Imposiblety'den
"Aktuna ailesinin en küçük ve tek kız torunu olan Minel Aktuna'dan hâlâ daha haber alınamadı. Beş gün önce kaçırılan üç yaşındaki kız, akıllara fidye için kaçırıldığı ihtimalini getirmesinin yanı sıra ailenin düşmanlarından birinin bu vakanın faili olabileceğinin üzerinde de duruluyor. Minel'in en kısa sürede bulunmasını ve Aktunalara dönmesini dileyerek sıradaki haberimize geçiyoruz."
Başka bir kanala geçti Arda, kan çanağı olan gözlerini bir saniye dahi ayırmadı televizyondan. Beş gündür tüm Aktunalar gibi doğru düzgün uyumamış, uyuyakaldığı anlarla ve kâbuslu parçalarla yetinmişti ayakta durabilmek için.
"Aktunalara videosu gönderilen üç yaşındaki Minel Aktuna'dan hâlâ daha haber alınamadı. Kaçıran kişilerin aileyle iletişime geçmemesi fidye ihtimalini akıllardan siliyor. Ailenin bir düşmanı mı var? Kim, üç yaşındaki bir kızdan ne istiyor? Hepsi, birazdan haberlerimizde."
Bekleyecek hali yoktu, başka bir kanala geçti. Tüm haber programları en az bir kez Minel'den bahsediyordu her gün. Tüm magazincilerden sakladıkları yüz şimdi gazetelerin suçla ilgili sayfalarında dolaşıyordu.
"Kutu içeceklerine uyku ilacı enjekte edilen koruma görevlileri akıllara bunun başka insanlar için yapılması ihtimalini de getiriyor. Ünlü güvenlik şirketinin yöneticisi Gökhan Aktuna'yı ve kızı Minel Aktuna'yı koruyan ve her biri eğitimli olan koruma görevlilerini bile tuzağına düşürebilenlerin sivil vatandaşlara yapabileceklerini düşünmek insanın kanını donduruyor. Şimdi, ekranlarımıza bir kimyagerin bu konudaki görüşleri gelecek."
Kimyager kadının söylediklerini belki de yüz kez dinlemişti Arda, her şeyi araştırmıştı küçük bir ihtimal de olsa bir şeyler bulup yardımcı olabileceğini düşünerek. Yine kanalı değiştirecekti ki yanında oturup yüzünü sıvazlayan ve dağınık, dün rahatça ağlayabilmek için girdiği duşta yıkadığı saçlarını karıştıran Ayaz dayanamayarak bir saniye dahi yanından ayrılmadığı, bazen destek olduğu, bazense teselli bulduğu Arda'dan kumandayı alarak televizyonu kapattı. "Yeter. Yeter Arda, yeter."
Arda yutkundu hafifçe, televizyon ışığının ve yorgunluğun etkisiyle sızlayan gözlerini kırpıştırdı. "Yapacak bir şey olmadığı için..." diye mırıldandı. "Haberleri izleyince en azından..." Bir şey yapıyormuş gibi, Minel'e yaklaşıyormuş gibi hissediyordu. Bunu söylemeye gerek duymamıştı, Ayaz'ın da aynılarını hissettiğini biliyordu.
"Tamam ama hep aynı şeyler." Ayaz'ın sinirleri oldukça bozuktu, ailesi böyle ciddi bir şeyle -Nida'nın ölümü- en son karşılaştığında yedi yaşındaydı, hiçbir durumu tam anlamıyla kavrayamamıştı. Şimdiyse kızaran gözlerin anlamını biliyordu. Gökhan dayısının sargılı elinin sürekli bir yerleri yumruklamasından, bir şeyleri kırmasından kaynaklandığını; Kuzey abisinin tuvalete kendini toparlayabilmek için gittiğini, Doruk abisinin yüzüne oturttuğu gülümsemenin bakışlar üzerinde olmadığı an solup gittiğini ve gizlice ağladığını, odasına çekildiği her dakika ağladığını, biliyordu. "Yok işte, hiçbir yerde yok!"
Ayağını yere vurdu, sonrasında fark etti yanlış kişiye kızdığını. Yüzünü sıvazlarken ofladı. Düşünmekten ne yiyebiliyor ne uyuyabiliyordu, tüm İstanbul'un altı üstüne getirilmişti. Kaçırılmayla alakası olabilecek herkes sorgulanmıştı ancak hiçbir iz yoktu.
"Tamam." Arda sakin, yatıştırıcı bir sesle konuştuktan sonra Ayaz'ın sırtını sıvazladı. Kendisi nefes alamadığında, çıldıracak gibi olduğunda da Ayaz aynısını yapıyordu. "Bulunacak."
Sessiz kaldılar, Ayaz'ın gözünden bir damla yaş aktı işaret parmağına. Arda kuzeninin burun çekişini duyunca dayanamadı, onun da yaşaran gözleri birkaç damlayı serbest bıraktı.
"Biz geldik." Kuzey'in yorgun sesini duyduklarında kıpırdamadılar yerlerinden. Kuzey Arda'nın yanına geçti, Doruk da Ayaz'ın tarafına oturdu. Gülten tansiyonu çok oynadığı için Gökhan'ın evine -Rauf, Hakan, Engin, Hale ve Gökhan sürekli oradalardı, Gökhan Minel'i aramakla veya polisle konuşmakla meşgul olmadığı her vakit ya Kedi'yle konuşuyor ya da Minel'in odasında oturuyordu- gitmesi yasaktı. Arda ve Ayaz da olanlardan etkilenmemeleri için babaanneleriyle, Aktunaların evinde dururlarken Kuzey ve Doruk iki ev arasında mekik dokuyorlardı.
Öne eğildi Doruk, dirseklerini dizlerine yasladı Ayaz gibi. Dik duracak kadar hali yoktu, başı ve gözleri inanılmaz derecede ağrırken açlık gözlerini karartıyordu. "Bir haber yok."
"Aramadılar mı?"
"Hayır."
Videodan sonra o kişiler Gökhan'la bir daha iletişime geçmemişlerdi. Aileyi en çok endişelendiren de buydu, videonun veda mektubu gibi olacağını söylerken ciddiler miydi? Eğer ciddilerse bu kadar kısa bir sürede Minel'i hayattan koparmış olabilirler miydi?
Kuzey kolunu Arda'ya sardı, Doruk ses duyunca başını kaldırdı, abisinin hareketini görüp aynısını Ayaz için yaptı. Ayaz başını kaldırdığında güçlükle de olsa tebessüm etti. Amcalarının evindeyken oradaki en küçük kişiler oldukları için destek buluyorlardı dedelerinden ve babalarından, buraya gelince de o desteği Ayaz'a, Arda'ya ve sakinleştirici alıp uyuyakalmadıysa Gülten'e gösteriyorlardı.
.
"Biz kendimizi bırakamayız, hâlâ ümit var. Minel'e hâlâ ulaşabiliriz." Bir eli Doruk'un, bir eli de Kuzey'in saçlarındaydı Hakan'ın. Gece birdi, Kuzey ve Doruk akşam yedi sekiz gibi Aktunaların evine gidip sonrasında geri geliyor, ancak gece olduğunda bir şeyler yapmaya çalışmayı bir iki saatliğine de olsa bırakan ve oturan babalarıyla konuşuyorlardı.
"Ama baba her şey çok... Dört gün oldu, hâlâ haber yok. Adamlar araamadılar, aramıyorlar. Ümit etmek çok zor."
Doruk'un duraksayarak ve oldukça kısık bir sesle söyledikleri üzerine derin bir nefes aldı Hakan. "Anneniz gittiğinde ve siz onu sorduğunuzda, onun için ağladığınızda kendimi çok ümitsiz hissettim." İlk kez babaları anneleri hakkında bir şey söylüyordu, tüm yorgunluklarına ve beyinlerinde fırtınalar çıkaran kötü ihtimaller denizine rağmen dikkat kesildiler söyleyeceklerine. Kuzey yüzünü babasının gövdesine bastırdı iyice, gözleri dolarsa görülmesini istemiyordu.
"Bir zamanlar sevdiğim, çok sevdiğim kadının böyle değişmesi ümitlerimin birazını götürmüştü. Sonrasında ettiğimiz kavgalar, size davranma biçimi ve en sonunda terk edişi... Her şey ümitsiz kalmam içindi sanki. Bir de sen, Doruk, annene çok düşkündün. Kendimi suçlu hissettiğim bile oldu, sen ağlayınca çoğu kez 'Acaba Gaye'yi kıracak bir şey mi yaptım da gitti, çocukların mutsuzluğu benim yüzümden mi?' diye düşündüm. Kendime 'Bu hisler, bu düşünceler geçecek mi?' diye sordum."
Biraz sessiz kaldı, gözleri hırçın denizdeyken -balkonda oturuyorlardı- buruk bir tebessüm etti. "Geçti." diye mırıldandı. "Belki biraz yara aldık ama her şey çözüldü, siz çok güzel insanlar oldunuz. Şu an yaşadıklarımız da böyle olacak. Yara aldık, evet. Bundan sonra kalbimiz daha hızlı atacak, birinden haber alamadığımızda daha çok endişeleneceğiz, hatta belki Minel'in üstüne istemediği kadar düşeceğiz."
Başını salladı Doruk hızlıca, Kuzey de "Evet." diye mırıldandı. Minel geri gelince Aktunalardan çekeceği vardı, her biri Gökhan Aktuna'nın evhamlı hallerinin bir prototipi gibi olacakken Gökhan seviye atlayacaktı.
"Ama her şey çözülecek. Minel geri gelecek ve biz bu zamanları yalnızca 'kötü, atlatılması zor' anlar olarak hatırlayacağız, daha kötü olaylara yol açan anlar olarak değil."
Kesin konuşuyordu içinde endişeler olmasına ve geleceği, olabilecekleri yalnız Allah bilmesine rağmen. Çocuklarının buna ihtiyacı vardı tamamen çökmemeleri için. Kendisinin de ihtiyacı vardı; işi başından aşkın olan, sürekli yeni insanlarla iletişime geçmeye çalışmanın yanı sıra Gülten ve Hale'yi de ayakta tutan babasının yorgun tebessümleri, hafifçe omzuna dokunup "Geçecek oğlum." deyişleri artık yetmiyordu.
"Şimdi gidin ve dinlenin lütfen, beni sizin için de endişelenmek durumunda bırakmayın, tamam mı? Siz benim canımsınız."
.
"Gökhan amcam nasıl?"
Arda'nın sorusuyla dün gece babasının yaptığı konuşmayı düşünmeyi bıraktı Kuzey, başını kaldırdı, Arda onun dalgın bakışlarını görünce sorusunu yineledi. "Gökhan amcam nasıl?"
Başını iki yana salladı Kuzey, derin bir nefes bıraktı. "İyi değil. Ya çok öfkeli ya çok dalgın."
"Aynen." diye onayladı Doruk, amcasının Minel'in kamerasındaki videoları kaç kez izlediğini sayamamıştı. Gökhan sürekli Minel'e dair bir şey arıyordu özlemini giderebilmek için, tıpkı şu an son videosunu izlediği gibi.
Minel'in odasında duran, yatağını bozmamak ve kokusunu silmemek için yatağa değil de halıya oturan Gökhan'ın elinde telefonu vardı. Minel'in kamerasındaki videoları telefonuna aktarmıştı, özlemini öyle gidermeye çalışıyordu böyle bir olay olmasaydı Minel istemediği sürece onun videolarını izlemeyeceği, gizliliğine son derece saygı duyacağı halde.
Kızının şirin yüzü, neşeyle konuşması, gülüşleri, saçlarını geriye itmesi, kendini onaylaması, gözlerini büyütmesi, sesini kalınlaştırması, cümle kurarken duraksayıp düşünmesi... Dayanamıyordu, çok özlemişti. Anlatamayacağı kadar, kimsenin anlamayacağı kadar çok özlemişti. Yaşamıyormuş gibi hissediyordu şu beş gündür, nefes alırken kızına haksızlık ediyormuş gibi.
"Gündüs uyandım. Babam uyudu. Ben hey öydeki sakyadım. Babam... Babam buyamıcak! Ona söyyedim, şaşıydı, buyamıcak, biyiyoyum!"
Gülümsedi Gökhan, Minel ördekleri ona söylememişti. Burada "Söylersem şaşırır." demek istediğini ama yanlış ekleri kullandığını biliyordu adam.
Bahçedeki çiçeklerden bahsetti kız çocuğu, kahvaltıda yediği pankekten. Daha sonra planladıkları ama gerçekleştiremedikleri futbol maçı seyredişine geldi sıra.
"Babamya futboy izyicez! Maç vay, maç vay! Şey, foyma aydık. Foyma, şey... Heykeşin giydiki eybişe... Aynı eybişe. Giyicez, patyamış mışıy yapıcaz. Biyascık jeyibon, biyascık da... Şey, cipş. Asıcık yicem."
Maç çoktan oynanmıştı, izleyemişlerdi. Patlamış mısır patlatamamış, jelibon ve cips yiyememişlerdi. Kızının hevesi çok kötü bir şekilde silinmişti olasılıklar arasından, yalnızca bu videodaki neşeli sesi kalmıştı o hevesten ve enerjiden.
Gözlerini eliyle sertçe sildi Gökhan, kendisine o kadar öfkeliydi ki ne yaparsa hışımla yapıyordu. Kızının sesini duymadığı, onu koruyamadığı, bahçeye daha önce çıkıp inci tanesini kontrol etmediği için suçluydu.
Videoyu devam ettirdi etrafı net görmeye başladığında.
"Çok yeyşem... Sağyıksıs. Hasta oyabiyiyiz. Kötü haştayay öyüy. Öymek, şey... Öymek güzey değiy. Öyüyşem babamı özyeyim, babam da beni özyey. Güzey değiy."
Kalbindeki acı katlanarak arttı Gökhan'ın, bu cümlelerdi en çok izlediği videonun bu olmasının nedeni. Kendisine acı çektiriyordu, zihni kötü ihtimallerin içinde boğulurken bir de "ölümü" kızının ağzından duyuyordu.
"Çok özledim seni." diye mırıldandı Minel'in videodaki yüzünü okşayıp. "Neredesin güzelim? Neredesin babacığım?" Ayağa kalktı yerden destek alıp, meleğinin dolabını açtı, pijamalardan birini aldı. Buradaki her şey temizdi, bu yüzden Minel'in kendi kokusu tam anlamıyla yoktu kıyafetlerde, onu andıran bir koku vardı sadece, Gökhan bu kokuyla teselli buluyordu.
Yere çöktü, dizlerinde güç yoktu. Üzerinde papatya desenleri olan sarı tişörte baktı, papatyalar bulanıklaştı gitgide, başını gömdü kıyafete.
Özyüyoyum seni babacım. Çabuk gey yütfen.
Günlerdir direniyordu, ağlamıyordu, kızı için güçlü durmaya çalışıyordu ama hiçbir kanıt bulunamazken, inci tanesinin sesini duyamazken çok zor oluyordu bunu yapmak.
"Gökhan?"
Engin'in sesini duyunca kaldırmadı başını. "Bana bir şey demeyin." dedi sadece. Abisinin ses tonundaki yorgunluktan anlamıştı yeni bir haber olmadığını, bundandı onunla konuşmak istemeyişi, teselliler hiçbir işe yaramıyordu.
"Ablacığım?"
Hale'nin sesine kayıtsız kalamadı, ablası Minel'den sonraki zayıf noktasıydı, feri gitmiş gözlerini kaldırdı. "Gidin." diye mırıldandı. "Konuşamam, gidin."
Engin ve Hale iki yanına oturdular Gökhan'ın, şu beş gündür onu dinleselerdi Gökhan şu an çoktan hastaneye yatırılmış olurdu açlıktan ve uykusuzluktan, dakikalarca dil döküyorlardı bir lokma yemesi için; uyurken de ses olmaması için Engin merdivende oyuruyor, üst kata çıkmak isteyen herkesi uyarıyordu aynısını Hakan alt katın tümü için yaparken zira Gökhan en ufak çıtırtıda uyanıp telefonuna sarılmaya, mesajlarını kontrol etmeye ve sonrasında da fotoğraflarına girip Minel'e bakmaya eğilimliydi.
"Yemek yedin mi?"
Bir yerleri dağıtmaya fazla müsait olan Gökhan'ı kızdırmamak için çok yumuşak bir sesle konuşuyordu Hale, zaten yüksek sesle konuşacak enerjisi de yoktu. Büyüyünce beraber gidecekleri yerlerin hayalini kurduğu, alışveriş sitelerine her girişinde mutlaka bir şeyler aldığı bebişinin nefes alıp almadığını bile bilmezken o da yemek yiyemiyordu herkese yemek yemeleri için dil döken taraf olduğu halde.
"Yedim." Geçiştiriyordu Gökhan. Umrunda değildi yemek, su, uyku... Minel'e ihtiyacı vardı. Meleğine bir sarılabilse, onun bebek şampuanı kokusunu yumuşacık buklelerinden alarak uykuya dalabilse ve uyandığında onu yine yanında, tebessüm eder bir şekilde bulsa tüm sorunları çözülürdü.
"Ablacığım..."
"Abla Allah aşkına..." Çenesi titredi, kendini tuttu, derin bir nefes alıp ses tonunu düşürdü. Kızı geri gelecekti ve o geri geldiğinde öfke kontrolünü kaybetmiş biri olmak istemiyordu; kendine çok az da olsa hakim oluşunun, tüm bu evi yıkmamış olmasının tek nedeni buydu. "Ne bekliyorsun benden? Minel yok, anlıyor musun? Anlayamazsınız, tamam, sizin kızınız değil ama... Lan canım gidiyor, dayanamıyorum, ne yemesi?"
Başını önüne çevirdi, telefonunun kilit ekranındaki fotoğrafa baktı. Minel yatağında kıvrılmış uyuyordu, kıvırcıkları dağınıktı, yüzüne gelen güneş yüzünden yanakları pembeydi. Sarı kirpikleri ışığın etkisiyle altın gibi parlıyordu. Gökhan o ana döner gibi oldu, Minel'den erken uyanınca meleğinin neden hâlâ uyanmadığını sorgulayıp ona bir şey olduğu korkusuyla odasına koştuktan sonra kızının nefes seslerini duyar ve yüzüne gelen buklelerin o nefeslerle hareket edişini görür gibi.
"Aç mı, susuz mu, üşüyor mu... Terliklerini de attılar, yürüdüyse ayakları acımıştır." Yutkundu, boğazı düğümleniyordu. "Tokat atılınca çok korkmuştur benim meleğim. Çok canı acıdı kesin." Dudağının kenarından akan o kan damlası gitmiyordu gözlerinin önünden. Öfke krizlerinin, polisleri sürekli aramanın, arabaların terk edilmiş bir şekilde bulunduğu yerlere her gün gidip çevreyi aramanın verdiği yorgunlukla uyuyakalacak olsa Minel'i görüyordu kâbuslarında. Babasını suçluyordu kız çocuğu, "Neden koyumadın beni?" diye soruyordu. "Neden duymadın? Ben şana şeşyendim." Dudağının kenarından kanlar fışkırıyordu sonra; her yer kan doluyordu, her yer.
Engin sessizdi, ne diyeceğini bilemiyordu. Gökhan'ın içinden hayatı sökülen mavi gözlerinin dolduğunu görünce "Abim?" dedi devamına hangi kelimeleri dizeceğini düşünmeden. Dayanamamıştı onu öyle görmeye. "Yapma, kendine yüklenme böyle düşünüp. Yapma oğlum, iyice çökeceksin."
Cevap vermedi Gökhan. Abisinin dediklerini mantıklı bulduğu için değildi sükutu, ısrar etmelerini istemiyordu. Başını eğdi, telefonunu açıp videodaki inci tanesine baktı.
"Çektiği videolar mı?"
Hale'nin sorusuna başını salladı. "Hepimizi anlatmış." diye mırıldandı. "Sesimi duyunca hep gülümsemiş." Videolar genelde kendisinin Minel'e seslenişiyle, kız çocuğunun gülümseyerek dinledikten sonra cevap verişiyle, daha sonra kapatacağı vakti ayarlayamayıp yarım bir "Göyüşüyüz." deyişiyle bitiyordu.
"Daha çekeceği çok video var, daha çok anlatacak bizi."
"Öyle mi?"
"Öyle ablacığım, tabii ki öyle."
Biraz duraksadıktan sonra başını ablasının omzuna yasladı Gökhan, Hale hemen kollarını kardeşinin boynuna sardıktan sonra saçlarından öptü. "Geçecek bebeğim." diye mırıldandı. "Geçecek." Kardeşinin uzayan saç tutamlarının arasından geçirdi ince, yüzüksüz parmaklarını. Nasıl ki kendisi, Minel ve Doruk saçları okşanınca sakinleşiyorsa Gökhan'ın da dinginleşeceğini ümit ediyordu.
Hale Gökhan'ın saçlarını okşarken Engin de en küçük kardeşinin sırtını sıvazladı, omzunu sıkıp bıraktı defalarca, varlığını hatırlattı. Buradalardı ve Minel'i bulacaklardı.
.
.
.
Kedi'nin tüylerini okşadı Gökhan. Arabaların terk edilmiş bulunduğu yere gitmişti yine, hiçbir iz yoktu. Bir şey beklemesi zaten hataydı, olay yeri inceleme ekipleri her taşın altına bakıp bir kanıt aramışlardı. Geri dönünce de bahçenin tenha bir köşesine atmıştı kendisini hapşıracak olmasını umursamadan Kedi'yi kucaklayıp.
"Dönecek Minel." Mırıldanarak yuvarlanan Kedi'ye gülümsedi. "Minel seni seven kız. Sarı, kıvırcık saçlı; yeşil gözlü olan... Tanıtmıştı zaten sana kendini, kibardır benim meleğim."
Kedi'yi ilk kez gördüğünde inci tanesinin verdiği tepkiyi, heyecanla zıplayışını hatırladı. O ana dönmek, onun o sevincini görmek ve tüm bu karamsarlıktan kurtulmak için her şeyini verirdi.
"Sen de çok özledin, değil mi? Ben çok özledim." Gözleri doldu, titrek bir nefes verdi. Her seferinde daha zor oluyordu konuşmak, nefes almak. "İyi olduğunu bilsem yine özlerdim ama..." Devamını getirmedi, inci tanesinin gördüğü muamele aklına her geldiğinde çıldıracak gibi oluyordu.
"Sen duydun mu onu?" Bu sorusunu sorarken gözleri çimenlerdeydi, dalgınca okşadı Kedi'nin tüylerini. "Seslendi mi bana? Ağladı mı? Ağlamıştır tabii, korkmuştur çok." Boğazı düğüm düğüm oldu yine.
Kedi anlamış da destek olmak istiyormuş gibi başını Gökhan'ın avuç içine sürttü, Gökhan diğer elinin tersiyle gözlerini sertçe sildikten sonra Kedi'yi alarak ayağa kalktı. Hem alerji hem de duyguları yüzünden akan burnunu çekip ilerledi. Kedi'yi kulübeye bıraktıktan ve dışarı çıkabileceği tüm yerlerin kapalı olduğundan emin olduktan sonra eve girdi.
Hakan, Hale ve Engin oturma odasındalardı. Raif Gülten'i kontrol etmeye gitmişti, birazdan bir saatliğine babalarıyla konuşmak için gelen Kuzey ve Doruk'la gelir ama onlarla dönmeyip burada kalırdı. Sonra Gökhan Minel'in odasına çekilirken Hale Gökhan'ın yatağına yatar, Engin ve Hakan'sa oturma odasındaki koltuğa uzanırlardı Raif balkonda otururken.
"Kedi'nin yanından mı?"
Engin'in sorusuna başını salladıktan sonra merdivenleri basamakları atlaya atlaya çıktı. Odasına girdi, etrafına bakındı ördekleri öyle görebilecekmiş gibi. Doksan sekiz ördek bulmuştu, kalan iki ördeği arıyordu boş vakitlerinde, zihni meşgul kalıyordu en azından.
Nevresimi altüst etti birkaç kez hapşırarak, sarı bir parça aradı gözleri ama bulamadı. Ellerini bir tık uzayan saçlarının üzerinde gezdirdi, pes ederek yatağın kenarına oturdu.
"Hiçbir şeyi mi bulamazsın lan?" Güldü sinir bozukluğuyla, yakalayabildiği saç tutamlarını çekiştirdikten sonra tekrar ayağa kalkacaktı ki bir bildirim sesi duydu. Hızla telefonunu çıkardı, ekrana baktı, yabancı bir numaradan bir video gelmişti.
Video çok küçük bir ışıkla aydınlandığı için genel olarak karanlık, eşyasız bir odada oturan Minel'le başlıyordu. Kız çocuğunun pijamaları kir içindeydi, bukleleri adeta sönmüştü. Dizlerini kendine çekmişti ve yerinde sallanıyordu. "Kıymızı bayık göyde, kıvyıya kıvyıya yüzüyoy." Burnunu çekiyordu kelimelerin arasında, sesi titrekti.
Gökhan yutkundu, gözlerinin yandığını hissetti. Videoyu atan numarayı polis memurlarından birine gönderdikten sonra tamamen kızına odaklandı.
Kırmızı Balık yarıda kaldı, başka bir şarkıya geçti kız çocuğu. Bir şarkıda uzun süre kaldığında ağlayası geliyordu. "Ayı vıs vıs vıs, ayı vıs vıs vıs..."
Islanan yanaklarını pijamasının koluyla sildi. "Ayı vıs vıs vıs..." dedi bir kez daha, sesi çok titreyince durdu, bu sefer başka bir şarkıya da geçemedi. Dudakları titredi, başını dizlerine yasladı.
"Babam geyicek."
Mırıltısını duyunca iyice yaşaran gözlerini sildi Gökham hemen, Minel'i iyi görebilmek istiyordu, zaten hasret kalmıştı ve yaşamasının, bir videosu olmasının neşesini bile yaşayamıyordu.
"Babam beni bıyakmas. Geyicek, evimize gidicez." Bu düşüncelerle sesli bir şekilde ağlamaya başlayacaktı ki adamları hatırladı, dudaklarını birbirine bastırıp kafasını iyice gömdü, çok korkuyordu onlardan, ağladığında çok kızıyorlardı. "Sonya..." Burnunu çekti. "Sonya heykeş geyicek. Yemek yicez. Futboy izyicez."
Kibritçi Kız'ın kış soğuğunda kibrit alevindeki hayallere tutunması gibi tutundu gözünün önünde oluşan görüntülere. Ailesinin yanına döndüğünü, yine üzerine titrendiğini, onunla oyunlar oynandığını hayal etti.
Oluşan sessizlikte Gökhan gözlerini bir saniye dahi ayırmadı videodan, kızının kıvırcık saçlarını görmek bile bir lütuftu.
Bir demir kapı sesi geldi, kız çocuğu irkilerek başını kaldırdı. Omuzları çöktü, az sonra kızına kötü davranıldığını göreceği halde müdahale edemeyeceğinin bilinciyle yüzü acıyla buruştu Gökhan'ın. Kalbi kaldırmıyordu artık, bu eziyet dayanabileceğinin çok fazlasıydı.
"Yine ne konuşuyorsun?"
Adamın sorusuyla "Biy şey söyyemedim." dedi Minel, korkuyla yanağının içini kemirdi gözleri dopdoluyken. "Geyçekten."
"Yanlış mı duydum o zaman?"
Ne diyeceğini bilemedi kız çocuğu, bu sorunun her türlü cevabı bu karanlık adamlardan yiyeceği azarla ve belki de göreceği şiddetle sonuçlanıyordu. Bacaklarını kendine yapıştırırken açık yeşil gözleri adamların üzerinde kaldı ürkekçe.
"Şuna bak lan, Aktunaların kızıymış bir de. Yalvaracak utanmasa."
Güldü birkaç kişi, Gökhan'ın içi adeta yanıyordu, nasıl davranırlardı kızına böyle? O pamuklara sarıyordu bebeğini, nasıl kıyabilirlerdi?
"Şimdi ne yapacağız, biliyor musun?" Bir sandalye çekilme sesi geldi, Minel'in göz bebekleri hareket etti, konuşan adam sandalyeye oturmuş olmalıydı.
"Sen babana son sözlerini söylüyorsun. Yarın gidicisin, duydun mu Gökhan Aktuna? Yarın gidiyor kızın."
Son sözlerini...
Son sözlerini...
Son sözlerini...
Gökhan nefes bile alamadı o an, son sözlerden bahsetmişti adam. Yarın demişti. Ne demekti bu? Bulacaklardı Minel'i, hayır, bulmak zorundalardı. Yaşayamazdı, yaşayamazdı. Hayatına giren mucize bu kadar kısa süreli olmamalıydı. Minel gibi bir çocuk, masum bir melek yaşamayı hak ediyordu.
Minel büyümeyi hak ediyordu.
Yutkundu, eli yumruk olurken gözlerini yumdu, Minel'in dokunmayı sevdiği uzun, siyah kirpikleri ıslanırken bir damla yaş sakallarına düştü.
"Şon?"
Kızının sesiyle gözlerini açtı, omuzları çöktü. Son sözün ne anlama geldiğini bile bilmiyordu bebeği, nasıl kıymayı düşünüyorlardı ona?
"Babama mı gidicem?"
Gözleri ışıldadı Minel'in, eğer son sözlerini edecekse bunun anlamı babasına kavuşacak olmasıydı, öyle değil miydi? Beş gündür ilk kez kendini iyi hissetti, kalbindeki korku hafifler gibi oldu.
Gökhan daha fazla dayanamıyordu, omuzları sarsıla sarsıla ağlamasına ramak kalmıştı. Başını eğdi, çenesini sıktı dişlerini kıracak kadar, titrek ve derin bir nefes aldı burnundan.
Ölümü aklına bile getirmiyordu, babasına kavuşacağını düşünüyordu. Gökhan'sa çaresizce oturuyordu, övündüğü gücü hiçbir işe yaramıyordu şimdi.
"Yok, annene." Kahkaha attı adam, çevresindekiler de güldü. Minel anlamadı. "Ama annem öydü." diye mırıldandı gözlerini kaçırırken. Onun için ölüm yalnızca hastalıkla oluyordu, aklına bu kötü adamların öyle bir şey yapabileceği ihtimali gelmediği için de kafası karışıyordu.
"Neyse, bu kadar konuştuğun yeter. Babana bir şeyler söyle de gidelim, uyuyacağız daha biz."
Minel hemen başını salladı, kameraya baktı, babası gözünün önüne gelince gülümsedi. Hâlâ daha o iyi ihtimal, ailesine kavuşacak olması ihtimali aklındaydı; bundandı tebessümünün silik veya sahte olmayışı.
"Meyaba babacım!" Burnunu çekip el salladı. Gökhan'ın dudakları titredi o an, yatakta duramadı, yere oturdu kayarak, sırtını yatağa yaslayıp bacaklarını kendine çekti. "Merhaba güneşim." dedi sessiz sessiz ağlayarak, gözyaşlarının hafif tuzlu tadını aldığı dudaklarını cümleleri arasında birbirine bastırarak. "Merhaba güzelim."
"Şey... Yanına geyicem, as zaman geyek. Öyye... Öyye söyyediyey. Seni çok ösyedim babacım, geyçekten." Gözleri yaşardı fakat kendini tuttu inci tanesi, ağlamadı, gülümsemeye devam etti, sonunda babasının kolları arasında olabilecekti.
"Evimise geymek iştiyoyum. Sonya, şey... Oyun oynucam, seninye oynucaz. Sonya... Sonya... Aykadaşyayım oyucak, öyye dedin. Dedin ki, dedin ki... Aynı aykadaşyay, çocuk aykadaşyay... Şey, hepşi beni sevmeyebiyiy ama... Şey, biy aykadaşım oyucak."
Başını salladı kendini onaylamak için. Hep çok şirin gelen bu hareketi Gökhan'ın gözlerinden birkaç damla daha yaş götürdü, elini saçının üzerinde gezdirdi omuzları sessizce sarsılırken.
"Yütfen çabuk gey babacım, seni çok özyüyoyum." Elini dudaklarına götürdü, kirli avuç içine bir öpücük kondurup kameraya el salladı. Gökhan ne yaptığını bile fark etmeden elini dudaklarına götürüp aynı hareketi kızına yaptı videodaki Minel videonun içine hapsolmuş bir görüntüden başka bir şey olmasa da.
"Şeni seviyoyum... Güneş babacım."
Video kapandı.
Gökhan kararan ekrana baktı bir süre, sonra etrafında gezdirdi gözlerini. Oda dönüyordu sanki, zar zor ayağa kalktı. Tüm eşyalar, duvardaki saat, çalışma masası, kıyafetleri, yatağı... Her biri gereksizdi, ruhsuzdu Minel yokken. Banyodaki o ufak sandalye hiçbir işe yaramıyordu artık, kimse üzerine basmıyordu. Kimse sarı havluyu görünce "Aaa, şayı! Çok güsey!" demiyordu. Kimse Gökhan'a kıyafet seçmek için giyinme odasında pıtı pıtı adımlarla dolanmıyor, canı sıkıldığı için yatağa zıplamıyor, abajurun kablosuyla veya halının "saçlarıyla" oynamıyordu. Gökhan sabah Minel tarafından uyandırıldıktan sonra banyoya giderken bir oyuncağa basıp ayağını acıtmıyordu.
Renksizdi. Her şey renksizdi. Siyah beyaz. Hayır, yalnızca siyah, beyaz yok.
Günler boyunca geçirdiği öfke krizlerinde hep alt katı dağıtmıştı. Kendi odasına, Minel'in odasına dokunmamıştı ama şu an kendisine hakim olabilecek gibi değildi, kızını...
Odada komodinin üzerindeki oyuncak, siyah araba ve banyodaki küçük sandalye haricinde hiçbir şeyin sağlam kalmaması sadece beş dakika sürdü. Hakan, Engin ve Hale yukarı çıktılar seslerle, Gökhan durdurulacak gibi değildi. Kapıda dikilirlerken Hale eliyle ağzını kapattı, Engin kolunu onun omzuna atıp başını göğsüne bastırırken Hakan'ın kolu da Engin'in omzundaydı.
Kardeşleri mahvoluyordu.
Her şeyi dağıttığında kesik nefesler alarak yere çöktü Gökhan, o sırada siyah oyuncak araba çarptı gözüne. Minel'in arabalarını düşünerek aldığı oyuncak... Öfkeyle kuruyan, durulan gözleri yine yaşardı. Arabayı oradan aldı, titreyen ellerinde tutarken dolan gözlerine rağmen seçti sarı figürleri. Arabayı yan çevirdi ne olduklarını anlayabilmek için.
Şoför koltuğunda ve arka koltuğun tam ortasında iki küçük ördek vardı.
Doksan dokuzuncu ve yüzüncü ördek.
Ördekleri kızının kendisini ve babasını düşünerek tam o koltuklara yerleştirdiğini anlamaması imkânsızdı. Bir damla düştü yanağına, sonra bir damla daha...
Gökhan Aktuna sessizce ama sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
Hale içeri koşan ilk kişiydi, hemen dizlerinin üzerine çöktü. "Gökhan, ablacığım?" derken o da ağlamaya başlamıştı, kardeşinin bu hali beş günkü hallerinden değildi, bir şey olmuştu.
Hakan ve Engin yere çöktüler, Engin ne diyeceğini bilemediği için ağzını açıp kapatıyordu sadece, boğazı düğüm düğümdü. Seneler önceki halini, yaşadığı kaybı görüyordu Gökhan'da ama olamazdı, Minel'e bir şey olmuş olamazdı, duyarlardı hem, Gökhan'dan önce duyarlardı hatta.
"Abim, ne oldu? Gökhan, sakinleş oğlum. Gökhan..."
Başını iki yana salladı Gökhan. Güçsüz görünmekmiş, ailesinin önünde ağlamamakmış... Umrunda değildi. "Abi..." derken esmer teni kızarmıştı ağlamaktan. "Abi öldürecekler, Minel'i öldürecekler."
"Ne?"
Daha fazla konuşmak istemedi, telefonu uzattı sadece. Video oynatılırken bakmadı, yalnızca sesini dinledi meleğinin. Meleği tüm yorgunluğuna rağmen neşeyle konuştuğunda, "Seni çok ösyedim babacım." dediğinde kalbi ortadan ikiye ayrılıyormuş gibi hissetti.
"Şeni seviyoyum... Güneş babacım."
Video bitti, derin bir sessizlik oldu.
"Bulamadık, yarına kadar..." Başını iki yana salladı. "Koruyamadım, onu koruyamadım." Elini yumruk yapıp yere vurdu. "Buradan!.." Bir kez daha vurdu. "Buradan alıp götürdüler, koruyamadım! Koruyamadım!"
Hakan Gökhan'ın yine bir öfke kriziyle boğuşacağını anladığında başka bir noktaya çekmek istedi dikkatini. "Sana 'güneş babacım' mı diyor?" diye sordu hızlıca. "Daha önce böyle dediğini duymamıştım."
Ağladığı için, aklı kızını bir daha göremeyeceği veya duyamayacağı ihtimalinde olduğu için odaklanamadığı cümle zihninde yankı yaptı Gökhan'ın.
"Şeni seviyoyum... Güneş babacım."
"Hayır." Zeminde gezdirdi gözlerini kaybolmuş, kendinde değilmiş gibi. "Hayır, ben 'güneşim' diyorum. Minel..." Kızının ismini anmasıyla duraksadı bir an, ağzından derin bir nefes alıp devam etti. "Minel 'deniz babacım' der hep."
"Neden deniz demedi?" Hakan'ın zihnindeki çarklar çalışmaya başlamıştı, artık Gökhan'ın dikkatini dağıtmaktan öteydi soruları. Kaşları hafifçe çatıldı; yüzündeki hüzün yerini bir keskinliğe, öfkeye, kafa karışıklığına bıraktı. "Deniz derse kızacaklarını düşündü çünkü."
Engin en kolay anlayandı. "Ya denizdeler..." dedi hemen. "Ya deniz kenarında... Yerlerini söylemesin diye Minel'i korkuttular, bu yüzden deniz demedi. Hatta güneş demeden önce durdu videoda, adama baktı." Telefonu Hakan'ın elinden alıp videonun o kısmını açtı. "Bakın buraya, duruyor, adama bakıyor, sonra 'güneş babacım' diyor."
Haklıydı Engin. İçlerinde bir ümit yeşeriyordu sanki. "O zaman bir gemide veya kıyıda..." diye mırıldandı Hale. Zayıf bir tebessüm oluştu dudaklarında, gözleri yaşardı. "Abi?" dedi Hakan'a bakarak. "Abi bulacak mıyız?" Sesi titremişti.
Hakan ayağa kalkmadan önce Gökhan'ın ve Hale'nin saçlarından öptü. "Babama söyleyeceğim, herkes arayacak." derken çok otoriterdi sesi. "Gerekirse diğer şirketlerin çalışanları, ortaklarımız, herkes... Bulacağız. Denizle ilgili her yeri arayacağız."
Gökhan ayağa kalktı hızlıca. "Tamam, tamam." diye mırıldandı. "Tamam, arayalım. Her yeri ararım, yeter ki..."
Kızını bulmak için gerekirse saatlerce dolaşırdı, günlerce. Onun kokusunu solumak, gözlerine bakıp gülüşünü görmek, gününü anlatışını dinlemek için...
Yere kadar uzanan camlardan dışarı baktı odadan çıkmadan önce. Seneler boyunca derdinden, tasasından kurtulmak için izlediği; kızının sesiyle uyuduğu deniz; ondan meleğini alamazdı.
İzin vermeyecekti; dalga seslerinin artık huzur değil de ölüm getirmesine izin vermeyecekti.