyi üçüncü kez yapınca bu sefer kimse gülmemiş.

Charlie Chaplin de “Aynı espriye tekrar tekrar gülmüyorsunuz da aynı acılara neden tekrar tekrar ağlıyorsunuz? Hiç mi akıllanmazsınız? Aynı senaryo aynı dert aynı acılar. Yüzyıllar boyunca tekrar, tekrar, tekrar… hiç mi ders çıkarmadık? Güzel beynimiz hiç mi ders çıkarmıyor? Daha iyi bi hayatı hepimizin hak ettiğini düşünüyorum. Bunun için kişisel seçimlerimizin, davranışlarımızın, insanlarla kuracağımız ilişkilerin hepsi altın değerindedir.” Diyerek insanlığa güzel bir ders vermiş ama ne yazık ki insanlık bu güzel sözü unutup binlerce gözyaşı dökmeye devam etmiş.

Biraz önce binlerce dedim ama bu yaşlar binlerce ile mi sınırlı kaldı? Elbette hayır. Belki milyonlarca, milyarlarca, trilyonlarca, katrilyonlarca… belki de daha fazla. Peki biz bunu hangi sayı birimiyle ifade etmeliyiz? Bunlar bizim için yeterli mi? Asla. Matematikle ilgilenen, bu dalda ustalaşmış ve kendince yeni fikirler ortaya atmış biri olarak söylüyorum ki bunu sonsuzlukla ifade edemeyiz çünkü sonsuzluk diye bir şey yoktur. Biz ifade edemeyeceğimiz şeylere sonsuz deyip geçtik ama asla bunu karşı tarafa yansıtamadık.

Mesela “Beni ne kadar seveceksin? Bana ne kadar değer vereceksin?” sorularına yanıt verdiğimiz gibi.

Seni sonsuza kadar seveceğim.

Külliyen yalan çünkü sonsuz diye bir şey yoktur. Her şeyin bir sonu vardır. Yeter ki bir yere elini uzat ve önünü kes. Bu sonsuzluğu engelleyecektir.

Bir yarış pistinin sonunu kesen sadece kırmızı bir kurdeledir. Bunu unutma.

Benim unutmayacağım şeylerden biri ablam bir diğeri ise kız kardeşimdi. İkisi de dünyalar güzeliydi. İkisinin de saçları kıvır kıvırdı. Belki ikisinden birine denk gelirim umuduyla saç rengi ne olursa olsun her kıvırcık bayana adını soruyor, onun ablam ya da kardeşim olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Neticede saçlarını boyatmış olabilirlerdi değil mi? Bu ihtimali gözden çıkaramazdım.

Ömrümü boşa harcayamazdım.

(İlknur Kandelen’den)

Tesadüfler bazen hayatınızda bir başyapıta, bir dönüm noktasına sebep bile olabilirdi. Ve bu tesadüflere ise sadece zaman ve kaderimize yazılmış olan çizgi karar verirdi. Aslında tesadüf diye bir şeyin olmadığını söyleyenlere hak veriyorum ama tesadüfler bile kaderimize yazılmamış mıdır aslında? Onlar da alın yazımızın bir parçası değil midir? Ya da her şey bir yana kader diye bir şey yoktu ve her şey yokuş aşağı ilerliyordu. Kim bilir, belki de bu kader söylentileri kız kulesi efsanesinden sonra söylenmiştir? Ne mi o efsane? Anlatayım...

Bir zamanlar o dönemin adı ile Konstantinopolis, şimdiki adı ile İstanbul’a hükmeden iyi kalpli bir kral varmış. Bu kralın tek ve en büyük arzusu bir kız çocuğu olmasıymış. Arzusunun kabul olması için gece gündüz İlah’ına dua eder, ondan bir yanıt beklermiş.

İlah sonunda kralın bu isteğini duymuş ve onun bu isteğini yerine getirmiş. Bunun sonucunda kralın güzeller güzeli bir kız çocuğu olmuş. Zaman içinde büyüyen kralın kızı güzelliği ile etrafındakilerin beğenisini, yardımseverliği ile de sevgisini kazanmış.

Genç kız kötülüklerden uzak, iyilikler arasında, aile sevgisiyle, hayat dolu yetişmiş…

Günlerden bir gün şehre bir falcı gelmiş. Kral devrin geleneğine ayak uydurmak isteyip, fal baktırmak için o falcıyı ayağına kadar getirtmiş. Güzel kızının geleceği hakkında bilgi sahibi olmak istemiş. Falcı, kralın emrine itaat etmiş ve kızının eline bakmış. Lakin genç kızın elinden iyi bir kader çıkmamış.

Bakması ile de bir anda irkilmiş falcı. Önce krala karşı olan korkusundan bir şeyler söylememiş ama kötü bir şeyler olduğunu anlayan kral, falcıyı konuşması için zorlamış. Gördüğü kaderi içinde saklayamayacağını anlayan falcı, "Kralım, kızınızı zehirli bir yılan sokacak ve oracıkta ölecek. Buna hiçbir şey engel olamayacak. Kral dahi olsanız bunun önüne geçemeyeceksiniz." diyerek hepsini kralın kulağına fısıldamış.

Falcının söylediklerinden sonra kral sinirlenmiş ve yine kralın emriyle falcı derhal şehirden ayrılmış. Kral ise duydukları karşısında çaresiz kalmış ve korkmaya başlamış ama sırf kızı üzülmesin, korkmasın diye de ona hiçbir şeyden söz etmemiş. Kızı bu durumdan rahatsız olsa da bilmek istese de emir babasından geldiği için ikiletmemiş ve bir daha sormamış. Kral ise çaresizce bu kaderin önüne nasıl geçebileceğini düşünmeye başlamış.

Günler, aylar geçmiş ve sonunda kralın aklına bir fikir gelmiş. Şehrin uzağında bulunan, kıyıya yakın, küçük bir adanın üzerine beyaz taşlardan bir kule yaptırmış ve kızını da hizmetçilerle birlikte o kuleye göndermiş. Sonuçta yılanın denizi aşamayacağını düşünen kral, kızının güvenli bir şekilde o kulede yaşayacağını düşünerek içini ferah tutmuş.

Tüm bu durumlardan haberi olmayan kralın kızı, babasının neden böyle bir şey yaptığını hiçbir zaman anlayamamış. Aylar geçtikçe ailesini görememenin verdiği üzüntü ile günden güne zayıflamaya ve yorgun düşmeye başlamış.

Kızına her türlü yiyeceği meyveyi sebzeyi hizmetçileriyle gönderen kral kızının Beyaz Tarsus Üzümü istediğinin haberini almış ve bu isteğini ikiletmemiş. Kızının üzüntüsüne dayanamayan kral, kıyıya yakın bir kulede dahi yaşıyor olsa da kızının her isteğini yerine getirirmiş ve bunu yapmaktan hiç çekinmezmiş. Verdiği ilk emirle bir üzüm sepeti hazırlatmış ve kuleye göndertmiş. Kız bu üzümlere çok sevinmiş tabi. Bir anda iştahı kabarmış lakin iştahını bastırmış.

Gece, karanlık çökünce, içindeki üzüm isteğini bastıramamış ve herkesin uyuduğu bir vakit sepeti de alıp üzümleri yemek üzere odasına çıkmış. Ancak ona gönderilen üzüm sepetinin içinden zehirli bir yılan çıkmış ve kralın kızını oracıkta sokup ölümüne sebep olmuş. Falcının söylediği kehanet ise bu şekilde gerçekleşmiş. Kızını bu kaderden kurtarmak isteyen kral elinden bir şey gelmediği için kızının kaderine boyun eğmiş.

Kader işte… önüne geçemezsin. Olacağı varsa da olur.

Metroya benimle aynı anda binen bir adamla ayakta kaldık. İkimizde yan yana metronun duvarına yaslandık. Onu birisi aradı. O telefonunu kulağına götürüp konuşmaya başladığı sırada benimde telefonum çalmaya başladı. Telefonu kim olduğuna bakmadan açıp kulağıma götürdüm. Telefon rehberimde on kişi falan vardı ve hepsinde de aradığında açmak zorundaydım.

Çünkü hiçbiri normal insanlar değillerdi.

Açmadığın yerde ölümüne sebep olabilirlerdi.

"Efendim."

"Neredesin?" Sesinden kim olduğunu anlamam zor olmadı. Patronun biricik sağ kolu olan lanet olası Emirdi. Çok centilmensin(!) Emir. İnan ki seni nasıl terbiye edeceğimi bilemiyorum çünkü etmeye çalışsam bile bir fayda etmeyeceğinin farkındayım. İnsan bari bir günaydın der ya! Ya tamam patronun sağ kolu olabilirsin ama bu kadar da öküz olamazsın değil mi Emir?

Azıcık insan taklidi yap ne olur, yalvarırım. En azından onu yap.

"Üniversiteye gidiyorum. Hayırdır?"

"Üniversiteden kaçta çıkacaksın?"

"Hatırlamıyorum, neden?"

"Çıkışta mekâna gel. Ya da çıkarken beni ara. Yeni görev var." Dedi ve telefonu her zamanki gibi yüzüme kapattı. Aldırış etmedim ve telefonu cebime attım. Çünkü bunu her zaman yapıyordu. Bunun yapmasının nedeni belki beni sinir etmekti ama her seferinde ise başarısız olmuştu.

Kafamda kurduğum düşüncelerimin içine Emir’i çok fazla kattığımı fark ettiğimde etrafımı nedense kolaçan etme ihtiyacı hissettim. Ve bunu yaparken yanımdaki sarışın adamın bir süre beni izlediğini fark ettim. Eh! Sonuçta ajanım değil mi bu kadar da olsun bari. Bir zahmet fark edeyim!

"Adınız nedir?"

Loading...
0%