Yeni Üyelik
5.
Bölüm

🐣39🐣

@imposiblety

Imposiblety'den

Raif'in ayarladığı köy evi, normal bir köy evi olmaktan çok uzaktı. Beyaz, güneş ışığı vurdukça ne kadar temiz ve yeni olduğunu belli eden bir boyayla boyanmış ev iki katlıydı.

Açık kahverengi, ahşap pencerelerinde beyaz demirlikler varken üzerine kokulu, güzel üzümlere sahip bir asma kaplanmış tuğla duvarlarla çevrelenen ön bahçede daire bir çardak ve uzun bir dut ağacı göze çarpıyordu. Ağacın önündeki zemin ezildiği için orayı mora boyayan dutlarla kaplıydı. Yerin geri kalanına beyaz ve açık gri çakıl taşları serilmişti; insanlar zemine bastığında rahatlatıcı, sohbet edilen yaz akşamlarını hatırlatan sesler çıkmasına neden oluyordu bu taşlar.

"Baba, buyası çok güzey!" dedi siyah, geniş arabadan babasının yardımıyla indirilen; ortamı daha iyi keşfetmesi için kucağa alınmayıp yere bırakılan; sarı elbiseli, sarı ojeli, kıvırcık saçlarına beyaz, yuvarlak bir şapka takılmış, beyaz sandaletler giyen kız çocuğu.

"Evet babam, çok güzel." dedi Gökhan eve inceleyici olmaktan çok uzak, kısa bir bakış attıktan sonra. Böyle büyük, bahçeli, hatta havuzlu birçok ev görmüştü mal varlıkları dolayısıyla; ne gösteriş ne de zenginliği detaylarla belli eden sade, minimalist evler dikkatini çekiyordu.

İnci tanesi yavaşça yürüdü, adımlarının çıkardığı sesler hoşuna gidince daha sert bastı yere, çakıl taşları onu kıkırdattı. Dut ağacına gitti. "Bu ağaç çok usun!" dedi şaşkınca. Görüş alanını kapatan şapkası yüzünden başını o kadar kaldırdı ki arkaya doğru sendeledi, hafifçe gülen Hakan başına destek verip düşmesini engellerken Gökhan çoktan kolunu kavrayıp onu kucağına almaya hazırlanmıştı.

"Evet, çok uzun ballım ama bakarken de düşme." dedi ikinci arabadan inen Engin. Minel uslu bir tavırla başını salladıktan sonra "Şey..." dedi Gökhan'a bakıp. "Aykadaki bahçe naşıy babacım?" Son zamanlarda gördüğü evlerden dolayı arka bahçesi olduğunu düşünüyordu artık tüm müstakil evlerin, bu ev için haklıydı da.

"Gidip bakabiliriz bebeğim, burası bizim, çekinmene gerek yok."

Kafası karıştı kız çocuğunun, nasıl bir sürü evleri olabiliyordu? Her yer onların mıydı? Belli etmedi bu halini, etrafı görme merakı ağır basıyordu. "Tamam." deyip babasının işaret parmağını minik parmaklarıyla kavradıktan sonra o tarafa yöneldi. Diğer elinde de tavşanı vardı.

Arka bahçenin eve yakın kısmında küçük ama derin bir havuz vardı, Raif dün söylediği için temizlenip doldurulmuştu. Bahçenin ilerleyen kısımlarındaysa yıl içinde, Aktunalar burada yaşamıyorken gelip tarla işleriyle uğraşan çalışanlar sayesinde yeşeren; sebze tarlaları ve meyve ağaçları vardı. Yedikleri tüm doğal meyve ve sebzeler buradandı. Tarla bitince de birkaç ineğin yaşadığı büyük bir ağır, otuz kadar tavuğa ev sahipliği yapan bir kümes ve birkaç tane, bakımlı, asil at onları karşılıyordu iki tane kedinin ve büyük, korumacı bir köpeğin yanında.

İnci tanesi bunların yalnızca ufak bir kısmını görebildi arazi düz olduğu için. Yine de "Çok güzey!" dedi gözleri parlarken. "Biy süyü ağaç vay! Çiçekyey vay! Bu ev çok güsey!"

"Evimiz." diye düzeltti arkadan gelen Raif. "Burası hepimizin evi bir tanem, senin de evin." Köy evi dedikleri ama daha çok bir çiftlik evi olan, bu yüzden Ayaz'a köyde inek beklemesi söylenirken hiçbir kuzenin aklına gelmeyen bu ev Aktunalar olmadan boş ve anlamsızdı.

"Evimis."

"Evet halacığım, ben pek inek falan sevmesem de senin seveceğine eminim. Buraya bayılacaksın!"

"Hııı, inek mi?"

"Evet, atların yanında."

"At mı?"

"Evet, tavukların orada."

"Tavuk mu?"

Gökhan güldü. "Bir anda söylemeyin, çok heyecanlandı." dedi kızının sıkılan yumruklarını salladığını görünce, açık yeşil gözlerinden belliydi bu yumruklara neden olan duyguların olumsuz olmadığı.

"Baba!.." Minel babasının söylediklerini duymamıştı, aklı duyduğu tüm hayvanlardaydı. "İnek dedi hayam. At, tavuk!.. Neydeyey? Göyebiyiy miyim? Yütfen babacım. Ama tanımıyoyyay beni, seveyyey mi? Sevmesyeyşe noycak, yanyayına gitmicek miyim?"

"Seni sevmemeleri mümkün mü?" diye yükselip kuzeninin boynundan öpmeye hazırlanan Doruk Ayaz'ın alaycı bakışlarına denk gelince anlaşmalarını hatırlayıp kollarını kavuşturarak, gözlerini devirerek geri çekildi. Ayaz güldü. "Seni kesin severler bebeğim." dedi Aktunaların inci tanesine şefkatle bakıp.

"Geyçekten mi?"

"Gerçekten."

Minel tavşanının kulağını kavramayan elini açtı, meyve ağaçlarının olduğu tarafa ilerledi sorduğu soruları unutup. Havuzun yanından geçeceği için Gökhan yanından ayrılmadı, şu son iki ayda havuzlardan ne kadar korktuğunu kimse tahmin edemezdi.

"Bu ne ağacı?"

Meyvelere baktı Gökhan. "Elma." Babasının kendisine verdiği işaretleri göz ardı ediyordu, doktorun geldiğini ve kendisini kontrol edeceğini biliyordu.

"Eyma yok, yemek yaşak!"

"Evet babam, öyle." dedi adam memnuniyetle.

"Bu ne?"

"Armut."

"Aymut. Aymutu şeveyim."

Gökhan biliyordu bunu. Kızına ara öğün hazırlarken hangi meyveleri sevdiğini, neyi daha çok yediğini öğrenmişti. Ne zaman Minel'in dediği bir şeyi bilse gururlu hissediyordu tecrübeyle kazandığı bu bilgiler sayesinde.

"Gökhan, gel!" Raif artık dayanamayıp. Doktor bekliyordu, dikişleri kontrol edilecekti.

"Neyeye baba?" diye sordu Minel hemen, gözleri büyüdü, babasının bacaklarına sarıldı. "Neyeye gidiyoyşun? Ben de geyicem. Gitmicen, öyye dedin."

Panikledi, nefeslerini hızlanmaya başladığında Gökhan hemen bacaklarındaki kolları çözüp bir dizi üzerine çöktü, bu ani hareketiyle yarası keskin bir acıyla kendisini belli etse de dişlerini sıkıp burnundan jefes vermek haricinde bir tepki vermedi, dikkati kızının üzerine yoğunlaşmıştı.

"Sakin ol biriciğim." dedi rahahlatıcı bir sesle. Gölgede oldukları için meleğinin başındaki şapkayı geriye itip saçlarını açtı, aniden yüzüne meyleden bukleleri hafif bir esinti edasıyla kulağının arkasına itti.

"Sadece veteriner gelmiş, hayvanlar hakkında konuşacağız. Hayvanlar sağlıklıysa da onların yanına gideceğiz." Bir anda bu yalan gelmişti aklına.

"Geyçekten mi?"

"Gerçekten. Sen hayvanları görmek istediğini söylemedin mi?"

"Söyyedim." dedi kız çocuğu zayıf bir sesle. Bir anda kalbi hızla çarpmıştı, yine babasının yokluğunu deneyimleyeceğini düşünmüştü.

"Deden bunu söyleyeceğini düşündüğü için onu çağırmış, gideyim, konuşup geleceğim güzelim, tamam mı? O sırada sen de dolaşıp bahçeyi keşfedebilirsin. Belki..." Etrafına baktı, aklına bir fikir gelince gülümseyip devam etti. "Bulduğun güzel, renkli çakıl taşlarını bana gösterebilirsin."

"Yenkyi taş mı? Vay mı?"

"Olduğuna eminim." dedi Gökhan, tereddütsüz. Kendi siyah hayatında Minel gibi bir mucize varsa toprakta da güzel, renkli taşlar olacağına emindi zira.

"Tamam, topyucam. Geyince... Geyince şana gösteyicem. Taşyayımısı gösteyicem."

Gökhan kızının saçlarından öptü şapkasını düzetlemeden önce, sonrasında ayağa kalktı, sabırsızlıkla kendisini bekleyen annesi ve babasına "Geldim." dedi huysuz huysuz. Gülten oğlunun söz konusu kendi sağlığıysa beş yaşında gibi davranmasına alışmıştı, bu yüzden tavrına aldırmayıp koluna girdi. "Gel canımın içi, doktor bekliyor. Minel'e ne söyledin?"

Gökhan yanından ayrılır ayrılmaz Minel'in yanında belirmişti amcaları. Çocuklar ve Hale bavullarını yerleştiriyordu, Hakan normalde pek yapmayacağı bir şey yapıp eşyalarını yerleştirmeyi ertelemişti yeğeniyle vakit geçirmek için.

"Merhaba güzelim."

"Meyaba amca." dedi Minel çöktüğü yerden başını kaldırıp, Hakan daha da dev gözüküyordu böyle gözüne. Engin'i de görünce "Meyaba amca." dedi bir kez daha.

"Ne yapıyorsun?" İkisi de yere, yeğenlerinin yanına çöktüler. "Güzey taş ayıyoyum." Ciddiydi Minel, bu yüzden gülüşlerini tuttular, ona kendisini kötü hissettirmek istememişlerdi. "Babama göşteyicem taşyayı."

"O zaman ön bahçeye gitsek daha iyi olur amcam, orada çakıl taşları var."

Bir süre düşündü kız çocuğu. "Buyda kaymak iştiyoyum." dedi sonra. Arka bahçeyi gözle görülür bir farkla daha çok sevmişti. Hem burada da bir sürü çakıl taşı vardı, ön bahçeden gelen insanların ayakkabılarına takılan taşlar toprakta birikmişti.

"Tamam." dedi Hakan yumuşak bir sesle. "Burada kalalım. Biz de sana yardım edelim hatta taş bulurken, olur mu?"

"Oyuy."

"Bence yardım etmeyelim."

İkisi de Engin'e baktı. Kız çocuğunun yüzü düştüğünde kızın beyaz, onu oldukça şirin gösteren şapkasıyla oynayıp açıkladı Engin ne demek istediğini. "En çok güzel taşı bulan kazansın, yarışalım."

"Tamam." dedi inci tanesi hemen. Oyun oynamayı seviyordu, ayağa kalktı, daha uzak bir yere gidip yere çökerek taşlara bakmaya başladı. Tavşanını ağacın dibine oturtmuştu.

"Başyadım!" diye seslendi amcalarına. Hakan da Engin de güldüler onun bu haline, sürekli Minel'i kontrol ederek taş aramaya başladı onlar da. Yaptıkları şeyin mantıklı olup olmaması önemli değildi, kızın iyi hissetmesi, eğlenmesi yeterliydi.

"En çok taşı ben bulacağım!" dedi Engin sakin, adil oyundan zevk almayıp. Oyuna biraz hareket katması lazımdı. Ayağa kalktı, Minel'in başına gitti, kız bunu görür görmez taşlarının üzerine kapandı. "Taşyayım!" dedi evladını bağrına basıp kötü insanlardan kaçan bir anne edasıyla.

"Taşlarını saklayabilirsin ama koruyamazsın." deyip Minel'i belinden tutarak kaldırdı Engin. Kız çocuğu ayaklarını çırptı büyük bir enerji sarf ederek. "Taşyayımı ayamassın!" dedi davasından vazgeçmeyip. "Onyay benim!"

"Yo, alırım." dedi Engin rahat bir tavırla. Kötü bir kahkaha attı sonra. "Sen de bana engel olamazsın!"

Hakan güldü. "Ufaklığı rahat bırak." deyip dizlerini silkeleyerek kalktı. Engin bunu görünce kaşlarını kaldırdı. "Demek savaş istiyorsun." dedi dramatik bir tavırla. Minel'i nazikçe yere bıraktı, bu sırada küçücük bir yığın olan taşlarını eliyle hafifçe dağıttı.

"Hayıy!" Hâlâ görünür olsalar da dağılan taşlarına baktı hüsranla. "Naptın taşyayıma?" diye sitem etti ama Engin amcası çoktan Hakan amcasına odaklanmıştı, cümlesini duymadı.

"Sen bana engel olamazsın abi, kibarcıksın sen."

"Kibarcık?" deyip güldü Hakan. Ağırbaşlı biri olduğu doğruydu ama konu yeğeniyle oynadığı oyundu, gurur meselesiydi, yeğeninin taşlarını korumaktı.

Engin'in taşlarını yığdığı tarafa bir hamle yaptı, Engin önüne geçti, bir süre bakıştılar. "Dövüşmek için fazla büyüğüz, Minel de korkar." deyip derin bir nefes aldı Engin. Elini uzattı. "Bilek güreşi yapalım."

"Masa yok." dedi Hakan, etrafına bakınırken bir o tarafa bir bu tarafa koşan inci tanesi dikkatini çekti. Kaşları merakla çatıldı. "Ne yapıyor?" diye mırıldandığında Engin de dikkat etti kız çocuğuna, hayretle ağzının açılması birkaç saniye sürdü.

"Ne yapabilir, taşlarımızı çalıyor!"

Amcalarının yığdığı taşlardan yumruklarına doldurup kendi yığınına taşıyordu Minel, babasına bir sürü taş göstermek istiyordu, hem Engin amcası onun yığınını dağıtmıştı, haklıydı.

"Ne yapıyorsun sen?"

Engin'in sesini duyunca arkasını döndü telaşla. "Hıı!" dedikten sonra taşları bırakmadan kaçtı. "Ayamazsın! Benim oydu onyay! Sen yoktun!"

Engin güldü, koşmasına gerek yoktu, hızlıca yürüyerek peşinden gitti Minel'in. "Benim taşlarım onlar, buraya gel!" dedi derdi kendisi için hiçbir anlamı olmayan, yeğenininse çok değerli gördüğü o çakıl taşlarıymış gibi.

"Geymicem, hayıy!"

Zikzaklar çizerek amcasından kaçarken bahçede dört dönüyordu atom karınca gibi. Ufak, sarı bir şeyin böyle koşuşu o kadar komikti ki Engin gülmekten yakalayamadı inci tanesini.

Hakan bu minik yakalamacaya katılmak gibi bir çabada değildi, kollarını kavuşturup bir meyve ağacına yaslanmıştı. Gülümseyerek kardeşini ve yeğenini izliyordu, bu tabloya defalarca şahit olmuştu hem oğullarında hem de diğer yeğenlerinde. Sonucun farklı olacağından emindi ama, öncekilerde çocuk yakalanınca atılıp tutulurdu, Minel'eyse kimsenin öyle davranmayacağını biliyordu. Ailenin inci tanesiydi o ufaklık.

"Buraya gel! Civciv seni! Nereye kadar kaçacaksın?"

Suratı kıpkırmızı olmuştu kız çocuğunun. Yine de ne teslim oluyor ne avcundaki taşları bırakıyordu. "Kaçıcam! Dedem geyince..." Nefes nefeseydi, duraksamadan konuşamıyordu. "Geyince... Seni söyyücem!"

"Sen benim taşlarımı aldın, neyi söyleyeceksin?"

Minel tatlı tatlı kendini açıklamaya çalıştı. "Sen benim... Benim... Taşyayımı... Taşyayımı dağıttın. O yüsden... Yüsden aydım... Ben... Ben senin... Taşyayını..."

Engin daha fazla uzatmadı koşma işini, terlemiş olmalıydı Minel. Birkaç adımda yanına ulaşıp belinden onu kavradı. Minel "Hıı!" dedi şaşkınca, bir anda yükselmişti, Engin amcasının tişörtünü kavradı, çakıl taşları yere döküldü. Kaçtığı kişi o olsa da güvendiği kişi de oydu, Engin onu düşürmezdi.

"Yakayadın beni!" dedi kız hayretle. Daha sonra yüzü aydınlandı. Kollarını Engin'in boynuna sardı. "Kasandım amcacım! Oyunu şen kasandın!"

Engin derin bir nefes aldı. Diğer yeğenleriyle Minel arasındaki farkı daha iyi anlamıştı. Onları kucakladığında kucağında tutmak için üstün bir çaba sarf ederdi çünkü gülerek kaçmaya çalışırlardı, Minel'se yenilgisini kabullenip tatlı tatlı konuşuyordu.

Amcasının yüzüne baktı kız çocuğu masum masum. Yanağını Engin'in omzuna yaslarken "Amcacım..." dedi sevimli bir sesle. "Napcakşın bana? Taşyayımı mı aycakşın? Ne gösteyicem babama? Üzüyüy babacım."

Minel'in saçlarından öptü Engin, doyamadı, birkaç kez daha öptü. "Bir şey yapmayacağım bal kızım, ben kıyabilir miyim sana?" Sırtını sıvazladı, terliydi, Hakan'a baktı.

"Terledi mi?"

"Evet."

Yaslandığı yerden doğruldu Hakan, eve girdi. Mutfağa gidip birkaç parça peçete alarak döndü. Bu sırada Engin Minel'le konuşuyordu.

"Sen kaybetsen de kazansan da ben sana kıyamam. İstediğini yaparım, sen benim bal kızımsın, sen benim gülümsün, ben nasıl istediğini yapmam?"

Gülümsedi Hakan bu hallerine. "Peçeteyi getirdim." dedi sonra, kız çocuğunu korkutmamak için. Elbisesini geri çekti, terleyen sırtına dikkatle koydu peçeteleri.

"Bir bırakmadınız, iyiyim." Gökhan söylenerek çıktı evden. Gülten ve Raif dikkate almıyorlardı onu, doktorun "İyi." demesiyle rahatlamışlardı.

"Baba!" dedi Minel Gökhan'ı görür görmez. "Babacım!" Bu tepki için yaşıyordu adam, gülümseyip kollarını uzattı, Minel hemen ona meyletti.

"Naşıyşın babam?"

Herkes güldü, en fazla on beş dakika olmuştu birbirlerini görmeyeli, yine de yıllardır ayrıymış da kavuşmuş gibi davranıyorlardı. Ayrı oldukları üç senenin etkisiydi belki de.

"İyiyim kızım, sen nasılsın?"

"İyiyim, teşekküy edeyim." Gökhan kızın saçlarını geriye itti. "Yüzün kızarmış bebeğim." dedi kaşlarını hafifçe çatıp, sırtını sıvazladı, terli olduğunu görünce eve yönelecekti ki "Koyduk peçete." diyerek buna engel oldu Engin.

"Oyun oynadık amcamyayya baba. Şey... Biy şey oymadı. Koştuk, o yüsden." Başını sallayarak kendini onayladı. Babasının evhamlı hallerine alışmıştı; adam her an iyi olup olmadığını soruyordu, ne yediğine dikkat ediyordu, merdivenlerden çıkarken dikkat etmesini istiyordu.

"Ne oynadınız biriciğim?"

"Taş buyma oyunu!" Gözleri büyüdü. "Şey..." dedi heyecanla. "Engin amcam taşyayımı dağıttı. Çünkü, şey, küçüküm ben. Kaydıydı beni. Sonya... Sonya... Hakan amcamya konuşuyken..." Keyifle güldü. "Ben onun taşyayını aydım!" Ellerini çırptı. "Bak, yeydeyey!" Gösterdi. "Beni yakayadı amcam, şey, yakayadı, düştüyey."

Gökhan yere baktı, çakıl taşlarını görünce gülümsedi şefkatle. "Olsun, toplarız." dediğinde "Başka taşyayım vay!" dedi Minel hemencecik. "Şuyda!" Ağacın dibini işaret etti tombul parmağıyla. "Yeye inebiyiy miyim babacım?"

Gökhan kızı yere bıraktı, Minel koşarak taşlarının yanına gitti. Tavşanına kolunu sarıp elinin açılmasını sağladı, çakıl taşlarını eline doldurmaya çalıştı. Elleri yetmeyince duraksadı.

Bir süre düşündü. Taşları da tavşanı da yere bıraktı. Elbisesinin eteğini kaldırdı, tavşanını oraya koydu, taşları da oraya koydu. Yavaşça ayağa kalktı, ne yapacağını dikkatle izleyen ailesinin yanına gitti paytak adımlarla. Babasının önüne gelince eteğine topladığı taşları gösterdi başını kaldırıp gülümseyerek.

Gökhan dizi üzerine çöktü. Minel'in eteğinden bir çakıl taşı aldı. "O taş pembe." diye açıkladı Minel. "O yüsden aydım, çok güzey." Gökhan taşı eşofmanının cebine koydu.

"Bunu niye aldın?" Raif ve Gülten de çöktüler yere, Gökhan'ın diğer tarafına da Hakan ve Engin çöktü. "Çünkü, şey, sayı gibi o." Açık kahverengiydi taş, Minel rengini bilmese de sevmişti. O taşı da Raif aldı.

Onlar taşları dağıtırken yukarıda Aktuna torunları oturmuş, konuşuyorlardı. Bu evdeki oda sayısı kendi evlerine göre az olduğu için dördü aynı odada kalıyordu, en azından oda evin en geniş odasıydı, sıkışmayacaklardı.

"O benim tişörtüm değil mi?"

Doruk'un Ayaz'ın bavulundan çıkan krem rengi tişörtü görünve sorduğu soruya omuz silkti Ayaz. "Bir zamanlar senindi, evet."

Doruk derin bir nefes aldı, başını kaldırıp tavana bakarken ellerini açtı. "Allah'ım, sen bu Doruk kuluna sabır ver."

"Amin abiciğim, amin."

Arda ve Kuzey bu diyalogdan bağımsızlardı. Arda iki kapaklı dolabına her şeyi simetrik bir şekilde yerleştirmişti. Sıra küçük bir bavula dizdiği kitaplarındaydı.

Önce çengel bulmaca ve sudoku kitaplarını çıkarıp masaya koydu, yanına şeffaf kalemliğini bıraktı. Aldığı boş A4 kağıtlarını da kalemliğin yanına konumlandırdı. Minel boyama yapmak isterse diye bu kağıtları ve boya kalemlerini getirmişti, kendisi bir şeyler okur veya çözerken onun yanında mırıl mırıl konuşup ara sıra sevimli bir şekilde gülerek kağıda rastgele çizgiler çekişini, fısıldamaya çalışıp başaramayarak "Bu yenk çok güzey!" deyişini seviyordu.

Sonuncu olarak bir sürü şeye sardığı çerçeveyi ve Minel'in yaptığı, duvarına astığı resmi çıkardı. Resmi burada da duvarına yapıştırdıktan sonra sarılı çerçeveyi açtı, annesini gülümseyen yüzüne özleyen gözlerle baktı, yutkundu. Bazen bu özlem onu fiziksel olarak hasta ediyormuş gibi hissediyordu; kalbi acıyor, gözleri yanıyordu.

O an şakalaşmalarına rağmen Doruk ve Ayaz fark ettiler Arda'nın bu halini, Kuzey çoktan fark etmişti. Elini yavaşça Arda'nın omzuna koydu son zamanlarda bu küçük temaslardan rahatsız olmayışına güvenerek. "Biz buradayız." dedi yumuşak bir sesle. Devam etmedi. Annesinin yerini tabii ki dolduramazlardı ama Arda kocaman bir ailesi olduğu bilerek az da olsa teselli bulabilirdi.

"Biliyorum, teşekkür ederim." dedi Arda utangaç bir sesle. Çerçeveyi komodininin üzerine dikkatle yerleştirdi. Camın üzerinden annesinin yüzünü okşadıktan sonra doğruldu.

"Babanın yanına gidip orada vakit geçirmek konusunda bir karara vardın mı?" diye sordu Ayaz'a bakıp. Hem dikkatleri üzerinden çekmek istemişti hem de bu soru son zamanlarda aklındaydı. Ayaz'ın bir yere gitmesini istemiyordu, bu isteğinin bencilce olduğunun farkındaydı, bu yüzden hiçbir zaman dile getirmeyecekti ama gerçek buydu.

Ayaz omuz silkti. "Gitmeyeceğim." dedi kayıtsızca. "Zaten fazla istemiyordum, bir de son olanlar..." Hiçbir şeyi umursamayan, ergen bir çocuk gibi gözükebilirdi ama ailesi için her şeyi yapardı, her birini canından çok seviyordu ve onlara, annesine kötü bir şey olma ihtimali varken onlardan değil kilometreler, bir metre dahi uzaklaşmak istemiyordu.

"İstersen bir dahaki yaz gidersin." diyerek öneri sundu Kuzey. Ayaz'ın babasına hasret kalmasını istemiyordu. İki ebeveyniyle de iletişim kurabilecek tek kuzeni Ayaz'dı, bunun çok değerli bir durum olduğunu biliyordu Kuzey, bu yüzden Suat'ı sevmese dahi Ayaz'ın onunla vakit geçirmesini istiyordu içten içe.

"Bilmiyorum, belki. Zaten bu yaz eğlenceli geçiyor. Minel de geldi." İnci tanesinin varlığına o kadar alışmışlardı ki son cüme duraksattı herkesi. Doruk gözlerini kırpıştırıp "Lan!.." dedi aniden gelen bir aydınlanmayla. "Minel iki ay falan önce hayatımızda yoktu. Çok tuhaf."

"Gerçekten." dedi Kuzey gülüp. Bu odadaki en mantıklı kişi oydu ama o bile bu bariz gerçeğe hayret duymuştu o an. "Haziranın ortasında geldi, şimdi yaz tatili bitiyor. Çok uzun bir zaman değildi ama sanki..." Doğru kelimeleri bulamayınca sustu.

Arda utangaçlığına rağmen kendisine engel olamadı. "Sanki hep bizimleydi."
Bir sessizlik oldu. Arda hariç her biri yataklarına oturdu, Arda çalışma masasının sandalyesine oturmuştu dimdik bir şekilde. Bazen böyle ciddi konuşurlar, sonrasında sessizce düşünürlerdi. Bu anları hepsi seviyordu, birbirlerine olan sevgileri daha da derinleşiyordu.

"Keşke hep bizimle olsaydı..." Doruk'a döndüler, üzerindeki bakışları hissedince açıkladı demek istediklerini Doruk, mavi gözleri kendisinin yatağıyla Kuzey'in yatağı arasındaki yün halıdaydı.

"Bizim ailenin içine doğsaydı, onu sevseydik, mamasını biz hazırlasaydık, ilk kelimesi için yarışsaydık, her anını videoya çekseydik... Bebekliğinin bir fotoğrafı bile yok, hepimizin albümleri var ama."

Düşündü kuzenler, Minel'in bebekken onlarla olmasının ihtimalini düşündüler. Fark etmeden tebessüm etti her biri. Her şeyi en detaylı hayal eden Kuzey'di ama.

.

"Dişin mi çıktı senin? Ha abim, senin dişin mi çıktı? Sen amcamı uyutmuyor musun kaç gündür?"

Minel'i havaya kaldırıp indirerek konuşuyordu on beş yaşındaki Doruk onunla, yerinde durursa ağlama ihtimali çok fazlaydı. Tüm ailenin göz bebeği olan bebek normalde çok usluydu, kendi kendine oynardı ama son günlerde üzerinde büyük bir huysuzluk vardı, babaannesi bunun diş çıkarmasıyla alakalı olduğunu söylemişti ve anlaşılan haklıydı; kızın alt çenesindeki küçük, beyaz diş bunu gösteriyordu.

İnci tanesi güldü, güleç bir bebekti. Abilerini de fazla fazla seviyordu ailenin diğer üyelerini çok sevdiği gibi. Tabii, hiçbir şey babasına olan sevgisiyle yarışamazdı. Kızı doğduğundan beri çok farklı birisi olan adamı ne zaman görse çıldırıyor, heyecanla ellerini ve kollarını hareket ettirip anlamsız sesler çıkarıyordu bebek.

"Sabah sporunu mu yapıyorsun?" diye sordu odaya giren Hale. Yeğenini görür görmez "Benim bebişim gelmiş!" dedi oldukça yüksek bir sesle. Minel bu sesten korkmadı, doğumundan beri etrafı Aktunaların gürültüsüyke çevriliydi, alışmıştı. Hatta onlara uyum gösteriyordu, halasını görünce çığlık attı.

Doruk kulağını tutup gülerken Minel'i halasına uzattı. "Kulak zarım gitti." dediğinde Hale hemen savundu küçük kızı. "Bebeğimin sesi mi götürecek kulak zarını? Çıkarmadığın kulaklıklarına suç bul sen, değil mi halasının güzeli?"

Minel ufacık ellerini Hale'nin yüzüne uzattı, Hale koltuğa oturdu, ona engel olmadı. İnci tanesi halasının yüz hatlarını keşfetti, anlamaya çalıştı. Hale en son gülüp parmağını uzattı bebeğe, inci tanesi hemen bu parmağı sıkıca kavradı, ağzına götürdü.

"Diş kaşıma oyuncağı değil o halacığım." dedi Hale gülüp. "Benim parmağım!"

Bebek bunu umursuyormuş gibi gözükmüyordu, zaten her şeyi ağzına götürdüğü dönemdeydi, halasının parmağı da farklı olmayacaktı. Hale kaderini kabullendi.

"Babacığım?"

Gökhan'ın sesi geldi salondan. Minel'e kıyafet almaya gitmişti, geri döndüğündeyse kızı bıraktığı yerde bulamamıştı. Bu eve gelince çok yaşadığı bir durumdu bu. Kız çocuğu yuvarlanmayı bile daha yeni yeni başarıyorken Aktunalar sağ olsun, tüm evi dolaşıyordu kucakta.

Minel tanıdık sesi duyunca halasının parmağını bıraktı. Yumrukları sıkıldı, elleri ve bacakları heyecanla hareket etti. Hale her zamanki gibi güldü onun bu haline. "Babamı duyunca bizi unut tabii, bacaksız." deyip ayağa kalktı.

"Oturma odasındayız!" diye seslendi kardeşine, onun ne kadar evhamlı ve kıskanç bir baba olduğunu, kızını beş dakika daha görmezse evin içinde "Kızımı alan kişi kızımı bana geri getirsin!" diye bağıracağını biliyordu.

Doruk azar yiyebileceğini biliyordu, bahçe kapısından dışarı sıvıştı hava soğuk olmasına rağmen. Gerekirse üç saat şubat soğuğunda beklerdi; Gökhan amcası, daha doğrusu altı ay önce baba olan ama yıllardır baba olmayı bekliyormuş gibi davranan, bir kez bile inci tanesinden dolayı yorulduğunu söylememiş, kızı söz konusu olunca herkese kızmaya hazır, boş zamanlarında çocuk gelişimiyle alakalı kitaplar okuyan Gökhan amcası daha beterdi.

"Meleğim?"

Gökhan minicik kızını görünce şefkatle gülümsedi. Kollarını uzayıp aldı hemen onu, kokusunu içine çekti. "Bebek kokuyor benim güzelim." dedi yanağından öperken. Sakallarını Minel'in doğumundan bir gün kadar sonra, o hastane odasında kızının yanağına parmağının tersiyle dokunup cildinin ne kadar pürüzsüz ve yumuşak olduğunu fark ettikten sonra kesmiş; ondan sonra da uzatmamıştı.

Minel çok şey biliyormuş, anlatacak çok şeyi varmış gibi bir şeyler söylemeye başladı. Gökhan koltuğa oturdu, kızını göğsüne yatırıp ona kollarını sararken ciddiyetle başını salladı. "Evet biriciğim, çok haklısın, sonra ne oldu?" Hiçbir şey anlamıyor olabilirdi; bu, kızının bir şey anlattığı ve bir tepki beklediği gerçeğini değiştirmiyordu.

"Gerçekten mi babam? Sen ne yaptın?"

"Yine baba kız sohbeti mi dayı?" İçeri giren on yaşındaki Ayaz'dı. Sesi bıkkındı. Kuzenini sevmek istiyordu ama dayısı hiç yanından ayrılmıyordu, kucağına da alamıyordu onu çünkü bebeği düşürebileceğini söylüyorlardı. On yaşında olabilirdi ama yaşıtlarına göre uzun ve güçlüydü sonuçta, ufacık kuzenini taşıyamayacak değildi.

"Evet aslanım." Saçlarını karıştırdı Ayaz'ın. Ayaz bir şey söylemedi. Uslu bir çocuk olursa Minel'i alabileceğini umuyordu.

"Yorulmadın mı dayı?" dedi sahte bir masumiyetle. Kollarını uzattı. "İstersen bana ver Minel'i."

Gökhan güldü. "Olmaz." dedikten sonra yeğeninin asılan suratının şirinliğine dayanamadı, bir kez daha saçlarını karıştırdı.

Baba olduktan sonra herkesi daha çok sevmeye başlamıştı sanki. Bir kolundan daha hafif olan kız bebek hayatının tam merkezine oturmuş ve her şeyi iyi yönde değiştirmişti. Sigara da kullanmıyordu artık, arabasını hızlı sürmüyordu, kavga etmiyordu. Maç videosu izliyordu ama bir o kadar da bebek bakım videosu, kıvırcık saç videosu izliyordu. Kızının kıvır kıvır saçlarına ileride bakım yapmak, onunla konuşa konuşa saçlarını taramak en büyük hayallerinden biriydi.

Ayaz kollarını kavuşturdu asık suratla. Kuzey ve Arda içeri girdi o sırada. Arda yeni yeni konuşmaya başlamıştı üç senenin ardından, bu yüzden mutlaka biri oluyordu yanında. Onunla konuşmaya, hasret kaldıkları sesini daha fazla duymaya çalışıyorlardı. Bugünün kişisi de anlaşılan Kuzey'di.

"Hoş geldin amca." dedi Kuzey. Arda bir şey demedi, amcasının yanına oturup parmağını bebeğe uzattı sadece. Gözlerindeki neşenin arkasında bir acı vardı, bu durum her zamanki gibi derin bir nefes aldırdı Gökhan'a. "Arda abine 'Merhaba.' de Minel." dedi yumuşacık bir sesle. Üç sene sonrasında konuşunca Arda'nın ilk kelimesi "anne", ikinci kelimesi "baba", üçüncü kelimesiyse "Minel" olmuştu; bu yaralı çocuğun kızına ne kadar saf bir sevgiyle bağlandığını biliyordu Gökhan.

Minel denileni anlamış gibi bit çığlık attı. Abilerini görmek her zaman bu tepkiyi vermesine yol açıyordu; onlarla çok neşeli vakit geçirmesinin, Gökhan'dan habersiz bir şekilde evrilip çevrilmesinin, döndürülmesinin etkisiydi belki de bu.

Arda çok hafif bir tebessüm etti, Kuzey kızın yumruk elini tutup açtıktan sonra üzerini öptü birkaç kez. Lisenin son sınıfındaydı, üniversite sınavına çalışıyordu ve onu tüm o ders dünyasından, stresinden kurtaran nadir şeylerden biriydi bu şirin bebek.

"Bu akşam burada mısınız amca?" Başını salladı Gökhan. Haftanın bir akşamı, genelde bu cumartesi gününün akşamı oluyordu, herkes Aktunaların malikânesinde toplanıyordu. O akşamı beraber geçiriyor ve orada kalıyorlardı. Gökhan kızını ne kadar kıskanırsa kıskansın bu ortama giriyordu her seferinde, onyn kocaman bir aileye sahip olduğunu ve bu ailedeki herkes tarafından sınırsızca sevildiğini hissederek büyümesini istiyordu çünkü.

Daba bir yaşına girmemiş bebeğinin saçlarından öptü. Onun yürüyeceği, bıcır bıcır konuşup hiç susmadan sorular soracağı zamanları çok merak ediyordu. Merak ediyordu ama acelesi yoktu, meleğiyle geçirdiği her vakit ayrı güzeldi, onun hayatının her döneminde ona babalık yapmayı ayrı ayrı sevecekti.

.

Ayaz daha büyük zamanlarını düşünüyordu Minel'in, iki yaşındaki hallerini. Aktunalarla büyüseydi şu anki görüntüsüne sahip olacaktı iki yaşındayken, sağlıklı bir bebek olacaktı. Ayaz'ın gözünde öyle canlanıyordu.

.

"Bilgisayardan oyun oynacağız ama bunu babana söylemeyeceksin, tamam mı?"

Başını salladı Minel. "Tamam." dedi yavaşça. Ayaz saçlarını okşayıp onu sandalyeye oturttu. Minel'in seveceğini düşündüğü, bol hayvanlı ve renkli bir oyun vardı ekranda.

"Kedi!" dedi Minel parmağını uzatıp. Bir şeyleri göstererek söylemeye meraklıydı bu dönemlerde. Bazen, durup dururken aile üyelerini işaret edip isimlerini söylemeye çalışıyordu hatta. Karşılığında da en yakınındaki kişi tarafından kolu bacağı ısırılıyordu tabii.

"Evet, kedi." diye onayladı Ayaz. "Onu mu seçelim?"

Minel tepki vermedi, hareket eden kediye odaklanmıştı tamamen, Ayaz gülüp onu satın aldı, evine ekledi. "Başka ne alalım?" Mağazadaki diğer hayvanları gösterdi, öncesinde gerçek parayla oyunda alım yaptığı için her şeyi alabilirlerdi mağazadan.

"Kitap!" diyerek kitabı gösterdi bu sefer Minel. "Ayda!" Arda abisini hep kitap okurken gördüğü için onu hatırlamıştı.

"Tamam, onu da alalım. Başka?"

Ekrana baktı Minel merakla. Bu dünya onun için çok farklıydı, babası hiçbir ekrana bakmasına izin vermiyordu zararlı olduğu için. Onun yerine oynuyor, bahçede koşturuyor, evlerinin alt katındaki havuzda yüzüyor, toprakla şekiller yapıyor veya kitap okuyorlardı.

"Baba!" Siyah, oyuncak arabayı gösteriyordu bu sefer. Gökhan öncesinde kimseye dokundurtmadığı arabasından Minel'in kusmuğunu az temizlememişti, bebek her seferinde babasının bu hallerini gülerek izlemişti yaptığından memnunmuş gibi, o anları hatırlamasa da babasıyla özdeşleştirmişti arabalarını.

"Alalım onu da, babanı asla unutma." Güldü Ayaz. Kızın babasına olan bu düşkünlüğü çok tatlı geliyordu ona. İki yaşındaydı daha ama otuz senelik sevgi sığdırıyordu sanki kalbine, öyle bir baba sevdasıydı kızdaki.

"Bane!" Bu sefer de bir battaniyeyi gösteriyordu, Gülten'i hatırlamıştı kadın Minel'e üşüyeceği korkusuyla sürekli battaniye ve yelek ördüğü için.

"Bane diyor ya..." Eğilip yanağından öptü kuzeninin. Minel bu sevgi gösterilerine alışıktı, iki senedir herkes öpüyordu onu, yine de gülümsedi, zar zor sandalyede ayağa kalkıp -Ayaz hemen fareden ve klavyeden ellerini çekmiş, kollarını endişeyle inci tanesine sarmıştı- Ayaz'ın yanağına bir öpücük kondurdu.

"Ayas!" dedi bu sefer de. "Şev."

Öğrendiği ilk fiillerden biriydi "sev". Fazlasıyla sevgi gördüğü için, sevmeyi bilen bir çocuk olduğu için normaldi bu. Herkese sev fiilini kullanarak dolaşıyordu sürekli.

"Amca şev. Baba şev. Bane şev. Abi şev. Haya şev. Ayas şev. Kedi şev."

"Ben de seni seviyorum bebeğim." diye karşılık verdi Ayaz. "Gel, otur, oyuna dönelim. Düşebilirsin böyle." Her birinin aklı çıkıyordu paytak paytak yürüyen kız düşecek, canını acıtacak diye. Çoğunun yanında Minel'in çok sevdiği sarı, civcivli yara bantlarından vardı bu yüzden.

Kız tuhaf bir şekilde seviyordu sarıyı, gördüğü an değişik tepkiler veriyordu.

Minel uslu uslu dinledi abi demediği abisini, oturdu. "Kedi." dedi tekrar. Yürümeyi öğrendiğinden beri bahçede kedi kovalayan bir çocuktu, parka götürüldüğünde kedi görüp yola atlamaması için normalden de fazla dikkat ediliyordu, hal böyleyken Ayaz onun kediye takılışını garipsemedi.

"Evet, kedi." dedi sabırla. Sabırsız bir çocuktu aslında ama inci tanesi söz konusuysa durum başkaydı, bıkmadan onunla aynı cümleleri tekrarlayabilirdi, kız kardeşiydi Minel onun, kan bağı olarak öyle olmasa da öyleydi, abileri de aynı şekilde hissediyordu kız çocuğuna karşı, kaç kez duymuştu.

"Minel? Neredesin babacığım?"

Gökhan'ın sesini duyar duymaz gözleri büyüdü Ayaz'ın telaşla bilgisayarı kapattı. Minel çoktan "Ayas!" diye bağırmıştı Ayaz'ın odasında olduğunu anlatmak için.

Gökhan odaya girdi, kızını görür görmez gülümsedi. "Ne yapıyorsun güzelim?" diye sordu inci tanesinin yarım yamalak cümlelerini duymayı umarak. Seviyordu onun dili döndüğünce bir şeyler anlatmaya çalışmasını.

Minel sandalyesinden indi, babasının bacaklarının dibine gelince kollarını kaldırdı. Gökhan kızı kucağına aldı, Ayaz'a baktı. "Merhaba aslanım."

"Merhaba dayı." derken gergindi Ayaz. Bilgisayarda oynadıklarını dayısı duyarsa...

"Baba!" dedi Aktunaların en küçüğü. Ayaz bu ses tonunu biliyordu, dikkati kıza yoğunlaşmış dayısı görmeden kaçmak için yavaşça ayağa kalktı. "Ayas ben oyna."

"Ayaz'la oynuyordunuz."

"Hıhı." Başını salladı minik kız. Kıvırcık saçları da kendisiyle hareket etti. "O!" Bilgisayarı işaret etti.

Gökhan kaşlarını kaldırdı, emin olmak için bilgisayara yaklaşırken bir yandan da gözleriyle odayı tarıyordu, Ayaz ortada yoktu, anladı ama yine de bilgisayara dokunarak sordu. "Bunda mı oynadınız güneşim?"

"Hıhı."

Derin bir nefes aldı adam, gülümsedi. "Biraz halanın yanında durmak ister misin?" diye sordu odadan çıkarken. "Ben Ayaz abine bir şey soracağım."

"Tamam."

.

"Ne yapıyorsunuz burada?"

Hale kapıyı çalmış, içeriden hiçbir ses gelmeyince -yeğenleri için sessizlik çok tuhaftı- kaşlarını çatıp içeri girmişti. Karşılaştığı tablonun birbirinin üzerine çıkmış yeğenleri olmasını bekleyebilirdi, Doruk'un dolabın üzerinde olmasını veya Ayaz'ın başına pahalı, orijinak bir tablonun yırtılarak geçirilmiş olmasını. Bunların hiçbirini garipsemezdi ama her birinin yataklarında oturması ve gülümseyerek düşünmeleri... İşte bu, tuhaftı.

"Hiç." dedi Ayaz duygusal düşüncelerinden anında sıyrılıp kayıtsızca omuz silkerken. "Yerleştirdin mi her şeyini?"

Bıkkın ve yorgun bir ifade takındı Hale. "Hayır." dedi yüzünü asıp. "Bakım malzemelerim ve ayakkabılarım duruyor."

"İki bavul daha yani." deyip güldü Doruk. Halası birkaç gün kalacakları bu eve tam dört bavul getirmişti ve Doruk bunu unutmayacak; aylarca, hatta senelerce dalga geçecekti. Doruk Aktuna olmak bunu gerektirirdi.

Hale gözlerini devirdi. "Bayılıyorsunuz benimle uğraşmaya." dedikten sonra saçlarını savurdu, odadan çıkarken şarkı mırıldanıyordu. "Çekemiyorlar bizi, kıskanıyorlar..."

Aktuna torunları da daha fazla durmadılar odalarında, Hale'nin peşinden bahçeye çıktılar, herkesin yere çökmüş ve Minel'in etrafına toplanmış olduğunu uzaktan görünce kıza bir şey olduğu korkusuyla hemen vardılar aile üyelerinin yanına.

"Ne yapıyorsunuz?" diye sordu Kuzey olanları anlamaya çalışırken. Minel'in eteği farklı renklerde çakıl taşlarıyla doluydu ve Engin amcasının bir taşı az önce cebine attığını gördüğünden emindi.

"Minel güzel taşları topladı, biz de onlardan seçiyoruz, yanımızda taşıyacağız." dedi Gülten.

Hiç kimseye saçma gelmedi bu fikir, bir şeylerin anlamlı olma nedeni o şeye yüklenen anılar ve duygulardı, kızın sarı eteğindeki taşlar çakıl taşı olmaktan çoktan çıkmışlardı.

Kuzey, Arda, Ayaz ve Hale de kendilerine taş seçtiler. Sıra Doruk'a geldiğinde "Senin belin ağrıyordur abi." dedi Ayaz sırıtıp. "Ben sana taş seçerim." Eğildi, Minel'in kucağından mavi bir taş aldı Doruk maviyi sevdiği için. Tehditlerle abisini çıldırtsa bile böyle anlamlı bir anı görünüşü kötü bir taş seçerek bozamazdı Doruk için.

Doruk dikkatliydi, anladı bunu, bu yüzden bu sefer yüzünü asmadı Ayaz nispet yaparcasına Minel'i birkaç kez öpüp en sonunda "Yeter." diyen Gökhan amcası tarafından ensesinden tutularak geriye çekilmesine rağmen.

Minel de kendisine bir tane taş aldı eteğini tek eliyle tutup. Geriye kalan taşları kucağından kurtarmak için geriye döndü; nazikçe, onlar canlıymış edasıyla ağacın dibine, tavşanının yanına taşları dökerken konuşuyordu.

"Sis de güzeyşiniz ama... Şey... Çokşunuz. Ayyem o kaday değiy. O yüsden sizi aymadık. Ama üsüymeyin, tamam mı?"

Tüm taşları dökünce tavşanını aldı, diğer elinin içinde tutuyordu taşını sımsıkı. Neşeli neşeli ailesinin yanına döndü, onları dinlerken aklında hayvanları ne zaman göreceği ve atların ne kadar büyük olduğu vardı.

Annesi tarafından bir cümleyle, bir otelin lobisine terk edilen kız; çakıl taşlarına üzülmesinler diye açıklama yapmıştı.


.

.

.

Ay nasıldı bölümmmm?

Bence çok şirinlerdiiiii

Minel'in Aktunalarla büyümesi ihtimalini sevdiniz miiii? Sevmişsinizdir sevmişsinizdirrrr


Loading...
0%