Imposiblety'den
Hale telefonunun ekranına bakıyordu hafifçe çatılmış kaşlarıyla. Gökhan ve Minel hâlâ gelmemişlerdi; kadın çok alışıktı makyajına ve elbisesine iltifat eden, "Bu eybişe... Eybişe kitapta vaydı." diyen bebişini öperek kahvaltı sofrasına oturmaya, normalden on beş dakika geç kaldıklarında tuhaf hissetmişti kendini. Üstüne üstlük telefonunu da açmamıştı Gökhan.
"Trafiğe takıldılar kesin."
Engin'in sakince, hatta biraz umursamazca -trafik alışılageldik bir durumdu- söylediği şeye başını salladı Raif gözlerini gazetesinden, iş dünyasıyla ilgili haberlerden ayırmadan. "Zaten bu saatlerde çok sıkışık oluyor, normal."
Gökhan'ın daha önce de geç kaldığı olmuştu inci tanesiyle, kızından ayrılamıyordu adam, bazen bile bile geç kaldığı dahi oluyordu bu yüzden ve Aktunalar bundan haberdardı, fark etmemiş gibi yapıyorlardı yalnızca.
"Telefonumu da açmadı ama."
Hakan Hale'ye tebessüm etti, Hale onun gülüşüyle güvende hissetti kendini, Hakan abisinin gülünce kısılan kahve gözlerini ve yumuşayan yüz hatlarını, havasını seviyordu. "Gökhan genelde telefonlarımızı açmıyor güzelim." diye hatırlattı adam küçük kardeşlerinin huyunu. "Ama için rahat etmiyorsa tekrar arayabilirsin, Minel arayanın sen olduğunu Gökhan'dan duyarsa telefonu açar."
"Mantıklı." Bir kez daha küçük kardeşinin numarasına tıkladı; telefonu kulağına yaslayıp beklerken bordo ojeli, parlak tırnaklarına bakıyordu. Maniküre gitmesi lazımdı, bu aralar bakımını ihmal etmişti. Önemli değildi, bebişiyle gidip tüm günü güzellik salonunda geçirerek telafi ederdi bu eksikliği. Hem Minel'in o ortamı çok seveceğinden, herkese gözlerini büyüterek bakacağından emindi. Belki saçına ufak, parıltılı bir saç tutamı da takabilirlerdi.
"Abla..."
Gökhan'ın sesini duyunca tüm bakım düşünceleri, olumlu hisler, güneşli bir sabahın ve güzel giyinmenin verdiği enerji kayboldu. "Gökhan?" dedi yerinde dikleşip. Hale'nin ses tonundaki değişimle, duruşuna hükmeden endişeyle herkesin bakışları o tarafa döndü. Raif gazetesini kapattı; Engin telefonunu, Gülten'se örgüsünü -Minel'e patik örüyordu kış için, hasta olmasını istemiyordu torununun- bir yana bıraktı.
"Ablacığım ne oldu?" Çok kötüydü kardeşinin sesi, onu en son ne zaman böyle duymuştu hatırlamıyordu. Zayıf, çaresiz, güçsüz...
"Abla..." Konuşamıyordu telefonun diğer ucundaki Gökhan. Polise ve ambulansa haber vermişti biraz olsun kendine gelir gelmez. Kameralara bakmıştı, dört beş arabayla gelmişti kızını kaçıranlar ve Minel'in hangi arabaya bindirildiği belli olmuyordu. Tüm adamları, açıları ona göre ayarlamışlardı. Tüm plakaları polislere vermişti ve şimdi... Yapabileceği başka hiçbir şey yoktu. Minel'i, biriciği, Aktunaların inci tanesi yabancı insanların, kötü insanların elindeydi. Kesin ağlıyordu, onu istiyordu, neye uğradığını şaşırmıştı ancak Gökhan hiçbir şey yapamıyordu.
"Minel..." diyebildi. Sesi titredi, elleri de farklı değildi. Avcunu açtı, ördeklere baktı. Diğer elinde de tavşan vardı, ne zaman kendini kaybedecek gibi olsa oyuncağı koklayıp kızının izleriyle ayakta duruyordu yarım saattir.
Hale telaşlandı, ayağa kalktı, ses tonuna hakim olabilecek gibi değildi artık, öyle bir gayesi de yoktu zaten. "Ne oldu Minel'e? Gökhan? Ne oldu Minel'e?"
Odadaki tüm atmosfer buz kesti, Aktunaların hepsi ayaklandı. Engin telefonu Hale'nin kulağından çekip hoparlöre aldı anında, boynunu yana esnetti gerginlikle. "Gökhan? Hepimiz duyuyoruz seni, söyle, hadi, ne oldu?"
"Minel'i aldılar." Bahçedeki boşluk, bir kenara bırakılmış ve dibinde azıcık su kalmış, inci tanesinin bir saatten daha az bir süre önce tuttuğu, adını bilmediği çiçek sulama aleti; mutfak tezgahının üzerinde duran soğumuş yiyecekler, kelebekli terlikler... Tüm görüntüler soğuk bir şekilde geçti gözlerinin önünden, dün "Soğuğu severim." diyen adam bugün üşüdü.
"Ne demek... Ne demek aldılar?"
Hale'nin titrek bir sesle sorduğu soru derin bir nefes aldırttı Gökhan'a. "Kaçırdılar." dediğinde anlamayışlarına öfkelenecek kadar enerjisi dahi yoktu.
"Evdeydim ben, o bahçede. Bakmadım hiç, güvendedir diye..." Yutkundu zar zor, asla affetmeyecekti kendini, meleğini bulacaktı, hiçbir şey olmadan bulacaktı ama yine de affetmeyecekti kendini. "Sonra... Yok, hiçbir yerde yok. Tavşanı bende. Yerden aldım, bahçenin dışından, yoldan. O var, kızım yok." Mantıklı cümleler kuracak, olayları düzgünce anlatabilecek psikolojide değildi.
"Arabayı alıp geliyorum, evin önüne çıkın." Yerinden fırladı Engin, Hale ıslanan gözlerine bastırdı ellerinin tersini. Derin birkaç nefes aldı. Hakan abisi sırtını sıvazlayınca başını kaldırdı; adamın gözleri onda değil, telefondaydı, düşünceli gözüküyordu. Böyle kötü bir durumda onun dahi söylenecek, güven verecek bir şeyi olmadığını anladı Hale. Gözlerini kaçırdı. "Ben çocuklara haber vereyim."
Gülten o an ayağa kalkacak gücü bulabilse Hale'yle gider, torunlarının yanında olurdu ama sanki tüm vücudu bir saniyede çökmüştü, dizleri titriyordu. Su içse belki kendine gelirdi fakat şu an onu da kimseden isteyemezdi.
"Tamam oğlum, bekle, geliyoruz. Ben polislerle de konuşacağım, tanıdığım..." Raif tanıdığı, yardımcı olabilecek herkesi düşündü. Aklından onlarca isim geçti. "Haber kanallarıyla iletişime geçeriz, Minel'in fotoğrafını veririz. Arabaların plakalarını aldın mı?"
"Polise verdim."
"Tamam, tamam, çoktan o plakaları tüm ekiplere söylemişlerdir. Uzaklaşmadan... Onlar uzaklaşmadan bulacağız Minel'i, tamam mı? Korumalar nerede?"
Alnını sıvazladı Gökhan, ambulansı arayıp polislere de plakaları verdikten sonra Kâmil'e mesaj atmıştı, o gelir gelmez de korumaların başında "Belki ayılırlar da bir şey söylerler." diye durmayı bırakıp içeri geçmişti ona olan güveniyle. "Bilmiyorum, ambulans... Baygınlardı, Kâmil..."
Hakan Gökhan'ın kendinde olmadığını anladı. "Tamam, anladık, sıkıntı yok." derken cebinden telefonunu çıkarıp aile doktoruna mesaj attı, kardeşinin sakinleştirici alması gerekebilirdi. Bu hali hayra alamet durmuyordu. "Geliyoruz abim, tamam mı? On dakikaya oradayız."
"Tamam." Telefonu kapattı Gökhan daha bir şey söylemeden. Ellerine baktı, titrek bir nefes aldı tavşanı burnuna götürdüğünde. Sanki kokusu siliniyordu inci tanesinin, psikolojik de olabilirdi ama bunu fark edecek halde değildi, uzaklaşıyordu ondan güneşi.
Gökhan ağlamamak için direnirken ablası Hale çoktan salmıştı gözyaşlarını, elleri titriyordu onun da. Minel daha... Daha üç yaşındaydı bebeği, daha minicikti, çok korkmuş olmalıydı. Kaçamazdı, kendini kurtaramazdı, ailesine bir mesaj gönderemezdi, daha çocuktu o, bebekti. Bebekleriydi.
Önce en yakınındaki Doruk'un odasına girdi kadın, çocukların hepsini uyandıracaktı zira boş bir eve ve Minel'in kaçırıldığı haberini çalışanlardan duymaya uyanmalarını istemiyordu. Yavaşça elini omzuna değdirdi masumca uyuyan yeğeninin.
"Doruk, halacığım, kalk."
Doruk gözlerini kırpıştırdı; Hale'yi görünce halasının her zamanki şakalarından, enerjik olaylarından birine maruz kalacağını düşünüp mırıldanarak başını diğer tarafa çevirecekti ki kadının yanaklarındaki parıltıları fark etti. Anında ayıldı, gözleri tamamen açılırken doğruldu. "Hala? Ne oldu?" Elini kadının dirseğine yerleştirdi endişeyle, Hale'nin yüzünü tarayıp ne olduğunu anlamaya çalışırken ciddi bir ifade vardı suratında, söz konusu ailelerindeki kadınların gözyaşları olunca her Aktuna böyle oluyordu.
"Minel..." Dudakları titrediği için devam edemedi kadın, Doruk'un mavileri büyüdü. "Ne?" dedi aceleyle. Az önceki olgunluğunun, halasını üzen şeyi ondan uzaklaştırma isteğinin verdiği gücün yerini kız kardeşi gibi gördüğü ufaklığa olan düşkünlüğünün endişesi aldı. "Ne oldu Minel'e? Bir yerden mi... Düştü mü? Ne oldu hala?"
"Minel'i kaçırdılar."
Doruk'un zihninden bir saniye içinde binlerce ihtimal geçmişti hastalık, alerji gibi ama fıstığının, sarı kıvırcığının kaçırılması... İşte bu beklenmedikti. Beklenmedikti ve olabilecek en kötü şeylerden biriydi.
Hangi soruyu soracağını, alacağı cevapların ne işe yarayacağını bilmiyordu ama kelimeler bilinçsizce döküldü dudaklarından. "Nasıl? Nerede... Ne zaman?"
Hale detayları anlatabilecek gibi değildi, sesli konuşursa hıçkıracağı için fısıltıyla cevap verdi. "Sonra konuşuruz." Doruk'un koluna dokundu sıcak, destekleyici bir tavırla. Elinden gelen tüm destek buydu, kimseyi neşelendirecek enerji yoktu içinde.
Doruk saçlarını karıştırdı, Hale odasından çıkmak üzereyken kendine gelip ona yetişti. Ne diyecekti, ne yapmalıydı bilmiyordu. Minel kaçırılmıştı.
Minel kaçırılmıştı.
Kuzey uyanıktı. Hen bundan hem karakterinden dokayı haberi kabullenişi daha çabuk oldu, endişelense de belli etmedi, güçlü durmak zorundaydı. Halasının duruşundan, yüz ifadesinden anladı ondan yararlı bilgiler alamayacağını; soru sormadı. Bir kolunu Doruk'un omzuna atarken diğer kolunu halasının beline sardı, yüz ifadesi donuktu, kendini sıkıyordu. İçinden kendisini telkin etti. "Tamam, bulunacak. Güçlü ol, ailen için güçlü ol. Kız kardeşin için güçlü ol. Minel'e ve ailene üzülerek yardımcı olamazsın."
Ayaz'a haberi veren de Kuzey oldu; çocuğun gözleri "Minel çok korkar." deyişinden sonra dolduğunda halasını ve Doruk'u bırakıp Ayaz'a sarılarak yatıştırıcı cümleler söyleyen, bir yandan da Arda'ya haberi nasıl vereceklerini düşünen de oydu.
"Anne?" Kuzey geri çekildiğinde Ayaz Hale'ye yaklaştı hemen. Hale güçlü bir maske takındı, kollarını Ayaz'a sarıp saçlarından öptü. "Bırakma kendini oğlum, sen hep duygusal diye Arda'ya laf etmiyor muydun? Hım? Şimdi ağlama, lütfen." Ayaz başını salladı, annesi haklıydı, ağlamayacaktı.
Arda'nın odasına giderken hepsi sessizdi. Girerken Kuzey kapıyı çaldı, çocuğun uyanıp kitap okuduğunu biliyorlardı. "Gelebilirsin."
Önden Hale girdi içeri, onu diğerleri izledi. Arda anladı. Hem bu kalabalıklarından hem yüz ifadelerinden, kızarık gözlerinden hem de daha önce de kötü haber almış olduğundan anladı ailelerinden birinin başına bir şey geldiğini. Kitabını rastgele bıraktı masanın üzerine, kapatmadı bile.
"Kim?"
Uzatmanın bir manası yoktu, bir anda söyledi Kuzey. "Minel."
Arda ne nefes alabildi ne yutkunabildi, giydiği tişörtün yakasını çekiştirdi. "Ne..." Sesi çok kısık çıkmıştı, tüm kasları titrerken tekrar etti. "Ne oldu?"
"Kaçırıldı."
Bir sessizlik oldu. Huzurla, kütüphanelerin sessizliğiyle veya uzun sohbetlerden, ailecek oynanan oyunlardan sonra uyuyakalan aile üyelerinden dolayı oluşan sessizlikle uzaktan yakından alakası olmayan bir sessizlik oldu.
"Ne demek..." Arda'nın bu sorusu fısıltılıydı, bundan sonraki sorularıysa öyle olmadı. "Nasıl kaçırıldı? Kim? Ne yapacaklar? Minel, Minel olmaz. Bir şey... Bir şey olmayacaktı, öyle demiştiniz. Korumalar varken... Varken güvendeydik. Nasıl kaçırıldı?"
Arda'nın telaşla, nefesi kesilerek sorduğu sorulara gözyaşından başka verecek cevapları yoktu. On altı yaşındaki genç bunu fark etmedi, volta atarken ellerini uyanır uyanmaz özenle taradığı saçlarına geçirdi, tutamları çekiştirdi delirmiş gibi. "Olmaz, olmaz, Minel olmaz."
Sırf kız kardeşini ileride kötü bir durumla karşılaşırsa daha iyi koruyabilmek için, ona güven verebilmek için spora başlamayı, vücudunu geliştirmeyi düşünüyordu daha önce bu alana hiç ilgi duymadığı halde. Ne demekti onun kaçırılması? Olamazdı, gerçek olamazdı.
"Arda, dinle, lütfen."
Hale'nin çaresizce söylediği şeylerle başını iki yana salladı. "Hayır!" dediğinde sesi yüksekti, çok yüksekti, arabayı kapıya getirip Hakan'a teslim ettikten sonra Arda'ya haberi verebilmek için hızla merdivenleri çıkan Engin'in duyacağı ve haberin oğluna çoktan söylendiğini anlayıp adımlarını daha da hızlandıracağı kadar yüksekti.
"Minel olmaz! Onu... Onu kaybedemeyiz, tamam mı? Kimse olmaz ama o hiç... Hiç olmaz! Daha, daha üç... Üç yaşında! Üç... Ben annemi kaybedeli daha çok zaman geçti, o kadar küçük! O kadar!.. O olmaz! Onu koruduk, koruduk, her şeyi yaptık, Minel olmaz!"
Elleri titriyordu, saçlarını biraz daha çekerse koparacaktı. Gözleri kanlanmıştı, Kuzey müdahale edip onu sakinleştirmeye çalışacakken abisinin kolunu omzundan çekmesiyle Ayaz çıktı öne. Ellerini Arda'nın kollarına koydu, yüzü öfkeyle çarpılmıştı.
"Oldu!" Ses tonunun Arda'nınkinden aşağı kalır yanı yoktu, Engin içeri girdi o sırada ama o tek bir kelime edemeden Ayaz devam etti konuşmaya. "Minel olmaz ama oldu! Anlıyor musun? Minel kaçırıldı, yok! Bizim bir şey dememizmiş, korumamızmış... İşe yaramadı! Minel'i bizden aldılar! Kabullen, tamam mı, kabullen! Kabullen çünkü..." Durdu, alevlenen gözleri sanki söndü, dudakları titredi. "Çünkü onu bulmamız lazım." Sesi titredi, gözleri doldu yine. "Üzülemeyiz, anladın mı? Artık abiyiz biz, abileriyiz onun, üzülemeyiz, onu bulana kadar güçlü duracağız, anladın mı?"
İki kuzenin -birbirlerini kardeş gibi gören iki kuzenin- gözleri birbirine kilitlendi. Kimse ilk sarılan olmadı, öyle iyi tanıyorlardı ki birbirlerini aynı anda kaldırdılar kollarını, aynı anda sığındılar birbirinin gücüne.
Bir Aktuna'yı kaybedince sarılmayı bırakmışlardı. Başka bir Aktuna'yı kaybetmekle karşı karşıya kalıncaysa seneler ardından sarılmışlardı.
"Bulacağız, değil mi?"
"Bulacağız lan tabii, bulacağız. Kim bizden..." Gözlerini tavana kaldırıp bekledi Ayaz ağlamamak için. "Kim bizden kız kardeşimizi alacak oğlum?"
Bir dakika kadar sonra ayrıldıklarında ikisi de kendindeydi, ağlamıyorlardı, elleri titriyordu çoğu Aktuna gibi ama ağlamıyorlardı. "Gidelim." diye mırıldandı Arda. "Nereye gideceksek gidelim."
İki arabaya doluşup Gökhan'ın evine gitmeleri yarım saat bile sürmedi, en bilmedikleri yollara bile girmişlerdi trafikten kurtulabilmek için.
Arabadan indiklerinde Minel'in kaçırılmasının neden olduğu karmaşanın büyüklüğünü, ne kadar zor bir durumda olduklarını daha iyi anladı her biri. Polis arabaları, ambulanslar, telsiz anonsları, her zaman sımsıkı kapalıyken şu an sonuna kadar açık olan bahçe kapısı, hâlâ daha baygın olan korumalar, oradan oraya koşuşturan ve Aktunaları dahi fark etmeyen Kâmil...
Eve girmekte, Gökhan'a ulaşmakta en hızlı olan kişiler Hakan ve Engin'di; Raif dışarıda kalıp polis memurlarıyla, ambulanstaki görevlilerle konuşmayı ve gelişme olup olmadığını, nasıl bir yol izleyeceklerini konuşmayı tercih etmişti Gülten ve Hale eve girinceye kadar çocukları söylenenlerden, kötü haberlerden uzak tutmaya çalışırken.
"Gökhan?"
Ayakta, bir polis memurunun yanında duran ve masanın üzerine koyduğu dizüstü bilgisayara odaklanan Gökhan başını kaldırdı. Hakan'ı görünce "Abi..." dedi sadece. Sesi yorgundu, çok yorgundu; Hakan aile doktorunu çağırmayı akıl edişine sevindi.
"Geldik abim, geldik." Engin Gökhan'ın bir yanına geçerken Hakan polisin yanında durdu. Polise sessizce sorular sormaya başladı kahve gözlerini ekrandan, Minel'i bahçe kapısının önünde kucakladıkları videodan ayırmadan. İnci tanesi çırpındığında ve adam onu sıktığında duraksadı, elleri yumruk olurken tüm sakinliğini yitirdi tıpkı Engin gibi.
"Abi..." Engin zar zor ayırdı gözlerini bal kızından. "Efendim abim?" Sesi şefkatliydi, tamdı, titrek değildi. Belli etmeyecekti duygularını, Gökhan'ın desteğe ihtiyacı vardı.
"Kızımı aldılar."
Ne diyeceğini bilemedi Engin, elini Gökhan'ın omzuna koyup orayı sıvazladı. "Bulacağız." dedi biraz sonra. "Bulacağız, herkes arıyor. Ekiplere anons geçmişler, dışarıdayken duydum. Bu plakalara bakacak hepsi, bulacağız Minel'i." Aksini düşünmek istemiyordu, ihtimali bile dayanamayacağı kadar kötüydü.
Ses çıkarmadı Gökhan, ayakta duramıyordu daha. Bir sandalyeyi çekti, oturdu. Sırtını dik tutmak çok zordu, dirseklerini dizlerine yaslayıp öne eğildi. Tüm gücü çekilmişti. Yapabileceği bir şey olsa, arayabileceği bir yer olsa kimse tutamazdı onu, kimse durduramazdı fakat şu an çaresizdi.
Bir saate yakın zaman geçmişti, Minel ortada yoktu. O adamların elindeydi. Allah biliyordu ki daha uzun süre geçerse dayanamaz, gerekirse sokak sokak arardı kızını.
"Gökhan?"
Dizini yere koyarak çömeldi Hakan, kardeşinin mavi gözlerinin odağında olmak istedi ama Gökhan oralı olmadı, tavşana bakıyordu. Onu teselli eden nadide şeylerden biriydi bu oyuncak fakat daha fazla üzülmek pahasına isterdi Minel'in tavşanını düşürmemiş olmasını; belki o zaman daha az korkardı, belki o zaman yalnız kalmış gibi hissetmezdi inci tanesi.
"Doktor geldi, bir görünmek ister misin abim? İyi gözükmüyorsun."
"Yok." Fevri değildi çıkışı, tüm öfkeleri anlamını yitirmişti. Minel'i götüren o siyahlı adamlar, o adamlara bu emri verenler haricinde sinirleneceği kimse yoktu sanki. "İyiyim."
İçinden bir ses "İyiysen neden oturuyorsun?" diye fısıldadı. "Haber gelmemesini, daha uzun süre geçmesini bekleme. Sen de ara, kızın yapayalnız, korkuyor."
Ayaklandı, hâlâ daha avcunun içinde duran ördeklerden güç almaya çalıştı. "Ben gidiyorum." Kızarık gözlerini kendisine endişeyle bakan abilerinde ve ablasında gezdirdi, Hale'nin ne zaman yanlarıne geldiğini duymamıştı bile fakat umursamadı.
"Nereye oğlum?" Annesi de buradaydı, dolu dolu gözlerle bakıyordu kendisine. "Bilmiyorum." Tavşanı diğer eline aktarıp yüzünü sıvazladı. "Arayacağım. Oturamıyorum."
"Yapma Gökhan, nerede arayacaksın? Polislerden haber bekleyelim, korumalar ayılmaya başlamıştı, onlardan bir şeyler duyarız. Yapma ablacığım, sana ihtiyacımız var, kendini boş boş dolaşarak parçalama."
"Ne yapmamı önerirsin peki?" Gözlerinin içi daha da kızardı, boynundaki damar ön plana çıktı. Harekete geçmek istemesi enerjisini yerine getirmişti, bu da öfkesine sirayet etmişti. Az önceki sakinliğinin, yalnızca Minel'i kaçıranlara kızışının yerinde yeller esiyordu. "Oturayım mı burada? Kızım kim bilir ne haldeyken... Sakince oturup bekleyeyim, evet. En mantıklısı bu, değil mi?"
Etrafına, polislerle dolu odaya baktı. Camdan gözüken bahçeye değdi sonra göz bebekleri. "Kızımı kendi evinden aldılar." dedi üzerine basa basa. "En güvende olması..." Derin, titrek bir nefes bıraktı. "Buradan aldılar onu." Kulübeyi işaret etti. "Ben evdeydim bir de. Hiçbir şey yapamadım, bağırdıysa duymadım." Meleğinin bir umutla kendisine seslendiğini ama kendisinin duymadığını düşünmek ateşin üzerinde yürümekten daha acı vericiydi. "Şimdi de mi yapmayacağım hiçbir şey? Burada, böyle..." Memnuniyetsizce baktı masaya, az önce oturduğu sandalyeye sert bir tekme attı sonra. Masaya da yumruğunu geçirdi ördeklerin olduğu elini onlardan birini kırma korkusuyla her şeyden uzakta tutarken.
"Komiserim?" İçeri giren polis memuruyla tüm dikkati oraya kaydı, önündeki aile üyelerini iki yana itip geçti. "Ne oldu?" diye sordu yüksek bir sesle. "Bir haber... Bir haber mi var? Ne oldu?" Kalbi hızla çarparken bu hızın iki nedeni vardı: korku ve umut. Korkuyordu; kötü bir haber almaktan, geri dönüşü olmayan bir şeyin gerçekleşmesinden korkuyordu. Umutluydu bir yandan da, her yeri ayağa kaldırmışlardı çoktan, bir haber gelmiş olamaz mıydı?
"Ne oldu?"
Genç, işinde yeni olan polis memuru gördüğü kalabalıkla, normalde televizyonda izlediği yüzlerin karşısında olmasıyla bir an afallasa da komiserinin sorusuyla görevinin verdiği ruha büründü. "2 kilometre kadar ötede, yol kenarında bir çift çocuk terliği bulunmuş. İncelemek için götürdüler, bizde de fotoğrafı var."
"Nasıl terlikler?" Gökhan'a baktı genç polis, daha sonra komiserine. Komiser başıyla işaret edince telefonunu açıp gösterdi. Kelebekli terlikler, Minel'in sabah başını eğerek baktığı kelebekli terlikler...
"Minel'in..." Boğazı düğümlendiği için devam edemedi Gökhan, Komiser emin olmak için sordu. "Minel'in terlikleri mi?"
"Evet. Evet, onun. Bu sabah onları giyiyordu." Başını eğince hareket eden bukleleri, kırmızı çorapları geldi aklına. Böyle bir detay bile mahvetti adamı, ağzının içinde bir küfür mırıldanarak arkasını döndü, derin bir nefes bıraktı.
Kızının eşyalarını böyle farklı farklı yerlerde mi bulacaktı? Tavşanı kapının dışında, terlikleri yol kenarında... Sırada ne vardı? Kalpli, toz pembe pijamaları mı? Altın künyesi mi? Kırmızı çorapları mı? Dokunmaya kıyamadığı saç telleri mi? Kızını bulamayıp neyi bulacaklardı?
Masanın yanına gitti hışımla, az önce tekmelediği sandalyeyi kaldırıp oturdu. Bir yere gidemezdi, haber gelirdi belki yine. Oturacaktı şu an, oturacaktı ve kafayı yiyinceye kadar meleğinin kaçırılma videosunu izleyecekti.
Babayay kısyayını koyuy.
Gözlerini kapattı duyduğu cıvıl cıvıl sesle, suçluluk hissetse de tekrar duymak istedi aynı cümleyi. Tekrar etti kendisi de. "Babalar kızlarını korur, babalar kızlarını korur." Bir şey olmadı, Minel'in sesi oluşmadı. Belki de şu an anlamıştı biriciği babaların kızlarını her zaman koruyamayacağını.
.
.
.
"Akşam oldu, gece oldu. Arabalar terk edilmiş bulundu; künyesi birinde, saçları birinde. Ama Minel yok, siz ne anlatıyorsunuz bana? Neyin sakinliği? Neyin dinlenmesi? Lan Minel yok ortada, kızım yok! Kim bilir..." Başını yana çevirip bir küfür mırıldandı. "Kim bilir ne yapacaklar ona, ne yaptılar... Vurdular mı, aç mı, üşüyor mu..."
Gözleri dolunca devam etmedi cümlelerine, arkasını döndü, orta sehpaya tekme attı bu sefer. Gün boyunca tekme atmadığı hiçbir şey kalmamıştı evin alt katında. Her haberde daha beter oluyordu, arabalar güvenlik kameraları olmayan yerlerde terk edilmiş halde bulunmuşlardı. Ellerinde hiçbir şey yoktu, saat gece birdi.
"Belki uyku ilacından bir şey çıkar." Korumaların verilen uyku ilacı yüzünden baygın oldukları ortaya çıkmıştı ama her biri gün boyunca yalnızca paketli gıdalar yediklerini, paketli şeyler içtiklerini söylüyorlardı. O yiyecekleri, içecekleri aldıkları marketler sorgulanacaktı tıpkı sirke meselesinin başrolü olan markette çalışanların sorgulanacağı gibi.
Yüzünü sıvazladı koltuğa çökerken, yara bandı sakallarına sürtünce sinirlenip çıkardı onu avcundan. Oyuncak ördekleri o kadar sıkmıştı ki yara olmuştu elleri, Arda ve Ayaz yapıştırmışlardı yara bantlarını, tüm gün boyunca onlar da buradaydı. Bazen bir köşede düşüncelere dalarken bazen destek oluyorlardı aile üyelerine ellerinden geldiği, üzüntülerinin izin verdiği kadar.
"Ördekleri beraber aldık." Doruk'un sesine başını kaldırdı. Yaşlarla dolu mavi gözleri görünce çenesini sıktı, ağlamayacaktı, kararlıydı, kızı için güçlü duracaktı. "Ne zaman?"
Amcasının kısık sesini duymanın, onun dikkatini çekebilmenin buruk heyecanıyla yaşlarını kontrol etmeye çalıştı Doruk. "Birkaç..." dedi burnunu çekip. "Birkaç gün önce., markete gittiğimizde. Anlatmıştır sana."
"Anlattı." Parmaklarına baktı Gökhan, çenesini sıktı bir kez daha. Anlatmıştı tabii, her şeyi anlatırdı güneşi. En ufak şeyleri bile anlatırdı, tüm gününden bahsederdi. "Gündüs uyandım." derdi sabahları, o uyanmadan neler yaptığını anlatırdı. İşten gelince de "Hoş geydin babacım, seni çok ösyedim." dedikten sonra o zamana kadar olanları anlatırdı. Gökhan dinlerdi; sıkılmadan, bıkmadan dinlerdi.
"Ördekler yüz tane, eve saklamasını söyledim. Farklı yerlerde bulacaktın. Minel oyun gibi yaptı bunu, yüz ördeği bulamayacağını söyledi. Sana bahsetmedi mi hiç?"
"Bahsetmedi. Sürpriz olsun istemiştir, yoksa söylerdi." Alnını sıvazladı onun sürprizi planlarkenki keyifli gülüşleri aklına gelince. "Onu bulunca ördekleri bulmamış gibi yaparım, yeter ki bulalım da..." Senelerce yerinden oynatmayabilirdi o ufak oyuncakları, sırf kızının "Ben kazandım!" diyerek gülmesi için yapardı bunu.
"Bulacağız amca, herkes arıyor." Doruk'un içi de endişe doluydu, duygusallığı gözlerine de yansıyordu ama Gökhan'a belli etmeyecekti, çok kötü haldeydi adam, onu hiçbir zaman böyle görmemişti.
Gökhan cevap verecekti ki telefonu çalınca sustu; koltuklarda oturan, gün boyunca farklı farklı insanlarla konuşan, tüm imkânlarını kullanan aile üyelerinin bakışları o tarafa çevrildi hemen.
"Bilinmeyen numara."
Gökhan tüm halsizliğinden kurtuldu. Sırtı dikleşti, kaşları çatıldı. Minel'den önceki Gökhan Aktuna'ya dönmüştü bir anda. Telefonu açtı hızlıca. "Efendim?" derken sert ve güçlüydü sesi.
"Alo?"
Yabancı bir erkek sesiydi, kaşları burnuna kadar çatılırken "Kimsin?" dedi kaba kaba. Yanlış numarayı arayanlarla, telefon şakası yapmaya çalışanlarla uğraşamazdı.
"Ama bu kabalık sana yakışıyor mu Gökhan Bey? Kızın bizdeyken bir de."
Gökhan'ın ayağa kalkıp ağız dolusu, evin üst katından bile duyulabilecek kadar yüksek bir şiddette küfretmesi, esmer teninin izin verdiğince öfkeden kızarması bir saniye bile sürmedi.
"Ben sana kabalık yakışmıyor diyorum, sen küfrediyorsun."
Komiser polislerden birine işaret verdi. Birisi ararsa, fidye isteme gibi bir durum olursa -zengin ailelerdeki kaçırılmalarda oldukça yaşanan bir durumdu- diye eve gerekli sistemler kurulmuştu telefon sinyalinden konum bulmaya yarayan. "Konuşmayı uzat." dedi Gökhan'a sessizce. "Ne kadar uzatabilirsen uzat."
"Ne istiyorsun? Para mı, ne?"
"Çok basit düşünüyorsun be Gökhan Aktuna! Hâlâ farkında değilsin. Neyse, Patron anlatır sana. Beni aşar bu konular."
"O patronuna söyle, onu bir bulursam..."
Alaycı bir gülüş sesi geldi telefondan. "Sorun orada Aktuna!" diye bağırdı adam. "Sorun orada! Siz bulamıyorsunuz!"
Gökhan dilinin ucuna gelen küfürleri yuttu, ilk başta fevri davransa da şu an kendine hakim olmalıydı, Minel onların elindeydi ve öfkesi kızına bir şey olmasına sebebiyet verebilirdi.
"Nerede Minel? Telefonu ona ver, sesini duymak istiyorum."
"Ohoo, böyle olmaz. Daha hiç pazarlık da yapmadık."
"Telefonu kızıma ver." Tüm kelimelerin üzerine basıyordu, karşıdaki adam etkilenmedi, hatta keyifle güldü. "Şimdi şöyle yapalım, ben sana bir videosunu atayım, ne dersin? Hem daha iyi özlem giderirsin. Bir de... Neydi ya... Böyle, veda mektubu gibi olur. Kızından sana..."
"Ne veda mektubu? Ne saçm-"
"Ama sen de hiçbir şey bilmiyorsun. Cidden kızını geri alabileceğini mi sandın?" İğrenç bir kahkaha attı, Gökhan elini göğsüne götürdü, sanki kan değil de acı dolanıyordu damarlarında. "Alırsın, alırsın ama ölüsünü."
Telefon kapandı.
"Alo? Lan! Alo?" Elini kaldırdı öfkeyle, telefonu fırlatacaktı ama yine ararlar diye durdu. Koltuğa tekme attı küfürler ederken. Kimse durdurmaya çalışmadı, bu öfkeyle karşısına çıkan herkese bağıracağını biliyorlardı.
"Bulabildin mi?" Komiser'in sorusuna karşılık bilgisayarların başındaki otuzlu yaşlarda polis başını iki yana salladı, bunu görünce tüm Aktunaların omuzları çöktü, bir ümitleri daha sönmüştü rüzgar esmesiyle sönen kibritler gibi.
Gökhan yorulup koltuğa çökünce Hale yanına oturdu, Gülten diğer yanına geçti. "Canımın içi..." dedi kadın yumuşacık, sakin bir sesle. Çok zordu böyle davranması, bugün Gökhan için buraya gelen ama Gökhan kabul etmediği için ona hiçbir müdahalede bulunamayan doktor defalarca ölçmüştü Gülten'in tansiyonunu zira ayakta fazla duramıyordu. "Ne dediler sana telefonda?"
"Video atacakmış, veda mektubu olur dedi." Dizinin üzerindeki eli yumruk oldu, başını yana eğip gözlerini kapattı öfkesini dindirebilmek için. "Ancak... Ancak..." O kelimeyi söyleyemiyordu, meleğiyle ölümü nasıl yan yana getirirdi?
Ayağa kalktı, sakallarını sıvazlayarak dolandı kalabalık yüzünden pek fazla boşluk kalmayan odada. Kafayı yemek üzereydi, hatta belki de yemişti. İçinde dinmeyen bir acı vardı, kafası uğulduyordu. Tüm olaylar dönen bir sahnenin, bir kâbus sahnesinin parçası gibiydi. Kâbuslarının mihenk taşlarından biri olan sis perdeleri de gözlerine dolan yaşların oluşturduğu buğuydu sanki.
Telefonundan bildirim sesi gelince hemen kurtuldu düşüncelerinden, gelen mesaja tıkladı. Elleri titredi video durgunken gözüken manzarayla. İnci tanesi gri bir zeminin üzerinde oturuyordu, başı eğikti, büzüşmüştü olduğu yerde. Toz pembe pijamasının altından gözüken ayakları çıplaktı. Oysa Gülten daha bugün patik örüyordu ona.
"Video geldi." Mırıldandıktan sonra videoyu oynattı koltuğa çöküp.
Minel'e üstten bakan, seviyesine eğilmeye gerek duymayan bir adam konuştu. "Pişt, kaldır lan başını." Ayağının ucuyla dürttü kızın bacağını.
Çiçek, güneş, güzel, bal kız, bebek, prenses hitaplarıyla sevilen kıza çöpmüş gibi davranıyorlardı.
Minel başını kaldırdı. Korku dolu, ağlamaktan şişip kızarmış gözleri önce adama değdi. Daha sonra telefonu gördü, dudakları titredi. Konuşmadı.
Gökhan titreyen elini yumruk yapıp açtı yüzü acıyla çarpılırken, güçlü bir adam olduğunu sanırdı ama kaldıramıyordu gördüklerini.
"Bir şey söyle, hadi. Konuş azıcık."
İnci tanesi korkuyordu, deliler gibi korkuyordu. Bu duygusundan ötürü tüm vücudu titredi. Bacaklarını kendine mümkünmüş gibi daha da çok çekmeye çalıştı. Bu adamları babasının korumaları zannetmişti onu bahçe kapısından çağırdıklarında, yanlarına gittiğindeyse kâbus başlamıştı.
"Konuşsana lan, senin nazını mı çekeceğiz bir de!" Adamın sesi beton, soğuk duvarlarda yankılandı. Minel'in dudakları titredi. "Ne şöyyücem?" diye sorarken yaşlarla dolmuştu yeşilleri. Aykut bile bu adamlar kadar korkutmamıştı onu.
"Babana bir şeyler söyle işte."
Babasının varlığını duymasıyla gözlerinde biriken yaşlar bir bir aktı yanaklarına. Kameraya Gökhan'ı, onun mutluluk rengi gözlerini görür gibi baktı. İçinde bir umut, korku dolu bir umut filizlenirken "Baba..." diye mırıldandı ağlayarak.
Gökhan hiç bu kadar acı çekmemişti. Aldatılmak, vurulmak... Yoktu, böyle bir acı yoktu. "Babacığım..." dedi zayıf bir sesle, Minel duyabilecekmiş gibi. "Bebeğim benim..." Ekranı, meleğinin ufacık yüzünü okşadı parmaklarını videoyu durduracağı ve kızının söylediği bir şeyi duyamayacağı korkusuyla ekrana değdirmeden.
Tüm duygularının, sürekli bir yere götürülmesinin, itilip kakılmasının, etrafının yabancı ve kötü insanlarla çevrili olmasının oluşturduğu duygu seli aktı kız çocuğunun gözlerinden. Adam oflayıp pufladı kameranın arkasında.
"Ağlama da konuş." Eğildi, kızın omzunu sertçe dürttü. "Konuş lan, konuş."
Minel daha çok ağladı, kendini durduramıyordu. Elleriyle gözlerini silmeye, yüzüne yapışan saçlarını itmeye çalışıyordu ama nafileydi, olmuyordu.
Ayaz Minel'in bu anından sonra çevirdi başını, dün ağladığı için vicdan azabından ölecek gibi hissettiği kızın şimdi böyle hıçkıra hıçkıra ve kendini durduramayarak ağlamasına dayanamıyordu. Yüzünü annesinin koluna gömdü tıpkı Minel'in ilk gözyaşından itibaren Arda'nın sessizce ağlayabilmek için yüzünü Engin'in göğsüne gömüşü gibi.
"Yok, bu böyle olmayacak." Kamera bir an sallandı, Minel çok kısa bir süreliğine kadrajdan çıktı ve o an, o an bir ses duyuldu. Bir tokat sesi... Minel'in hıçkırıkları kesildi.
Gökhan gözlerini kapattı acıyla, Gülten hıçkırdı, Hale yüzünü Ayaz'ın saçlarına bastırdı. Raif, Hakan ve Engin yüzlerini buruşturdular içlerinden onlarca şey, onlarca hakaret geçerken.
Çenesini sıkmaktan dişleri kırılacak gibiydi artık Gökhan'ın. Burnundan derin, titrek bir nefes verdi. Hem her yeri dağıtacak hem de omuzlarının sarsılmasına neden olacak kadar ağlayacak gibi hissediyordu, bir nefes daha verdi. Kızının görüntüsünü kaçırmamak için açtı dolan ve kızaran gözlerini.
Kamera tekrar kız çocuğuna odaklandı. Bir yanağı boydan boya kızarıktı, dudağının yanından ince bir kan damlası süzülüyordu. İçine içine ağlıyor olmalıydı, omuzları hâlâ sarsılıyordu.
"Baba..." dedi zar zor. Konuşamıyordu iç çekmekten. Bir gündür yaşadıkları kâbus gibiydi. Aktunalar sanki çok uzaktaydı. Babasının güvenli, onu her şeyden koruyabilecek kolları, öperken dahi incitmekten korkan Hakan amcası, farklı farklı sıfatlarla ve coşkuyla kendisini seven Engin amcası, onunla kız kıza şeyler yapmak için can atan halası, her fırsatta kıza farklı tatlılar yapıp denettirenq babaannesi, en normal halleriyle bile onu gülme krizine sokan abileri ve ikizi, dört tane daha torunu olmasına rağmen kendisini "bir tanem" diyerek seven dedesi... Hepsi çok uzaktaydı sanki.
"Noyuy... Noyuy... Gey baba. Çok... Çok koykuyoyum. Yütfen... Babacım yütfen. Geyin. Ben... Ben... Şizi ösyedim. Noyuy... Noyuy ayın beni. Noyuy..." Hıçkırıkları tekrar gün yüzüne çıkmaya başladı.
Kameranın arkasındaki adam gözlerini devirdi, kızın ağlamasından gına gelmişti. Buz gibi bir sesle konuştu. "Tamam, yeter bu kadar."
Video kapandı.
Gökhan kararan ekrana baktı bir süre. Hareket etmedi, bir şey söylemedi. Yalnızca baktı. Kızının kızaran yanağı, hıçkırıkları, yalvarışı, dizlerini habire kendisine çekmeye çalıştığı için bembeyaz olan parmakları gözlerinin önündeydi. Dudağının kenarından sızan ince, kırmızı çizgiyi hatırladı sonra. Avuç içi yara olunca bir sürü yara bandı yapıştırmış, her yarayı ayrı ayrı öpmüştü. Düşüp dizini acıtmasın diye bahçede ne zaman koşsa peşinde dolanmıştı. Onlarsa kızına...
Telefonunu bir kenara bırakıp ayağa kalktı. Hale dolu gözlerinin arkasından gördü omuzları çökmüş, dünyası başına yıkılmış gibi duran, Hakan kolunu tutunca yavaş, hatta sakin bir hareketle elini itip yürümeye devam eden, Engin'in "Nereye gidiyorsun?" sorusuna, Raif'in "Oğlum gel, şöyle oturalım." önerisine cevap vermeyen kardeşini.
Gökhan'ın ağır adımlarının hedefi mutfaktı. İçeri girdi, ilk gördüğü şey sabah hazırladığı tabaklar oldu. Sabah hazırladığı ama inci tanesinin yiyemediği kızarmış ekmeğe, ekmeğin üzerine çikolatayla çizdiği gülen yüze baktı. Gözleri kapandı.
Önce küçük bir kırılma sesi geldi mutfaktan. Hakan gidecek gibi oldu, Raif başını iki yana sallayarak tuttu büyük oğlunu. "Bırak." dedi kederle, yorgunlukla. "Bırak, rahatlasın." Şu an bir yerleri kırıp dökmezse bunun dönüşü çok daha büyük olacaktı, Gökhan'ı tanıyordu.
Minel'e aldığı renkli tabaklar, figürlü bardaklar haricinde her şeyi dolaplardan aşağı indirdi Gökhan. Senelerdir kullandığı siyah, beyaz, lacivert tabaklar yeri boyladı. Kırılmayanlara daha çok sinirlendi, küfürler ederek alıp tezgaha vura vura parçaladı onları da. Çatalların olduğu çekmeceyi tamamen çıkarıp yere attı, tencereleri devirdi.
On dakika sonra, kırılacak bir şey kalmayınca bir sessizlik hakim oldu eve. Ne mutfaktan çıt çıktı ne oturma odasından. Ne Minel'in cıvıl cıvıl gülüşü, "Neydeşin babacım?" deyişi duyuldu ne de Gökhan'ın "Merdivenlerden çıkarken dikkatli ol güneşim." uyarısı.
Gökhan ve Minel'in evi sessizdi çünkü Minel babasının yanında değildi, Gökhan'sa kendinde.