Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm: Sarayın Kapıları

@illtakeaquietlife

 

~

 

Omzuma taktığım normalden biraz daha büyük deri çantayla aynada kendime bakmak için aynaya yöneldim. Her ne kadar bana orada yeni elbise vereceklerinden emin olsam da hazırlıksız gitmek, ya da kendimi onların kıyafetlerine muhtaç göstermek istemedim. Az önce yanıma çağırdığım annem ben aynadan onun yansımasını izlerken arkama geçip korsemin iplerini hafifçe çekiştirdi. Ne zaman onu bunu yapması için çağırsam ya bol bırakır ya da belime tam oturturdu. Bağları arkamda küçük bir kurdele yaparken nefesimi kısıtlamak, isteyeceği son şeymiş gibi davranıyordu.

Üzerimde gezinen bakışlarını izledim benden yaklaşık birkaç santim kısa olan figürünü aynadan, kahveleri vücudumda rahatsızlık hissi vermeden gezindikten sonra açık bıraktığım sarı saçlarımda ve normalde tokayla arkaya tutturduğum, ama şimdi alnıma dökülmelerine izin verdiğim perçemlerimde dolaştı.

“Sana orada evli olmadığın için hor gözle bakacaklar.” Diye mırıldanırken saçlarımı arkadan gevşek bir şekilde örmeye başladı. Kraliyette yıllardır süregelen böyle bir anlayış vardı, hatta kadınların iş hakkı bile halktaki ayaklanmalar sonucu yaklaşık otuz yıl önce sağlanmıştı. Bu yüzden annem gibilerin şu anda mesleği yoktu, bu yüzden annem olmayı çok istediği mesleği yapamamıştı, hiç yapabileceğine de inanmamıştı zaten. O zamanlar evliliğe kadınların kendilerine birilerinin bakması için bir ihtiyaçmış gözüyle bakılırdı, sevdiği biriyle yaşamak için değildi.

“Seni aşağılamalarına izin verme, hakkını savun.” Çoğu kez tekrar ettiği şeyleri yine hatırlattığında bu sefer sözlerini daha ciddiye almamı istediğini biliyordum. Başımla onu kısaca onayladım.

Evden çıkmadan önce saate baktığımda öğlen on ikiye beş dakika kaldığını gördüm ve kan kırmızısı pelerinimi beyaz elbisemin üzerine örttüm, sonbahar soğuğunda bir doktor olarak sarayda hasta olmak isteyeceğim son şeylerden biriydi. Ayağıma beyaz botlarımı geçirdim, her ne kadar uyumsuz olsa da sonuçta elbisem yere değmese bile botlarımı örtüyordu.

Sokağa adımımı attığımda kapının önündeki at arabasını inceledim, arabayı ilerleten iki attan biri siyahken diğeri beyazdı. Bir muhafız olduğunu tahmin ettiğim kişi ise buraya bakmadan beyaz olanın yelesini okşuyordu.

Yavaş adımlarla adamın birkaç adım uzağında durup beni fark etsin diye boğazımı temizledim. Arkasını döndüğünde gözlerim kısıldı, bir muhafız olduğu konusunda yanılmıştım, çünkü giydiği simsiyah kıyafetler bir muhafıza ait olamazdı, giydiği gömleğin üzerine attığı aynı renk siyah pelerinle daha spor görünüyordu, ama bir o kadar da resmiydi.

Sanki beni daha önceden görmüş gibi yüzüme ve vücuduma kısa bir bakış attıktan sonra lacivert gözleri kısıldı ve kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. Siyah olduğunu düşündüğüm dalgalı saçları tepeden vuran güneşle kahverengiye kaçmıştı, çehresi sert olmasına rağmen sınırlarını bilir bir tavrı vardı.

“Alacakların sadece bunlar mı?” Dediğinde sesi bir yerden tanıdık geldi ama nereden olduğunu pek sorgulamadım, herhangi bir yerden de olabilirdi. Kolumdaki deri çantayı başıyla işaret ettiğinde sesi kelimelerinin aksine nazik çıkmıştı.

“Az mı almışım?” Diye sordum merakla, gözlerim çantamla onun arasında gidip geliyordu.

“Hayır, yeterli.” Kısa cevabıyla ona çantamı tutması için uzattım, muhafız olmadığına göre koruma ya da çalışan olmalıydı sonuçta.

Ona uzattığım çantama bakıp kaşlarını çatınca zaten kısık olan gözleri daha da kısıldı. Yerinden kımıldamayı bırak, kılını bile kıpırdatmadığında beni de sinirlendirmeye başlamıştı.

“Alsana şunu.” Çantayı havada tutmaktan kolum ağrımaya başlamıştı ve bu sabrımın son kırıntılarıydı.

“Sebep?” Diye sorduğunda kafamı omzuma doğru eğdim.

“Çalışan değil misin sen? Bunu arabanın arkasına yerleştirmen gerek.” Derken bir yandan da yaklaşıp çantayı göğsüne bastırdığımda mecburen tutmak zorunda kaldı. Dudaklarını birbirine bastırırken sanki gülmemeye çalışıyormuş gibiydi, hızlı adımlarla arabanın içine yerleştirdi çantayı. “Öyleyim tabii,” Diye homurdandığını duysam da umursamayarak içeri geçip oturdum, kapıyı da çekip kapattım.

O sırada kapının pervazına yaslanmış bizi izleyen annemi gördüğümde sinirim sanki bir anda buharlaşıp yok oldu. Aniden atların hareket etmeye başlamasıyla pencerenin arkasından anneme neşeyle el salladım, üzülmesini istemiyordum. Özellikle de ben olmadığım süre boyunca kendisine bakabilsin diye geçen ayki maaşımın büyük bir kısmını annemin yanında bırakmıştım, ve her ay istemese bile ona para gönderecektim.

Gülümseyen yüzü yavaş yavaş görüş açımdan kaybolup yerini eski evlere bıraktığında yüzümdeki gülümsemeyi sildim ve önüme döndüm. Karşımda gördüğüm kişiyle neredeyse yerimden zıplayacaktım. Dikkatle yüzümü izliyordu. Hangi ara gelmişti? Hiç ses duymamıştım.

Şaşkın yüz ifademi görünce başını aşağı eğmişti, kollarını yine göğsünün altında kavuşturmuştu. Atlar hareket ettiğine göre arabada ikimiz dışında biri daha vardı. Normalde çalışanlara kaba davranan biri değildim, sadece bana ona neden emir verdiğimi sorması ve bunun ardından gülmesi zaten annemi orada bıraktığım için bozuk olan moralimin sinire evrilmesi için yeterli olmuştu.

Ben de aynı dikkatle yüzünü ve vücudunu incelemeye başlarken rahatsız etmemek için olabildiğince yüz ifademi sabit tutmaya ve hızlı olmaya çalıştım. Birkaç tutamı alnına dökülen dalgalı kuzgun karası saçları ne çok uzun ne de çok kısaydı. Gözlerini kısması dışında yüzünde duygu belirten hiç bir ifade yoktu, sert çehresine rağmen bana kolay sinirlenen biri gibi gelmemişti. Geniş omuzlarından düzenli antrenman yaptığını ve sıradan bir çalışan olmadığını çıkarmıştım, daha üst kademeli olmalıydı.

Birkaç saatlik yolculuğun ardından yol boyunca okuduğum kitabımı çantama sıkıştırdım, orman yolundan gittiğimiz için arabanın sarsıntılarıyla midem de bulanmaya başlamıştı. Saray görüş açımıza girdiğinde bir ses düşüncelerimi böldü. “Varmadan önce ismini söylesen?” Önüme döndüğümde bir anda göz göze gelmemizle kaşlarımı kaldırdım, o ise beni yanlış anlamış olacak ki tekrardan sordu. “İsminizi bana bahşeder misiniz?” Dediğinde gülmemek için yanaklarımın içini ısırmak zorunda kaldım, arabaya binerkenki tavrım yüzünden kelimelerini değiştirmesi beklenmedik değildi.

Oysaki ismimi bildiğinden de bir o kadar emindim. Ünüm her ne kadar saraya kadar yayılmış olsa da beni bilmese bile kral onu beni almaya gönderirken ismimi söylemiş olması gerekirdi. Fazla bu konuyu kurcalamak istemediğim için uzatmadım. “Maria.”

Başıyla beni onayladıktan sonra ben de tam ona aynı soruyu soracakken atların yavaşlayıp durmasıyla sözcükler ağzımdan çıkamadan kaldı. Ayağa kalktığımızda çantamı kendisi bir çalışan olmasa centilmen bulabileceğim bir şekilde omzuna attı ve benden önce kapıyı açarak bana yol verdi. Sıcak olduğunu umduğum bir tebessümle ona kelimesiz teşekkür edip kendimi arabadan dışarı attığımda kendimi sarayın hemen önünde buldum. Beni şaşırtan şey ise arabanın girişinin biraz önüne sıralanmış belli başlı koruma ve hizmetçilerdi.

Arkamdan yol refakatçiminde arabadan indiğini adım seslerinden anladığımda arabanın başına toplanmış çalışanların neredeyse yarısı hızlıca onun karşısında bitti. “Majesteleri siz yorulmayın, çantayı bırakın. Ben hekimi onun için ayarlanan odaya götürürken taşırım…” Diyen bir kadın sesi ayaklarımın yere çivilenmesine yol açarken kafamı tüm bedenimle beraber oraya çevirdim.

Majesteleri mi?

Duyduğum sesin kaynağı kadın az önce kısmen tanıştığım adamın önünde durmuş, önceden olsa gereksiz bulacağım bir saygıyla kafasını öne eğmişti. Adam kadının kollarına çantamı bırakırken gözleri bi anlığına benimkileri buldu, artık nasıl bakıyorsam dudaklarının köşeleri hafifçe kıvrılmıştı. Aslında gülmekte haklıydı, gidip orada prense çalışan muamelesi yapmıştım. Kendimi şu anda yerin dibine gömüp mezar taşı döşemeliydim!

“Tamamdır. Doktora söylersin ki bu akşam yemeğini bizimle yiyecek, tanışma amaçlı.” Benim onları dinlediğimi biliyordu ama yine de yüzüme söylememişti. Adam onun yüzüne bakmamı sağlayan cesaretimin kırıntılarını bile süpürmüşken söylemeseydi zaten!

Kadın “Peki efendim.” diyerek bana doğru yaklaşırken başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi yönümü değiştirmiştim. Yanıma vardığında beni sıcak bir gülümsemeyle selamladı. Kadının simsiyah saçları ülkenin doğu tarafından olduğunu düşünmemi sağlayan çekik gözleriyle uyum sağlıyordu. Fazla oyalanmadan saraya girip upuzun, beyaz ve grilerle bezelenmiş koridorlarda yürümeye başladık. Eğer bana rehberlik eden yanımdaki kadın olmasaydı büyük ihtimalle bu labirent gibi olan sarayda kalbolurdum.

Kahverengi bir kapıya vardığımızda kadın ilk defa bana döndü. “Ha bu arada, beni senin özel hizmetçin olarak görevlendirdiler. Bana dilediğin gibi seslenebilirsin ama bilmek istersen adım Runa.” Devam etmesi için beklediğimde tekrar söze girdi. “Bu akşam kral sizi akşam yemeğine davet etti, saat altıda hazır olmalısınız.”

Saate baktığımda hazırlanmak için daha iki saatim olduğunu görüp rahatladım. “Odanız burası, bir şeye ihtiyacınız olduğunda seslenmeniz yeterli. Eğer duş almak isterseniz de sıcak su temin edebilirim.” Eliyle odayı işaret ettiğinde kafamı aşağı yukarı sallayarak onayladım.

“Teşekkürler, Runa. Suya gerek yok.” Daha geçen gece yıkanmıştım. İsmiyle hitap etmem daha iyiymiş gibi gülümsemesi genişlerken kapının kulpunu çevirerek kapıyı sonuna kadar açtım. Çantamı Runa’nın elinden alıp içeri girdiğimdeyse odanın büyüklüğüne şaşırmamıştım. Odanın tam ortasında çift kişilik bir yatak, sağında ise bir makyaj masası vardı. Kapının solunda ise beni büyük bir gardrop karşılarken çantamı kapıyı arkamdan kapatmadan önce yatağın üzerine bıraktım. Kapı ve yatak arasında neredeyse beş adım vardı.

Gidip ilk iş olarak gardrobu açıp bana verilen elbiselere baktım, çoğu meslek gereği beyaz ve düz elbiselerden oluşsa da fazlasıyla renkli elbiseler vardı. Bunların da büyük ihtimalle bu akşam yemeği gibi etkinliklerde giymem için verildiği aşikardı. Beden ölçülerimi bilmedikleri için elbiselerin hepsi genişliği ayarlanabilir şekildeydi.

Renkli elbiselerden birkaç tanesini seçip odanın köşesindeki boy aynasında üzerime tutarak hangisinin daha çok yakıştığını anlamaya çalışırken aklım istemsizce prens olduğunu düşündüğüm adama kaydı. Prenslerin isimleri tüm krallıkta bilinirken yüzlerini sadece yüz yüze görenler bilirdi. Kralın iki tane oğlu, bir kızı vardı, oğullarından büyük olan ve halkın tahta geçeceğini tahmin ettiği kişi Prens Axel’dı. Otuz yaşında olmasına rağmen kral tarafından müstakbel kral ilan edildiği için daha çok saraydan dışarı çıkmazdı.

Bana yolda eşlik ettiğini düşündüğüm kişi ise Runa’nın majesteleri diye hitap ettiği 27 yaşındaki Prens Matthian’dı. Ona arabada patronluk tasladığım için beni akşam yemeğinde rezil etse sesimi çıkartabileceğimden şüpheliydim. İşime daha başlamadığım halde beni kovdurtmaya hakkı varken bunu yapmazsa bile iğneleyici sözleri ve bakışları tüylerimi diken diken edebilirdi.

Benim için kısa, ama duvardaki saate göre uzun bir zamanın ardından bebek mavisi bir elbisede karar kılmıştım. Elbisenin göğüs dekoltesi olmamasına rağmen köprücük kemiklerimi açıkta bırakıyor, kolları bol ve kapalı olmasına rağmen kumaş tül olduğu için kollarımı gösteriyordu. Kabarık sayılamayacak etekleri ise ayak bileklerimde bittiği için ayakkabı seçimimi düzgün yapmam gerektiğini bana hatırlatıyordu.

Sarı saçlarımı yapma gereği duymadan omuzlarımdan saldığım sırada kapı tıklatıldığında “Gelebilirsin.” diye seslendim Runa olduğunu tahmin ettiğim kişiye. Tam da tahmin ettiğim gibi Runa ürkek bakışlarla içeri girdiğinde sırtım ona dönüktü.

“Efendim yemeğe on dakika kaldı, geç kalmak istemezsiniz diye düşündüm.” Yavaşça ondan tarafa döndüm. “Ben hazırım. Bir de bana efendim diye seslenmene gerek yok.” Aynadan yüzüme yaptığım hafif makyaja son bir bakış attıktan sonra Runa’yla kapıdan dışarı adımladım. Hem yürümemi zorlaştıracağını düşündüğüm için, hem de tüm akşam boyunca ayağımda duracaklarını bildiğim için topuklu giymekten kaçınmış, ayağıma fazla göze çarpmaması için elbisemle aynı renk bir çift babet geçirmiştim.

Labirent gibi olan koridorlardan geçerken ilk defa saraya girdiğimde kullandığımız yoldan farklı bir yol kullandığımızı fark ettim. Bu sarayda kaç farklı yola açılan koridor ve meydan olduğunu düşünmek hayal gücümü zorluyordu. Ama etrafta koşturan çalışanların artmasından da taht salonuna yaklaştığımızı hissetmiştim.

Bir tur daha bir koridordan döndüğümüzde ise daha önce geçtiğimiz koridorlardan daha geniş ve daha uzun bir koridora geçiş yapmıştık. Koridorun sonundaki büyük kapının taht salonuna açıldığını tahmin etmek zor değildi. Karşılaştığımız kalabalık ise adımlarımızın yavaşlamasına sebep olmuş ve gözlerimin duvardaki tablolara kaymasına yol açmıştı.

Duvarda her bir tablonun altında bir zaman aralığı ve bazı isimler gümüşle işlenmişti. Her bir tabloda tarih boyunca bu krallığın başına geçen kişinin ve onun ailesinin resmi en ince detayına kadar işlenmişti. Tabloların köşesinde ise o tabloyu çizen ressamın ismini küçücük de olsa eklemişlerdi. Tablolar kronolojik sıraya göre sıralanmıştı, her bir adımımızda günümüze yaklaşıyorduk.

Adımlarım da gözlerim gibi sonuncu portrede durdu. Şu anki kral –kral Orion– ve onun yanına sokulmuş kızıl saçlı bir kadın vardı. Kadının kucağında aynı renkte saçlara sahip bir kız çocuğu vardı. Bununla birlikte kral ve kraliçenin önünde ise iki oğlan çocuğu dikiliyordu. Oğlanlardan boyu uzun olan tabloyu çizen ressama doğru genişçe gülerken yanındaki ise kollarını göğsünde birleştirmiş ve daha düz bir ifade takınmıştı. Boyu uzun olan çocuğun saçı annesinin saçıyla aynıydı fakat saçları onun aksine kıvırcıktı, ve çocuk ailedeki herkesin aksine daha sıskaydı.

Bir adım geri çıktığımda bir önceki tabloyla bakışmıştım, Runa da beklenmedik bir şekilde bana ayak uyduruyordu. Gözlerimi kısarak bu tabloyu da incelemeye başlamamla kral Orion’dan önceki kral olan kral Aaron’la göz göze gelmem bir oldu. Adam bu portrede babasının erken ölümü sebebiyle karısıyla birlikte çok gençti. Gülümseyen yüzünde hiçbir kırışıklık yoktu. Kral Aaron’un yaşadığı süre boyunca hiç erkek çocuğu olmamıştı, ama söylentilere göre ailesiyle birlikte öldürülmeden önce kraliçe bir erkek çocuğa hamileydi. Halk arasında bu aileye duyulan büyük bir saygı vardı, bunun sebebi ise kralın daha genç yaşta halka yaptığı hizmetler ve krallıkta kadınların haklarını en çok arttıran kral olarak tarihe geçmesiydi.

Karede kraliçenin omzuna sahiplenircesine kolunu atmıştı ve kafası karısına dönüktü. İkisinin arasında sanki portreye bile aşklarını yansıtmak ister gibi çok az bir mesafe vardı, burunları neredeyse birbirlerininkine değerken gülümsüyorlardı.

Yanımdaki Runa işaret parmağını sanki tanıtmak ister gibi kralın üzerine getirdi. “Kral Aaron. Şans eseri tanışmamızın sonucu ben henüz on bir yaşındayken bu sarayda kalmamı sağladı, ailem yoktu. Sokakta geçimimi sağlıyordum.” Fazla gereksiz bilgi verdiğini düşünüp dudaklarını birbirine bastırıp sustuktan sonra parmağını kraliçenin üzerine kaydırdı, bastırmamaya dikkat ediyordu. “Kraliçe Adeline.” İç çekip bu sefer parmağını kraliçenin kucağında sıkıca tuttuğu bebeğe kaydırdı. Bebek daha bir yaşında bile değil gibiydi, sapsarı saçları ensesinde bitiyordu ve yeşil gözleri sanki onları çizen ressamın elinin hareketlerini izliyormuş gibi kocaman açılmıştı. Oturma pozisyonunda bile duramayacak kadar küçük olduğu için sırtını annesine yaslamıştı.

“Ve Prenses Dorothy. Ailenin suikaste uğradığı gece cesedi bulunamadı.” Diye tamamladığında tüylerimin ürperdiğini hissetmemle kollarımı bedenime doladım. Runa’nın bakışları uzun uzun inceledi portreyi.

“Hadi gidelim, kral gelmeden masada olmalıyız.” Sesi beni düşüncelerimden çekip çıkartırken aramızda oluşan rahatsız edici sessizliğe de son vermiş oldu. Onu sadece başımla onaylayabildim.

~

Loading...
0%