Yeni Üyelik
24.
Bölüm

🐣57🐣

@imposiblety

 

Not: Tıp hakkında bir bilgim yok, bu bölüm içinde geçenleri mantık dışı yazmamaya çalıştım ancak hatam olması çok olası, beni anlayışla karşılamanızı rica ediyorum.
Not 2: Polis soruşturmaları vs hakkında bir bilgim yok, dolayısıyla bir hatam olabilir, her şeyin kurgu olduğunu ve gerçeği yansıtmadığını, gerçek hayattaki hiçbir şeyle alakası olmadığını lütfen unutmayın.

.
.
.

Gökhan Aktuna'dan

"Bize getirdiğiniz ota ve semptomlara bakılırsa baldıran otu yedirilmiş ve zehirlenmiş. Hastayı döndürmeyi başardık ama gelişen komplikasyonlar nedeniyle entübe etmemiz gerekti. Elimizden geleni yaptık fakat açık konuşmam gerekirse... Önümüzdeki yirmi dört saati atlatması çok zor gözüküyor."

Her cümle aklımda dönüyordu. Başımı dik tutamıyordum sanki. Bacağımı titrettim ellerim yeterince titremiyormuş gibi.

Oyun oynucak mıyız babacım? Ne zaman oynucaz?

Yüzüme kapattım elimi, derin bir nefes aldım. Minel'in sesini duymak ne zaman acı verici olmuştu? İstemiyordum böyle olmasını, ben onu hatırlayınca gülmeliydim.

Şey... Baybi izyicek miyis? İzyemedik. Ben... Şen dedin ki... Dedin ki... Çok isyemek yok! Ben de izyemedim. Şimdi... Şimdi izyeyebiyiy miyim? Ama şeninye, yütfen babacım.

Belki de izin vermeliydim, istediği kadar izlemeliydi. Sağlığı için izin vermemiştim onu çok koruyabiliyormuşum, diğer her şey iyiymiş gibi. Yoğun bakımdaydı, ellerimin arasından kayıp gidiyordu. Barbie izlemesi mi sorun olacaktı?

"Gökhan?

Hakan abimin sesini duyunca başımı diğer yana çevirdim, ıslak yanaklarımı tek elimle sildim. Burnumu çektim.

"Efendim?"

Sesim boğuktu. Bağırıp çağırmamın, ağlamamın etkisi belli oluyordu.

Ablam bir yanıma, Hakan abim diğer yanıma oturdu, Engin abim karşıuma geçti. Hiçbiri bir şey demedi, sigaramdan derin bir nefes çektim sessizlikte.

"Bu ikinci paketin bugün."

Bir şey demedim. Ne sigara kesiyordu acımı ne ağlamak ne de bir yerlere vurmak. Yine de deniyordum işte, elimden başka bir şey gelmiyordu çünkü, işe yaramaz adamın teki
olarak oturuyordum hastanenin bahçesinde.

"İyi olacak."

Ablama zaten inanmazdım, bir de sesi titriyordu, başımı bile kaldırmadım bu yüzden. "Duydun doktoru." dedim sadece. Boğazım düğümlendi, devamını getiremedim. Birkaç kez yutkundum.

Önümüzdeki yirmi dört saati atlatması çok zor gözüküyor.

Acı arttı Minel'imin sesinin, bıcır bıcır gülüşünün, "Baba?" deyişinin kulaklarıma dolmasıyla. Titreyen parmaklarımın
arasındaki sigarayı zar zor dudaklarmın arasına götürdüm, az öncekinden bile daha derin bir zehir çektim vücuduma.

"Güçlüdür bizim Minel'imiz, atlatacak bunu da."

Başımı kaldırdım, Engin abimle göz göze geldik. "Daha çok küçük." diye mırıldandım. "Çok küçük, nasıl atlatacak?"

3 yaşındaydı, benim bebeğim daha 3 yaşındaydı.
Sarıldığımda kollarımun arasında kayboluyordu, yüzü avuç içim kadardı, nasıl atlatacaktı?

"Atlatacak. Benim bebişimin öyle küçük durduğuna bakma,
bizim aileye çekmiş, çok dişli aslında."

Benim kızımı bana anlatıyorlard, teselli için hiç olmadığı gibi anlatıyorlardı hem de. Minel dişli denecek en son çocuktu. Korktuğunda kendisi bir şey yapamazdı, kaçıp bana sığnırdı hep, onu korumamı beklerdi.

Noyuy gey baba, çok koykuyoyum.

Başımı eğdim, gözümden bir damla yaş düştü yere. Küfrederek yanağımı sildim sertçe. Ağlamaya hakkım yoktu. Onu koruyacak kadar güçlü değildim, şimdi ayakta duracak kadar güçlü olmalıydım en azından.

Olamadım.

Durmadı gözyaşları. Omuzlarım sarsılmadı, ses de çıkarmadım ama yanaklarım ıslandı. Sigaramı içecek halim de kalmadı, sanki dudaklarımı aralasam hemen ağlayacaktım.

Babalar hep kızlarını korur.

Koruyamadım, koruyamadım. Nefes alamadı, kalbi durdu, koruyamadım. Ben baba olmayı beceremedim.

Benim Minel'im, benim güzelim bana çok güzel can oldu; çok güzel "Baba.." dedi, çok güzel sarıldı ama ben ona baba olamadım.

Benden baba mı olur?

Olmadı Gökhan, olmadı.

"Kendini suçlama abim."

Hakan abimin dediği şeye şaşırmadım, ne hissettiğimi anlıyordu.

"Nasıl suçlamayayım?" diye sordum öfkeyle. "Bana güvendi, hep güvendi. Şimdi... Belki bugünü bile..." Devam etmedim, çenemi sıktım gözlerim yine dolarken. Ağlamayı hak etmiyordum ama engel de olamıyordum, benim meleğim içerideydi. Belki birkaç saat sonra...

"Ben nasıl yaşayacağım?" Fısıltıyla sorduğum soruya hiçbiri cevap vermedi. "Onsuz ne yapacağım?"

Ev bebeğimin izleriyle doluydu. Banyoda sarı havlular, ördekli bornoz, küvete atmak için aldığım su oyuncakları; mutfakta çiçekli tepsiler, ayıcıklı tabaklar, ördekli kaseler; toz pembe terlikleri, açık sarı hırkası, koltuğun üzerindeki örgü battaniyesi... Bunların yerlerinde kalmasına, kullanılmamasına dayanamazdım ben; o kadar güçlü değildim, güçlü değildim.

Çenemi sıktım, hâlâ nefes alışı beni burada tutuyordu, o da gidince...

"Minel yaşayacak, onsuz kalmayacağız." Engin abime baktım, gözleri dolu doluydu. Çenem titredi, dudaklarımı ıslatıp sigaramdan bir nefes çekecektim ki ablam parmaklarımın arasından aldı zehri. "Hani Minel için bırakıyordun." diye kızdığında öfkelenmedim. "Minel beni bırakıyor." dedim sadece.

"Bırakmayacak." Engin abim ısrar ediyordu. "Bıraksa bile... Bırakmayacak ama bıraksa bile... Yaşamaya devam etmek zorundasın, anlıyor musun Gökhan?" Elini omzuma koydu yanıma otururken. "Seni en iyi ben anlıyorum." Sesi titriyordu, kesmedim sözünü.

"Ben de aynılarını düşündüm, yaşayamayacağımı söyledim ama yaşıyorum."

"Arda var."

"Arda için de yaşıyorum, evet ama o olmasaydı da devam ederdim. Nida için devam ederdim, o gülmemi isteyeceği için... Hem ben olmasam, Arda olmasa Nida'nın anısına kim sahip çıkacak? Biz onun adına iyilik yapıyoruz, Nida'm gittikten sonra tüm bağışlarımı onun adına yaptım, anısını yaşattım."

Minel adına... Düşünmek bile çok kötüydü. "Anlamıyorsun." dediğimde birkaç damla daha aktı gözlerimden. "Benim hayatım Minel artık. Şu an... Şu an kalp krizi geçirmediğime şaşırıyorum ben." Ciddiydim, o kadar büyük bir acı vardı ki kalbimde tarif bile edilemezdi.

Şeni seviyoyum babacım!

"Doktor bugünü çıkarmayacağını söyledi. Sonra ne olacağını ben söyleyeyim mi?" Başımı kaldırdım, Engin abimin gözlerinin içine baktım. "Dağılacağım. Kimse beni toparlayamayacak. Belki nefes alacağım ama..." Dişlerim birbirine çarptı, bulanık görmeye başladım. "Yaşamayacağım. Evime adım atmam, atamam. Bir tek onun odasına giderim. Sizinle oturamam, aklıma... Aklıma..."

Devam edemedim, başımı eğerken yüzüm buruştu. Omuzlarım sarsılmadı, artık gücüm yoktu şiddetle ağlamak için.

"Aklıma dizime oturduğu zaman gelir." Dediklerim anlaşılmıyordu sanki ama umrumda değildi. "Arabama binemem, koltuğu boş olur. İşe gidemem, vedalaşacak kimsem kalmaz. Maç izleyemem, onunla izleyecektik. Denize bile bakamam ben, anlıyor musun?"

Seni çok ösyedim, neden önce geymedin?

Yere baktım biraz, sonra gözlerimi silip ayağa kalktım. "Yeter bu kadar, kızımı göreceğim." deyip arkamı döndüğümde onlar da kalktı, duydum.

Hastaneye girerken sakin olmam gerektiğini söylüyordum kendime, benim meleğim hissederdi, üzüldüğümü hissedip o da üzülürdü, biliyordum ben onu.

Yavaşça yoğun bakımın olduğu tarafa gittim, tekrar onu kablolar içinde görmek... Hazır mıydım bilmiyordum. Koridora girdim, herkes bana döndü hemen, doktor sanmışlardı, kendimden biliyordum, yoğun bakımın önünde tüm ayak sesleri korkutucuydu.

Camın önüne geldiğimde gözlerim doldu yine. Küfredip söylenerek sildim gözlerimi, hâlâ daha nefes alıyorken bebeğimi görmem lazımdı.

Küçücük kalmıştı hastane yatağında, ağzına bir boru giriyordu, kıyafetinin içine kablolar... Şu an saçlarını okşayarak uyutmam lazımdı onu, böyle camdan izlemem... Onu istemediğim için miydi; o evdeyken ondan kaçtığım için, şirkette olduğum zamanlar için miydi şu an çektiğim acı?

"Allah'ım affet beni, kızımı bana bağışla. Allah'ım affet."

Elimi cama koydum. Uyanık olsaydı gülüp elimin olduğu yere koyardı elini camda. Bazen onu arabaya bindirdiğimde orta koltuktan elini uzatmaya çalışıyordu cama, gördüğümü belli edip ben de elimi uzatmazsam "Neden yapmadın babacım? Neden eyini veymedin?" diye soruyordu. "Göymedin mi?"

Derin bir nefes verip fısıldadım. "Neden elini vermedin güzelim? Görmedin mi?" Cevap gelmedi, koridorun başka bir tarafından gelen konuşmalar dışında bir ses yoktu.

Hoş geydin babacım!

Deliriyordum, sesi gitmiyordu kulaklarımdan. Gitmesini de istemiyordum zaten ama...

"Gökhan Bey?"

Kâmil'in sesiydi, diğer tarafa dönüp gözlerimi sildikten sonra baktım ona. Gözleri kızarıktı, onun da sakalları uzamıştı. Yanımızdan ayrılmamıştı birkaç gündür. "Efendim?"

"Minel'in olduğu teknede bir bellek bulmuşlar, polis memuru Raif Bey'i aramış ancak ulaşamamış, baldıran otunu almaya gittiğimde bana söylediler, size söyleyecektim ama biraz telaşlıydınız."

"Ne belleği?" Hızlı cevap vermediğinde "Ne belleği?" dedim bir kez daha, sabrım yoktu. "Söylesene Kâmil."

"Galiba kimin bunları yaptığıyla ilgili bilgiler var. Bana bilgi vermediler daha fazla, siz iletişime geçerseniz daha iyi olur."

Kimin yaptığı...

Elim yumruk oldu anında, tüm güçsüzlüğüm gitti sanki. "Baba, abi...Siz..." Polisle konuşan onlardı, onlar daha çabuk alırlardı o bellekte ne varsa. "Siz alırsınız, size...Halletmeniz lazım." Doğru düzgün cümle kuramıyordum ama anladılar beni.

"Baba sen burada dur, ben hallederim. Komiserle konuşurum, zaten her kimse yakalayacaklar, gizlilik kalmamıştır."

Hakan abimin hızla koridordan çıkmasıyla boynumu yana esnettim; biriciğimi kim bu hale getirdiyse, onu benden kim almaya çalıştıysa... Gözlerim tekrar Minel'ime döndü, artık kaybedecek bir şeyim de yoktu, zaten gidiyordu.

Alnımı cama yasladım. Hayatım boyunca sakin kalmaya, kimseye aksi davranmamaya bile razıydım nefes almaya devam ederse.

Yirmi dört saati atlatması çok zor gözüküyor.

"Atlatacaksın, değil mi güzelim? Bırakmayacaksın beni."

Cevap vermedi. Benim biriciğim her şeye cevap verirdi, hastayken bile bana "İyiyim, teşekküy edeyim." derdi ama bu sefer sesi gelmedi.

.
.
.

Imposiblety'den

Raif doktorla konuştuğunda daha önce hiçbir insana karşı olmadığı kadar kibar ve minnettardı, inci tanesiyle yakından ilgilenen kişi oydu ve canının, bir tanesinin nefesini teslim ettiği adama gerekirse dünyaları verirdi.

"Oğlum, yani Minel'in babası onun yanına girmeyi çok istiyor. Haberlerde belki görmüşsünüzdür, biz zaten günlerdir Minel'i arıyorduk, ancak şimdi bulduk ve olanlar... Çok kısa bir süreliğine dahi olsa onunla konuşabilse çok iyi olur, sizden rica ediyorum."

Orta yaşlarda, işinin ehli doktor alnını kaşırken düşünceliydi. Minel'in kim olduğunu, dolayısıyla kaçırıldığını ve ailesinden uzak olduğunu biliyordu. Kendini kız çocuğunun babasının yerine koyduğunda adamın onu arada bir cam veya duvar olmadan görmek isteyişinin ne kadar doğal bir istek olduğunu da fark ediyordu.

"Tamam ama hemşire çıkmasını söylediği an çıkmalı, bunu ona iletebilir misiniz?"

Raif çocuk gibi sevindi, yorgunca tebessüm edip "Tabii, zaten oğlum Minel'i riske atmaz." dedikten sonra doktorun odasından ayrıldığında adam arkasından baktı kederle. Kız çocuğunun durumu kötüydü, belki de son saatleriydi bunlar ve onun koridora yığılmış ailesini, neredeyse herkesin ağladığını, altmışlı yaşlardaki kadının ayağa bile kalkamadığını gördükçe yıllardır bu meslekte olmasına rağmen kendisini kötü hissetmişti.

Gökhan ellerini geniş camın önüne yaslamıştı babasının gelmesini beklerken, destek almazsa ayakta duramayacak gibi hissediyordu, bazen başı dönerken gözleri de onu yarı yolda bırakarak her yerin kararmasına neden oluyorlardı.

"Gökhan..."

Raif'in sesini duyunca ellerini soğuk betondan çekmeden başını döndürdü. Ümit etmeye bile korkar olmuştu; yüz ifadesinde hiçbir şey değişmezken, aynı yorgunluk sabit kalırken sordu. "İzin verdi mi?"

"Verdi."

Derin bir nefes aldı, gözleri yanmaya başladığında "Saçmalama." dedi kendi kendine, meleğinin yanında ağlayamazdı, o duymayacak olsa bile ağlayamazdı.

"Gökhan Bey, benimle gelirseniz..."

Raif'in arkasından gelen, yoğun bakıma girebilmesi için Gökhan'a çeşitli kıyafetler verecek olan hemşirenin sesiyle doğruldu adam. Bir an dengesini kaybedecek gibi olsa ve kirpikleri art arda birbirleriyle buluşsalar da yürümeyi başardı.

"Dayı..." Ayaz'ın solgun sesiyle durdu, başını o yöne çevirdi yalnızca.

Ayaz Minel'in haberini alış anlarını pek hatırlamıyordu, tüm ümitlerinin yerle bir oluşu çok hızlı olmuştu.

"Nerede kaldılar?"

Sabırsızca koridorun penceresinden -Ayaz, Arda ve babaanneleri Minel için hazırladıkları odanın penceresini kapmışlardı- dışarı bakmayı sürdürdü Doruk, yerinde duramıyordu, Minel'le konuştuğundan beri enerjisi yerine gelmişti. Kantine defalarca gitmiş, herkese yiyecek bir şeyler almıştı Minel'e paketlerce abur cubur alıp onun için hazırladıkları hasta yatağının yanındaki küçük dolaba gizledikten sonra.

"Gelirler abim, sürekli arayıp rahatsız etmeyelim. Zaten onlar da ancak rahatladı, bayağı gerginlerdi."

Kuzey'in anlayışlı, sakin sesi duraksattı Doruk'u. "Abi..." dedi o tarafa dönerken, Kuzey biliyordu bu ses tonunu, bir şey soracak veya isteyecekti. "Efendim?" dedi hafifçe gülerek.

"Nasıl böylesin? Nasıl sakin kalıyorsun? Babam da böyle, çok olgunsunuz. Tabii ki karakterimden memnunum, bir Doruk Aktuna olmak kolay değil ama merak da ediyorum."

Kuzey kolunu Doruk'un omzuna attı gözlerini masmavi gökyüzüne çevirirken. "İkimiz de büyük çocuklarız." deyip omuz silkti hafifçe. "Her şeyi kontrol etmek zorundaymış gibi hissediyoruz, ben sen rahat değilsen rahat edemem. Arda, Ayaz ve Minel için de aynısı geçerli. Anlıyorum hemen, sizi mutlu etmeden kendim de mutlu olamıyorum. Şu anda da aynısı, sakin kalmam lazım ki siz de sakin kalın, endişelenmeyin."

Doruk başını abisine doğru yatırdı, pek belli etmese de Kuzey'e ciddi anlamda hayrandı, aralarındaki iki yaş onun nezdinde on yaşa bedeldi, o derecede olgun ve düşünceli görüyordu Kuzey'i.

"Bunu yapmak zorunda değilsin, bazen sen de... Yani, ben de sana destek olabilirim. Böyle durduğuma bakma, ağzım iyi laf yapar, güzel teselli veririm yani." Sonlara doğru kendi espritüel havasına bürünmüştü, fazla ciddiyet şu ana iyi gelmezdi, zaten zor kurtulmuşlardı o ağır havadan.

"Biliyorum." Geri çekilip Doruk'un mavi gözlerine kaşlarını çatarak, şakacı bir tavırka baktı. "Kardeşimi bana mı anlatıyorsun sen?"

Güldü Doruk, gözlerini devirdi. "Görmemişin bir kardeşi olmuş." Engin amcasının sözüydü, kullanmakta bir engel görememişti, repliklere veya gerçekten tanıdığı insanların cümlelerine atıfta bulunmayı severdi.

"Evet, Minel Aktuna'yı bu hastaneye getirdiler, evet."

Bir temizlik görevlisinin telefonda konuşurken söyledikleri iki kardeşin de o yöne dönmesine neden oldu. Algıda seçicilikti bu halleri, yoksa aynı görevli dakikalardır telefondaydı bir yandan da yerleri paspaslarken.

"Gelmişler! Kesin amcam bize haber verdirtmedi fıstığımla daha çok vakit geçirebilmek için."

Kuzey gülümsemek dışında bir tepki vermedi; Gülten, Arda ve Ayaz'ın bulunduğu odanın tarafına onlara da bu haberi verebilmek amacıyla bir adım atmıştı ki konuşmanın geri kalanı yayıldı koridora, duraksattı onu.

"Acildeki arkadaş söyledi, kızcağızın kalbi durmuş. Döndürmüşler ama... Zannetmiyorum, çıkmaz yarına."

Kuzey Doruk'a döndü. "Yanlış haberdir." derken sesi keskindi. "Sen babaannemlerin yanına git, bir şey söyleme, ben babamla konuşacağım." Doruk tepki vermeyince yanına gidip kollarını tuttu. "Doruk..." dedi yavaşça. "Duydun mu?"

"Duy... Duydum."

"Güzel. Hadi abim, geleceğim ben. Yanlıştır, olsa bilirdik. Daha az önce konuştuk."

Doruk, abisinin son cümlesiyle kendine geldi. Minel'e hazırladıkları odaya girerken tekrarlıyordu. "Daha az önce konuştuk, daha az önce konuştuk."

Kuzey Hakan'ı aradı, telefon uzun uzadıya çaldı ama açılmadı. Tam danışmadaki kadına acile hangi asansöre binerse daha kolay ulaşabileceğini soracaktı ki babası geri aradı.

"Alo? Oğlum?"

Kuzey dilinin ucundaki soruları yuttu o an, babasının ses tonu normal değildi, pürüzlüydü. Hakan'ın sesi bir tek çok üzgün, çok çaresiz olduğu zamanlarda gürlüğünü kaybederdi.

Anladı Kuzey.

"Doğru, değil mi?"

Anladı Hakan.

"Doğru, acildeyiz. İstersen babaannene ve çocuklara haberi ben vereyim, sen gel."

Kuzey Hakan'ın omuzlarına bir yük daha bindirmeyi istemedi. "Yok, ben söylerim." derken dalgındı. Kalbi durmuştu prensesinin, daha az önce kıkırtısını duymuşlardı oysa, Kuzey'in gözünde canlanmıştı inci tanesinin kızaran yanakları, nasıl durmuştu dünyalar dolusu sevgiyi sığdırdığı o kalbi?

Odaya nasıl girdiğini hatırlamıyordu, Doruk yüzüne bakıp anlayınca ve gözleri dolu dolu geri çekilince kendine geldi. Size bir şey söylemem..." Boğazını temizledi. "Söylemem lazım."

Suratından, betinin benzinin atmasından anladı Gülten. "Ne oldu?" diye sorarken çoktan kalkmıştı ufak koltuktan. "Söyle Kuzey, lafı dolandırma canımın içi. Ne oldu?"

"Otur babaanne, lütfen." Kollarını tuttu Gülten'in, kadının tansiyonun ne kadar oynadığına ve nasıl saniyeler içinde bayıldığına son günlerde şahit olmuştu. "Arda, sen de. Ayaz, hadi."

Herkes oturduğunda "Minel'i buraya getirmişler." diye söze başladı. Ayaz "Niye gelmediler buraya?" diye araya girmedi, ciddi bir şeyler döndüğünün farkındaydı çünkü.

"Acile."

"Ne? Ne acili?" Arda ayağa fırladığında Doruk elini onun omzuna koydu. "Otur abim." diye mırıldandı, fazlasını söyleyecek gücü yoktu.

"Kalbi durmuş ama döndürmüşler, bizim de acile inmemiz gerekiyor."

Derin bir sessizlik oldu Kuzey'in çarçabuk söylediği cümlenin ardından. Ayaz kendi kalbi de duracakmış gibi hissetti kollarındaki, dizlerindeki güç çekilirken. İkizler hisseder, derlerdi. Minel ikizi değildi, kardeşi bile değildi, yalnızca aralarındaki iletişim şekliydi ikiz olduklarını söylemeleri. Öyleyse nedendi onun acısını şu an, aynı yerde -kalbinde- hissedişi?

"Abi olmaz." Arda'nın fısıltısı dudaklarını birbirine sımsıkı bastırmış, yüzü bembeyaz kesilen Gülten'i o tarafa çevirdi. "Minel olmaz, lütfen. Minel de gidemez." Arda'yı seneler sonra eski haline yaklaştıran, tekrardan insanlara sarılmasını sağlayan kişiydi Minel. Bunların hiçbirini yapmasa bile... Hayır, kız kardeşlerini kaybedemezlerdi. Arda'nın bir kaybı daha kaldıracak takati yoktu.

"Gülüyordu." Ayaz dalgınca konuşuyordu, ağladığını gizlemek için bacaklarını kendine çekme ihtiyacı bile duymamıştı bu sefer. "Gülüyordu, yanımıza gelecekti. Özlediğimizi söyledik, seni Hakan dayıma benzetti. Nasıl... Ne zaman kalbi... Gülüyordu ya, duydunuz siz de, gülüyordu."

Gülten kolunu Ayaz'a sarıp onu göğsüne bastırdı aynısını iç çeke çeke ağlamaya başlayan Arda'ya da yaparken, Kuzey'e de bir baş hareketi yaparak Doruk'a sarılmasını sağladı.

"Anneanne gülüyordu, sen de duydun."

Ayaz'ın boğuk bir sesle söyledikleri Gülten'in mavilerini doldurdu. "Duydum." diye kabullendi kadın. "Duydum."

"O zaman nasıl... Oyunlardan bile korkuyor o, şimdi..." Minel eğer gözleri kapalıyken etrafını duyuyorsa çok korkmuş olmalıydı, herkes yabancıydı, göremiyordu, çok korkmuş olmalıydı.

Kimse bir şey demedi, bir dakika kadar durdular sarı eşyaları artık siyah gibi gözüken ve tüm neşesini kaybetmiş, pencereden giren güneş ışıklarının fırtınalı bir hava edasıyla kasvet dağıttığı, abur cuburların işe yaramaz haline geldiği odada.

Ayaz bu sessizliği yarıp aşağıya indiklerinden, yoğun bakımın önüne geldiklerinden beri aynı yerde oturuyordu dizlerini kendine çekmiş bir şekilde. Etrafındaki konuşmaları, annesinin kendisiyle iletişime geçme çabalarını duyuyor ancak tepki vermiyordu. Gökhan'ın Minel'in -ikizinin- yanına girecek olmasıysa tüm bu tepkisizlik duvarını aşabilecek kadar önemli bir olaydı.

"Ona ikiz kurallarını hatırlatır mısın?" Yanağının içini ısırdı cümlesine devam edebilecek gücü kendinde bulamadığı için, titrek birkaç nefes alıp verdikten sonra ancak tamamlayabildi. "Hep yan yana olacağız, dedik. Minel ikiz kurallarına uyar."

Gökhan başını salladı. Hemşireyi takip edip kıyafetleri giyerken ve onu dinlerken de aynı hareketi tekrarladı, son günlerde bir türlü durulmayan yüreği yine hızlanmıştı, inci tanesini görecekti.

İki yana açılan kapılar aradan çekildiğinde ve yoğun bakımın kendine has kokusu burnuna geldiğinde içeri adım atmak için birkaç saniye beklemek zorunda kaldı Gökhan. İçinde Minel'in uyuduğu odadan bebek şampuanı kokusu gelmeyişi fazla ağırdı çünkü.

"Ben geldim babacığım." Maske olmasına şükretti, bazı kelimelerine hükmeden hüzün ve titreyiş anlaşılmazdı böylece, en büyük korkusu Minel'i kaybetmekse diğer büyük korkularından biri de eğer etrafındakileri duyuyorsa onu üzmek yahut ümitsizliğe sürüklemekti.

Yatağın ucuna oturdu, zaten çok boşluk vardı beyaz çarşafın üzerinde. Bebeğinin üzerindeki beyaz örtüyü düzeltti konuşmaya başlamadan önce, hâlâ bakmamıştı inci tanesinin yüzüne, kendisini hazırlıyordu.

"Hepimiz seni bekliyoruz, herkes seni bekliyor." Nihayet kaldırdı gözlerini, bembeyazdı meleğinin yüzü, kendini sıktı. "Bizi bırakma güzelim, seni koruyamadığımı biliyorum ama... Bundan sonra daha dikkatli olacağım, daha iyi bir baba olacağım, bana bir şans daha veremez misin?"

Ses çıkmadı, yalnızca cihazların sesi duyuluyordu. Gökhan'ın mantığı bunu bekliyordu zaten, gerçeklerle karşılaşmak yine de yordu yüreğini.

"İkiz kuralları da var, Ayaz'ı yalnız bırakamazsın. Beni de bırakamazsın. Hep 'Babalar kızlarını bırakmaz.' dedim ama kızlar da babalarını bırakmaz. Hem biz seninle gezeceğiz biriciğim, daha okula gideceksin, unuttun mu? Ben yemek yapmayı daha iyi öğreneceğim, seninle yapacağız."

Evinin alt katındaki bomboş havuz geldi aklına. "Havuzumuz da var, yüzeceğiz. İstersen her gün yüzeriz." Minel gözlerini açsaydı gerisi önemsizdi. Bundan önce istediği her şeyi yapmaya çalışıyordu, güzeli nefes almaya devam ederse her şeyi daha o istemeden yapacaktı bu sefer.

"Ördekleri de buldum, yüz tanesini de. Yeniden saklaman lazım, bu alıştırmaydı, biliyorum. Kazanmadım yani, seni yenemem kolay kolay."

Korka korka uzattı elini, Minel'in serum takılı eline dokundu. Soğuktu parmakları, içinde bir his tırmandı, kız çocuğunu sarıp sarmalayarak evlerine gitmek istedi.

"Bebeğim, babacığım... Gitmeyeceksin, değil mi?" Sesi titredi, maskesinin üst kısmı berrak bir damlayla ıslandı. "Özür dilerim, sana iyi davranmadığım her an için özür dilerim. Seni kabullenmem uzun sürdüğü için özür dilerim. Seni koruyamadığım için özür dilerim, gitme güneşim. Hepsini telafi edeceğim, söz veriyorum. Ne olur gitme."

Parmaklarını okşadı elleri titreye titreye. "Sensiz uyuyamam ki ben meleğim... Beni uykusuz mu bırakacaksın? Hem hani bir şey olmayacaktı sana? Öyle demiştin, hatırlamıyor musun?" Merhametine oynamaya çalışıyordu, hep işe yarardı bu, şimdi de yaramalıydı.

"Gökhan Bey..."

Hemşire başını kapıdan uzattığında Gökhan gözyaşlarını sildi hızlıca. "Tamam, geliyorum." Buraya gelişinin inci tanesine bir risk oluşturmasından o kadar korkuyordu ki onun elini hiç bırakmak istemese de kalktı çarçabuk.

"Seni seviyorum güneşim, çok seviyorum babam, bekletme beni, tamam mı?" Alnından, saçlarından, şakağından öpmek istedi ama tuttu kendini.

Koridora çıktığında maskesini yırtarcasına çıkardı, nefes alamıyordu. Yere çöktü, sırtını duvara yasladı, başı öne eğilirken dizlerini kendine çekti. "Allah'ım yardım et." diye fısıldadı. "Allah'ım sen bana onu bağışla, ne olur."

Elini yüzüne götürdü, yanaklarını sıvazlar gibi bir hareketle yaşlarını sildi ama yerine yenileri geliyordu, kendini tanıyamıyordu artık, öfke krizine girecek kadar enerjisi bile kalmıyordu ağlamaktan.

"Canımın içi?" Gülten'in zayıf sesini duyunca başını kaldırdı, yüzü soluk kadın yavaşça yanına çöktü. "Yapma böyle, ne olur oğlum." Nazikçe sildi oğlunun yanaklarını, onun da gözleri dolmuştu. Gökhan'ı Minel kaçırıldıktan sonra hiç görmemişti o eve girmesi ailesi tarafından, tansiyonu daha fazla oynamasın diye yasaklandığı için. Şimdi gözünde hâlâ daha çocuk gibi olan oğlunun bu yıkık halini görmek mahvediyordu onu.

"Dua edeceğiz, elimizden başka bir şey gelmez. Dua edeceğiz, Allah'ım meleğimizi bize bağışlayacak. Ağlasak da, sızlansak da..." Kırık bir tavırla omzunu silkti. "Bir işe yaramaz, bizim inci tanemiz için güçlü olmamız lazım."

Gökhan annesinin yüzüne baktı, baktı, sonra kollarını kadının bir haftada incelmiş beline sarıp başını göğsüne yasladı. Gülten böyle bir şefkat ihtiyacını uzun zamandır hiç göstermeyen oğlunun saçlarını okşadı.

"Tamam canımın içi, tamam oğlum. Geçecek, Minel sapasağlam çıkacak. Senin de güçlü olman lazım, onu taşıman gerekebilir bir süre, biraz yorgun olur."

"Taşırım." dedi Gökhan içinden, sesli bir şekilde söylemeye gücü yoktu o an. "Yeter ki çıksın oradan, her yere taşırım."
Gülten koridorun bir tarafında Gökhan'ı rahatlatmaya çalışırken diğer tarafında Engin ve Hale yeğenlerine, çocuklarına yetmeye çalışıyordu Raif nereye gideceğini, kime ne diyeceğini şaşırmışken.

"Annem gibi gidecek o da." Arda'nın ağlamadan, kızarık gözlerini karşısındaki duvara dikerek dediği şeye karşılık başını iki yana salladı Doruk. "Hayır, çıkacak Minel oradan." Abisinin tüm "Ağlayabilirsin abim, istersen dışarı çıkalım." deyişlerine direnmişti çünkü Ayaz'dan, Arda'dan uzaklaştığı an kendini bir daha toparlayamazmış gibi hissediyordu.

"Geldim." Hakan'ın gür sesini duyar duymaz herkesin dikkati o yöne çevrildi, Kâmil de onun peşindeydi, hızlı adımlarla geldiklerini görünce Gökhan duvardan destek alarak ayağa kalktı. "Kimmiş? Ne vardı bellekte?"

"Bilmiyorum." Hakan dürüsttü, hastanenin bahçesinde tek başınayken Komiser'den videoyu aldığında tepkilerine hakim olamayacağını hissetmiş ve yeğenine, ufaklığına bunu yapanların kim olduğunu öğrenmeyi ailesinin yanına ertelemişti.

"Şuraya otur, Gökhan sen de." Raif böyle söylemişti çünkü en küçük oğlu pek iyi gözükmüyordu, bayılma ve ortalığı dağıtma gibi iki uç şeyin ikisini de yapabilecekmiş gibiydi, böyle düşünen tek kişi o değildi, Engin de Gökhan'ın halini fark etmiş ve kardeşinin koluna girmişti çoktan.

Hakan ortaya otururken Gülten ve Gökhan diğer taraflarına geçtiler, Engin Gökhan'ın yanına oturdu. Çocuklar karşı duvara yaslanmış hastane koltuklarında oturuyorlardı omuzları çökük veya başları duvara yaslanmış bir şekilde. Kuzey "Biz sonra bakarız, kalabalık etmeyelim." deyince kalkmamışlardı.

Kâmil'e hastanedeki birinden buldurttuğu USB kablosunu telefonuna taktı Hakan, çenesini sıktığı için başı ağrıyordu. "Video var." diye mırıldandı hemen videoyu açarken.

Geminin aksine aydınlık ama boğucu, siyah ve kahverengi ağırlıklı, sessiz, kimsenin olmadığı bir çalışma odasıydı videonun mekânı. Duvarlar koyu renk ahşaptı, yine koyu renk olan ve oldukça karışık, küçük detaylarla bezenen, özel yapım tablolarla süslüydü.

"Ayarladınız mı?"

Tanıdık bir sesti arka plandan gelen ses, erkekler kim olduğunu anlamaya çalışarak kaşlarını çatarken Hale anladı, dudaklarını kanatacak gibi ısırırken yüzü acıyla buruştu, burunlarının dibindekini fark edemedikleri için bebişi ölüm kalım savaşı veriyordu.

"O zaman başlayalım." Birkaç tok adım -yerler ince, dokuma, bordo ağırlıklı halılarla kaplıydı- sesinden sonra Kubilay Fırat'ın yüzü gözüktü, Gökhan kimi beklediğini bilmiyordu, birini bekleyip beklemediğini bile bilmiyordu ama Kubilay Fırat gibi pısırık, kendisine edilen lafa bile doğru düzgün cevap veremeyip o kişinin arkasından konuşmayı ve atıp tutmayı tercih eden bir adamı beklemediği kesindi.

Birkaç küfür bir anda fırladı videoyu izleyenlerden; Arda, Kuzey ve Doruk gözlerini kaldırdılar afallamış bir şekilde. Hakan ve Engin de küfretmişlerdi zira.

"Merhaba Aktunalar, nasılsınız, iyi misiniz?"

Sırıttı adam, Gökhan annesinin yanında olduğunu bile hatırlayamadı o an, ağız dolusu hakaret savurdu yumrukları sımsıkı kapanırken.

"Tahminimce bunu izlerken cenaze hazırlığı yapıyor olacaksınız, şimdiden kusura bakmayın, cenazeye katılamayacağım, yurt dışına çıkacağım."

Videoyu çekmeyi o kadar uzun süredir bekliyordu ki her kelimenin tadını çıkarıyordu Kubilay, sahte bir samimiyet göstererek alenen Aktunalarla dalga geçerken adeta pırıldıyordu gözleri.

"Başınız sağ olsun, cidden çok acı küçücük bir kızın hayatının sonlanması. Çok üzüldüm."

Gülerek kaşının üzerini kaşıdı Arda ve Engin "Başınız sağ olsun." dendiği an ürperir, Gülten korkuyla "Allah korusun." der ve Gökhan çenesini sıkarken.

"Minel'le beraber bulacağınız bu bellekten anlayacağınız üzere her şeyi ben yaptım, başınıza gelenlerin benim yüzümden olduğunu bilmenizi istiyorum. Burnunuzun ucundaydım ama beni yakalayamadınız, Minel öldü." Amacı vicdan azabı çektirmekti, Gökhan'ın hayatının sonuna kadar acıdan yanmasını istiyordu kızını korumayı başaramadığı için.

'Sadece o mu peki?" Başını arkaya yatırıp bir kahkaha attı Kubilay Aktunalar neden bahsettiğini anlayamayıp kaşlarını çatarken.

"Babam hep sizinle karşılaştırdı beni, annemi sevmedi, sizin annenizi seviyordu hâlâ. Mahvetti onu, kahrından öldü annem. Sizin de aynısını yaşamanızı istedim, çocuklarınız anne babasız kalsın istedim."

Soğuk bir tebessüm hayat buldu dudaklarında senelerdir sonunu sabırsızca bekleyip adım adım planladığı olayların istediği gibi sonuçlanacağını düşündüğü için.

"Hakan evlendiğinde sevindim, Gaye zayıf halkaydı, mankenlik hayatına düşkündü. O doğum yaptıktan sonra modacılara para verdim, herkese 'Senin fiziğin çöktü, artık modellik yapamazsın.' dedirttim. Birkaç arkadaşına da aynısını yapınca... Çocuklarına suç bulup Hakan'dan boşanması pek zor olmadı."

Doruk ve Kuzey duyuyordu söylenenleri. Kuzey annesi hakkında pek konuşmazdı, zayıflık göstermezdi Doruk gibi ama bu duydukları... Bir adamın saçma sapan hırsları, onların suçu dahi olmayan bir olay için intikam alma çabaları yüzünden mi annesiz kalmışlardı? Gaye bu oyuna kanmayabilir, onları tabii ki bırakmayabilirdi fakat ön ayak olan Kubilay'dı nihayetinde.

"Sıra Engin'e geldi sonra." Engin'in göz bebekleri titredi sanki, Nida'dan bahsedileceğini anlamıştı, kesik bir nefes çıktı dudaklarının arasından. "Nida'yla onları ayıramadım, birbirlerini cidden seviyorlarmış. Tebrikler Engin, hayatının aşkını buldun." Sırıttı. "Ama sarhoş rolü yapan bir adamımın onu senden koparması zor olmadı."

Bu büyük bir darbeydi, çok büyük bir darbeydi. Ailenin tüm üyeleri tarafından sevilen, çocukların yaramazlık yapınca "Bize kıyamaz, kızmaz." diyerek yaramazlıklarının sonuçlarını anlattıkları ilk kişi olan Nida, Engin'in büyük aşkı, Arda'nın peri annesi... Kaza değildi ölümü, cinayetti.

Engin daha fazla dinleyebilecek gibi değildi, ayağa kalkıp yakasını çekiştirdi, Arda'nın karşısında kötü bir hale bürünmek istemediği için kendini koridordan attı. Hakan arkasından gitmek için ayağa kalkacak gibi olduğunda Raif omzuna vurdu hafifçe. "Ben hallederim."

Video devam etti, Kubilay tüm aileyi mahvettiğini uzun uzadıya anlatmak istiyordu çünkü.

"Suat ve Hale de beni biraz zorladı, bu yüzden boşanmaları beş seneyi buldu. Onun da zayıf noktası maddiyattı işte, herkese "iç güveysi" dedirttirince, haber yaptırınca... Halloldu yani, tek kızınızın aşk acısını izlemek bayağı güzeldi."

Hale Suat'ı tanıyamayışını, boşanmadan ve eşinden tamamen ümidini kesmeden önce onunla güzel anlarını hatırlayıp "Biz nasıl bu hale geldik?" deyişlerini hatırladı, daha az önce serbest bıraktığı dudaklarını ısırdı. Suat onun içinde tamamen bitmişti, yalnızca Ayaz'ın babasıydı artık fakat yine de düşünüyordu Kubilay'ın onlardan intikam almaya çalışmadığı bir alternatif gerçekliği, Ayaz babasıyla büyüyebilirdi, hayatının aşkı öyle kalabilirdi.

"Sonra sıra Gökhan'a geldi." Yüzündeki tebessüm soldu Kubilay'ın, bariz bir öfke yerleşti gözlerine. "Sevdiğim kadını aldı benden." derken dişlerini sıkıyordu. "Beş sene kadar önce birisi sana geldi Gökhan, belki hatırlıyorsundur, bir kadın. Gizemli mektuplar aldığını söyledi, korktuğunu. Senden onu korumanı istedi."

Başını yana yatırdı Kubilay, gözleri kameranın odağındaydı, Gökhan onunla göz göze gelmiş gibi hissetti, öfkesini körükledi bu durum. Dudakları titredi ancak bu sefer ağlama isteğinden değil, öfkesinden kaynaklanıyordu.

"Onu öyle bir yere sakladın ki... Olmadı, bulamadım."

Gökhan Kubilay'ın anlattığı olayı hayal meyal hatırlıyordu. Zengin ailelerden birinin kızı gelmiş; birinin onu takip ettiğini, mektuplar ve hediyeler gönderdiğini, uzun süreli güvenliği için bir tek Aktunalara güvenebileceğini söylemişti. Gökhan onu Amerika'daki bir eve yerleştirmiş, yanına korumalar görevlendirmişti. Hâlâ daha düzenli olarak o kızdan ödeme alıyorlardı.

"Ben de aynısını sana yaşatmak istedim, sevdiğin kadını senden almak istedim. Aşık olmanı bekledim, herkes erken evlenmişti, sen de öyle olursun diye düşündüm ama olmadı. Kadınlara bakmıyordun bile. Sabredemedim, Ceyda'yı hayatına soktum."

Gökhan çoğu şeyi bekliyordu fakat bu fazlaydı, Ceyda'nın en başından beri Kubilay'ın tuttuğu biri olması... Sevmişti onu, aldatılınca tüm hislerini denize atar gibi kalbinden atsa da o zamanlar sevmişti.

"Onu sevdin, evet ama... İstediğim derecede değildi." Alaylı konuşmaya başlamıştı şimdi, sevdiği kadının acısını ona yaşatan adamdan büyük bir intikam almış olmak keyifliydi onun için. "Engin'in Nida'yı sevdiği gibi değildi, Ceyda öyle diyordu yani."

Gökhan Kubilay'ın bu bahsettiklerinin farkındaydı, Engin abisinin Nida yengesini sevdiği kadar sevmemişti Ceyda'yı ama şu an hissediyordu, bu olaylar olmasaydı ve evli kalsalardı o yola doğru gidiyordu.

"Ben de farklı bir plan yaptım. Senin gibi egoist bir adam, burnu yere düşse almayacak bir adam, kızı düşmanını baba bilse çok öfkelenirdi. Bu yüzden Ceyda bana hamile olduğunu söylediğinde Aykut'la olan ilişkisini ortaya çıkarmasını söyledim, sen aldatıldığını anladın, boşandınız, Minel doğunca önce senin diş fırçanla DNA testi yaptırıp senin kızın olduğunu doğrulattım, sonra Aykut'un nüfusuna geçirdim. Üç sene onlar bakacaktı kıza, bebekliğiyle uğraşamazdım."

Elini havada salladı umursamazca.

"Üç yaşına geldiğinde onu evlatlık alacaktım, bana baba diyerek büyüyecekti, sonra her şeyi ortaya çıkaracaktım haberim yokmuş gibi. Çok öfkelenecektin sen, gururuna yediremeyecektin."

Hâlâ daha bu fikir gözlerini parlatıyordu.

"Ceyda ve Aykut anladılar ama, onları Minel'i aldıktan sonra ortadan kaldıracaktım, kaçtılar. Buldum hemen ama bir şey yapmadım belki işime yararlar diye, sonra Gökhan'ın uçak hazırlattığını duydum, konum Ceyda ve Aykut'a uyuyordu, o yüzden ortadan kaldırdım onları, konuşmayın diye. Avukat da o araya denk geldi, her şeyi ötecekti korkudan."

Yaptığı şeyleri öyle bir soğukkanlılıkla anlatıyordu ki kanı dondu herkesin, insanları hayattan koparmıştı ve bunu böyle anlatıyordu.

"Minel sizin ailenize geldi, çok sinirlendim. Sirke olayı bu öfkeme denk geldi, yoksa öyle bir acemilik yapmazdım. Sirkeyi eve girmeden önce değiştirtmiştim yine de, o bayağı işe yaradı, hiçbir şeyi anlamadınız."

Gökhan gözlerini kapattı, şakakları zonkluyordu öfkeden, videonun devamını izlemek istemese şu an burayı yıkardı.

"Sonra planımın işe yaramadığına sevindim, bayağı sevindim. Kimseyi sevmeyen Gökhan Aktuna kızının yanından ayrılmaz oldu çünkü. Ben kimseyi sevemezsin zannediyordum ama yanılmışım, yanıldığıma ilk kez sevindim. Minel'e olan her şeyin etkisi daha büyük oldu."

Dişlerini sıktı parlak mavi gözlü adam, Kubilay'ın kıızının ismini ağzına alması bile yüreğini göğüs kafesine sertçe çarptırıyordu, bir de neler yaptığından bahsederse...

"Bebekliği güzel geçmedi, istediği hiçbir şey alınmadı. Sevgi görmedi, kimse onu öpmedi, aç bıraktılar Minel'inizi, ağladığı zaman kızdılar, erken yürüdü, erken konuştu ama kimse onu bunun için sevmedi. Tam sizinle sevgi görecekken de..." Sırıttı, bembeyaz dişleri gözüktü. "Öldü."

"Ölmedi benim kızım." diye kızdı Gökhan en sonunda, Kubilay karşısındaydı sanki. "Ölmedi, ölmeyecek." Daha fazla dinlemeye tahammülü yoktu, ayaklandı, gözleri kararsa da umursamayıp volta atmaya başladı uzayan saç tutamlarını çekiştirirken.

"Denek gibi yetiştirmişler onu, şimdi de..." Sert bir tekme attı hastane sandalyelerinden birinin demirine. Dayanamadı sonra, bir tekme daha... Duvara birkaç yumruk, dudaklarının arasından çıkan ve tüm koridorda duyulan, diğer hasta yakınlarının "Biri öldü de yakınları öğrendi herhalde." diye düşünmesine neden olan bir bağırış...

"Saçma sapan... Babasının saçma sapanlığı yüzünden benim kızımı..." Cama baktı, doktorun dedikleri döndü zihninde; sonra verdiği sözler, Minel'in parlayan gözleri, gülüşü canlandı gözlerinin önünde. Yaşayamadıkları, belki de hiç yaşayamayacakları geleceği düşündü.

Daha izlemeleri gereken bir sürü çizgi film vardı, lunaparka gideceklerdi. Akvaryumda tekrar dolaşacaklardı. Saç bakımı yapacaktı Gökhan bebeğine, yemek hazırlayacaktı. Türkiye'yi gezeceklerdi, tatile gideceklerdi, kardan adam yapacaklardı. Balık tutacaklardı mesela, arabasını yıkayacaklardı. Hiçbiri olmamıştı, Minel hiçbirini tatmamıştı.

"Benim kızımı..." diye tekrar etti ama devamını getiremedi. Kalbinde bir sızı vardı, dayanılmaz bir sızı. Çok kavgaya girmişti şu ana kadar, onlarca darbe almıştı fakat şu anki kadar büyük bir acıyı hiç tatmamıştı. Ümidi sönüyordu, camın arkasındaki meleğinin yıldız oluşunu görüyordu sanki.

Etraf döndü, sol elinde bir uyuşukluk oluşurken sağ eli yakasına çıktı, neden nefes alamıyordu? Gözlerini kapattı, düzeleceğini zannederken daha kötü oldu, dizlerinin yere çarptığını ve etrafında gürültüler oluştuğunu hissetti.

"Dayı! Dayı!"

"Gökhan! Yardım edin, kardeşime bir şey oluyor! Yardım edin!"

"Oğlum!"

"Amca, ne oluyor? Amca!"

Minel hâlâ nefes alıyordu ama Gökhan'ın nefesi gidiyordu, sanki kızını yalnız bırakmak istemiyordu yoğun bakımda, bembeyaz olan yüzü ve kapanan göz kapakları bunu düşündürtüyordu.

"Yardım edin! Bir anda... Bir anda bayıldı! Bir anda... Kalbini..."

Hale'nin açıklamaya çalıştığı şeyleri duyunca doktor ve hemşire birbirlerine baktılar, bu kadar genç ve sportif gözüken bir adamın kızı için nasıl çöktüğünün tablosu gibiydi karşılaştıkları vaka.

Gökhan sedyeye alınıp götürülürken ve ailenin bir yarısı onu takip eder, diğer yarısı Minel'in yanında kalırken bahçedeki Engin ve Raif'in hiçbir şeyden haberi yoktu. Engin banka çökmüştü, ellerine bakıyordu sessizce.

"Oğlum... Konuşmayacak mısın? Çok zaman geçti, hadi, konuşalım."

"Ne konuşacağım baba?" Gözlerini kırpıştırdı Engin yaşları geri göndermek için. "Bu hayatta kendimden çok sevdiğim birkaç kadın oldu, kız, her ne denirse." Burnunu çekti. "Annem, Hale, Nida ve Minel. Nida gitti, koruyamadım, cinayet olduğunu bile şimdi..." Çenesi titredi, bunu Nida'yı kaybettiği ilk zamanlar duysaydı çok daha büyük bir tepki vereceği kesindi ancak şu an da berbattı, her şeyi yeni baştan yaşıyordu sanki.

"Minel de gidiyor. Onu da koruyamadım, koruyamadık. Doktorun suratını gördün, Gökhan'a 'Dayanacağız.' dedim. 'Bir şey olmayacak, olsa bile yaşamaya devam edeceğiz.' dedim ama... Çok zor baba, dayanılmıyor. Nida'ya dayanamıyordum, şimdi Minel eklenecek. Biz nasıl... 'Amcacım...' diye dolanıyordu ortalıkta, adım sesleri bile... Baba biz... Biz nasıl dayanacağız?"

Raif bilmiyordu bu sorunun cevabını, aynısını düşünüyordu saatlerdir. Bir şey olursa kendisi kaldıramazdı, atlatamazdı ki çocuklarına destek olacaktı.

"Bunları düşünmeyelim oğlum, Allah'tan ümit kesilmez."
Sesindeki dinçlik kayıptı Raif'in, altmış yaşını geçkinliği hiç olmadığı kadar belli ediyordu kendini, Nida hastanedeyken Engin'in "Onu koruyamadım." demesine neden olan vicdan azabını geçirmek için seferber olmuştu bütün Aktunalar fakat söz konusu Minel -ailenin en küçüğü, bebeği- olunca herkes vicdan azabıyla kıvranıyordu, destek olamıyorlardı birbirlerine, bunun bilincine varmanın verdiği yaşlılıktı bu.

"Dede, amca..." Kuzey'in koşarak ve onlara seslenerek gelişi ayaklanmalarına neden oldu, sakinliğinden eser kalmayan Raif "Ne oldu?" diye sorarken hastaneye koşmaya çoktan başlamışlardı.

"Gökhan amcama bir şey oldu, doktor 'Kalp krizi gibi gözüküyor.' dedi ama..." Devamını getiremedi yirmi yaşındaki çocuk; son günlerde olanlar onun da olgunluğunu, sakinliğini kaybetmesine yol açmıştı. Babasının kolunun altına sığınma fırsatını bulduğu an ağlayacaktı.

"Ne demek kalp krizi?" Engin koşuşunu hızlandırdı, sadece bir dakika içinde asansöre binip yukarı çıkmışlardı, Gülten'in sesine doğru ilerlediler. "Lütfen açık olur musunuz? Neyi var oğlumun?"

"Şu an kesin bir şey söyleyemem ama kalp krizi gibi duruyor. Gerekli tetkikleri yaptıktan sonra sizi bilgilendireceğiz, şu anlık hayati bir riski yok."

Engin derin bir nefes aldı, terleyen alnını koluyla sildikten sonra yere çöktü. Kuzey Hakan'a sarıldı küçük bir çocuk gibi, babası saçlarını okşarken sessizce ağladı güçlü durduğu tüm zamanların gözyaşlarını akıtırcasına. Gülten Engin'in yanına oturdu, Raif ikisini birden teselli etmeye çalıştı.

Koridorun iki tarafına, Gökhan'ın alındığı müdahale odasına ve Minel'in yattığı yoğun bakımın önüne, bakılınca görülüyordu Aktunaların nasıl bir enkaz olduğu.

İntikamını almıştı Kubilay Fırat, hiçbir suçu olmayan insanlardan intikamını almıştı. Üç yaşındaki bir kız çocuğunu ve babasını mahvetmiş, o mahvolmuşluğu tüm aileye yaymıştı.

 

Loading...
0%