Yeni Üyelik
26.
Bölüm

🐣59🐣

@imposiblety

Imposiblety'den

Tahtanın önünde bir şeyler anlatan, soru soran matematik öğretmenine odaklanamıyordu Doruk. Okullar başlamıştı. Doruk, Arda ve Ayaz da anne babalarının zoruyla gönderilmişlerdi sınıflarına Kuzey üniversitede olduğu için geç başladığından bu zorunluluktan kurtulurken.

Gözlerini sıvazladı çocuk, üniversite sınavı vardı bu sene, dikkat etmeliydi ancak yapamıyordu. Minel hastanedeydi, doktorun atlatmasının zor olduğunu söylediği ilk günü atlatmıştı fakat uyanmamıştı. Hayati riski hâlâ devam ediyordu, entübe edilmiş bir şekilde yatıyordu yoğun bakımda öylece.

"İyi misin?"

Sıra arkadaşının anlayışlı bir sesle sorduğu soruya başını salladı geçiştirircesine. Haberlerden herkes biliyordu Aktunaların inci tanesinin hastanede olduğunu, canı için mücadele verdiğini.

Teneffüs zili çaldığında derin bir nefes aldı, çok sevdiği öğretmeninin sesi bile mahvediyordu onu, başı çok ağrıyordu gün boyunca okulda, gece yarısına kadar da hastanede olduğu için. Hakan oğullarını ve yeğenlerini bu rutinden uzak tutmaya, omuzlarındaki yüklerden birazını almaya çalışıyordu ancak kendisi bunca sorumluluğun, olumsuz duygunun altında ezilirken başaramıyordu.

Ayaklandı Doruk. Hem kantinden kahve alacak hem de Arda'yı kontrol edecekti, yan okuldaki -aynı kolejin lise ve ortaokul kısımlarındaydılar- Ayaz'a da öğle arasında bakıyordu, fevriliği Gökhan amcasına benzeyen Ayaz'ın yorgunluğunun da etkisiyle buluttan nem kapması ve bir kavgaya karışması ihtimali yüzünden diken üstündeydi çocuk.

Alt kata inerken ve bir gözünü ovuştururken birisi omzuna çarptı sertçe. Doruk elini kaldırdı hemen. "Pardon." dedi kibar ama yorgun bir edayla. Hatalı olan kimdi meçhuldü ama kendisi olması olasıydı, dikkati bariz bir şekilde dağınıktı.

"Önüne baksana."

Derin bir nefes aldı Doruk, yavaşça arkasını döndü, aynı dönemde olduğu ve yıldızlarının pek barışmadığı çocuğa baktı. "Pardon, dedim. Ne yapmamı bekliyorsun?" Alttan alacak veya şakaya vuracak tahammül seviyesinde değildi.

"Önüne bakmanı mesela."

On sekiz yaşındaki Aktuna'nın sabrı sınanıyordu, bir öfkenin boğazına tırmandığını hissederken Hakan'ın gülüşünü gizlemek için dudak kenarına yaptığı gibi yaparak alnını kaşıdı başparmağıyla. "Ben seninle uğraşamam." Bıkkındı, Minel hastanedeyken bu tiplerle mi vakit kaybedecekti? "Sen de benimle uğraşma."

Arkasını döndü, uzaktaki Arda'yı görünce adımlarını hızlandıracaktı ki yine durdu, diğer çocuk gitmeye niyetli değildi sanki, sert bir cümle kurmuştu zira.

"Ne olduğu belirsiz bir kız için mi bu tantana?"

Ne olduğu belirsiz bir kız...

"Ne diyorsun sen?" Sesi yükselmişti Doruk'un anında, az önce açtığı mesafeyi kapattı, içinde şimşekler çakan koyu mavilerini çocuğun gözlerine dikti. "Tekrar et söylediğini, ne dedin?"

Çocuk ciddileşmedi, omuzlarını silkerken "Yalan mı?" dedi kaşlarını kaldırarak. "Tüm ailelerin dilindesiniz, farkında değilmiş gibi davranma. Bir anda bir kız çocuk çıktı ortaya, üç ysşındaymış bir de." Güldü. "Bu kadar mı istiyordunuz ailenizde bir kız olmasını? Ne olduğunu bilmediğiniz bir kızı evlatlık aldınız. Sokaktan falan mı topladınız bu arada, nasıl oldu yani o iş?"

Doruk şu an sinirleri bozuk olmasaydı bu denilenler karşısında yalnızca karşısındaki çocuğa acırdı. Masum bir çocuk hakkında böyle konuştuğu için, bir çocuğu evlatlık almayı yapılmayacak, ayıp bir şey olarak gördüğü için acırdı. Umursamazdı bir de, Minel gerçekten kuzenleriydi fakat öyle olmasaydı dahi Doruk babasına yalvararak onu nüfuslarına aldırmayı planlıyordu zira o kıvırcık saçları gördüğü andan itibaren inci tanesini bir yetimhaneye terk etmeleri düşünülemezdi. Fakat şu an... Şu an öfkelenmişti. Kız kardeşi yerine koyduğu ufaklık kalbinin atmaya devam etmesi için uğraşırken kendini bilmez birinin bu laflarına o kadar kızdı ki şakakları zonkladı.

"Git, daha da sinirleneceğim, git." Omzundan itti çocuğu, arkasını dönmek ve onun yüzünü görmemek istedi ancak ayakları yere çakılmış gibiydi.

"Kimi ittiriyorsun lan sen?"

Bir yumruk yanağında patladığında ve ağzına bir kan tadı dolduğunda afalladı Doruk, hafifçe sendelemişti, birisi onu kolundan tuttuğunda başını kaldırdı, Arda'ydı. Arda gözlerini yanağında dolaştırarak "İyi misin abi?" diye sorduğunda başını salladı; soğukkanlı bir şekilde doğrulduktan sonra merdivenlerden yeni inen, güvendiği bir arkadaşına baktı. "Arda'yı yanına alır mısın?"

Arkadaşı Arda'yı çektiğinde kendisine yumruk atan çocuğa döndü, boynunu esnetti ve bir anda, çok sert bir yumruğu onun çenesine geçirmek için elini kaldırdı. Çocuk bu hareketi beklemiyordu her zaman sakin olan Doruk'tan, gözlerini sıkıca yumdu ama beklediği darbe gelmedi, sessizlik uzayınca gözlerini araladı, Doruk'un mavi gözlerinde az önceki yıldırımların sonucu olarak meydana gelen alevlerle karşılaştı.

"Elimi kaldırmamla bile korkuyorsun ama gelip bana sataşıyorsun." Çocuğun gömleğinin yakalarını parmak boğumlarının bembeyaz olmasına neden olacak kadar sıkıca kavradı Doruk, aralarındaki boy farkını kullanarak üzerine eğildi sırtını merdiven korkuluğuna yaslarken.

"Minel benim kuzenim, öz kuzenim. Öz olmasa da bir şey değişmezdi ama öz kuzenim. Senin on sekiz sene boyunca sevildiğinden daha çok seviliyor ve bunu birkaç ayda başarıyor diye, el üstünde tutuluyor diye kuyruğuna basılmış gibi davranmayı bırak. Kendini komik duruma düşürüyorsun. Bu arada dua etmeyi de unutma, babam her zaman sakin kalmam gerektiğini öğretmeseydi şu an böyle konuşuyor olmazdık. Konuşuyor olmazdık daha doğrusu. Şimdi sınıfına git; akşam ailenden yiyeceğin azarı ve elinden alınacak arabanı, okuldaki futbol takımından nasıl atılacağını düşünüp ağla. Sende o ağlama potansiyelini görüyorum, sabahtan beri zırlıyorsun çünkü."

Çocuğu merdiven korkulukları yüksek olduğu, korkulukların arasına kalın bir ağ gerildiği halde ittirmedi, yakalarını sertçe bıraktı sadece. Bu tarz kibirli bir insana vereceği en büyük cezanın onun egosunu insanlar önünde ayaklar altına almak olduğunu bilecek kadar zekiydi.

"Bu arada..." diye ekledi arkasını dönmeden hemen önce. "Benim kız kardeşim hakkında en ufak bir şey daha söylediğini duyarsam bu okuldan da, İstanbul'dan da gidersin. Söz konusu Minel'se Aktunaların yapacaklarının bir sınırı yok, bunu o küçük beynine kazı."

İlk başta bir kavga çıkacağından endişelense de şu an sakince bir köşede, onu emanet ettiği arkadaşının yanında durarak onu izleyen Arda'ya baktı Doruk. Tebessüm etti öfkenin etkisi hâlâ parmaklarında gezmiyor ve bir karıncalanmaya neden olmuyormuş gibi. "Gel abim, kantine gidelim. Derse biraz geç gireriz."

Arda uyum sağladı, kuralları son derece dikkate aldığı anlardan birinde değildi. Sessizce abisini takip ederken "Kendini kontrol edebilmen takdire şayandı." diye mırıldandı. "Seninle çok gurur duydum." Doruk gülümseyip ona bakınca utandı, gözlerini kaçırdı.

Kantine girdiklerinde teneffüsün sonu olması nedeniyle dışarı akın eden bir kalabalıkla karşılaştılar. Boşalan masalardan birine oturdular, büyük ekran televizyon karşılarındaydı, sabah haberleri açıktı ve spikerin hakkında yorum yaptığı haber son günlerin gündemini oldukça meşgul eden adamla alakalıydı: Kubilay Fırat.

Bellek bulunduktan bir gün kadar sonra kıskıvrak yakalanmıştı. Egosu onu ele veren şeydi. Minel'in denize atılışını bizzat görmek için son ana kadar beklemiş, tüm aileler Raif'in ricasıyla denize açılınca Minel'in tutulduğu tekneye gitmesinin çok dikkat çekeceğini düşünerek kız çocuğunun ölüm talimatını evindeyken vermişti. Elginler Minel'i bulur bulmaz polise haber verince ve Minel'le birlikte denize atılması planlanan ancak plan değişikliği sonucu teknede kalan bellek ortaya çıkıncaysa kaçamamıştı.

Raif ve Hakan yargılanmasıyla ilgileniyorlardı Kubilay Fırat'ın, en iyi avukatlar tutulmuştu ama buna gerek bile yoktu, her şey ortadaydı, adam tüm suçlarını videoda itiraf etmişti.

"Ayaz'ı çağırsak gelebilir mi?"

Arda'nın kısık bir sesle sorduğu soruyla televizyona bakmayı bırakıp sıkıntılı bir nefes aldı Doruk. "Gelir ama kavga eder güvenlikler sıkıntı çıkarırsa, çağırmayalım şu an, siniri bozulacak."

"Haklısın."

Kalabalık, kantinden iyice gittiğinde Doruk ayaklandı. Arda'ya bir filtre kahve getirirken kendisine de sütlü, şekerli bir kahve aldı. Ayılmak için sabah kahve içmişti, bu seferkini kafasını biraz dağıtmak ve kantinde boş boş oturmamak için alıyordu.

"Amcamla konuştum."

"Gökhan amcamla mı?"

Başıyla onayladı Arda. Minel'in yanından ayrılmadığı için Kubilay'ı bile boşveren, doktorlardan izin alabildiği her an yoğun bakıma girip Minel'le konuşan ve ona masal okuyan, şarkı söyleyen amcaları ilk baştakinden daha iyiydi. Artık ümidi vardı, inci tanesi ilk günü atlatabildiyse onlara tamamen dönebilirdi, inanıyordu buna.

"Bugün Uyuyan Güzel'i anlatacakmış."

Doruk istemsizce güldü, eksikti gülüşü. "Belki üzerine alınır." dedi Minel'i kastederek. "Alınır da uyanır."

"Umarım."

Bir sessizlik oldu aralarında, ikisinin de derse girmeye niyeti yoktu, geç girmek de masaldı artık. Kolejde okuyorlardı, öğretmenler de biliyordu olanları, sıkıntı çıkmazdı.

"Salmıyor ya, abimler burada işte. Onlara geldim, ne yapabilirim ben senin lisende?"

Ayaz'ın sesini duyduklarında şaşkınca başlarını kaldırdı liseli ikili. Kıpkırmızı bir suratla geliyordu sekizinci sınıfın ilk günlerinden bir kar tanesi kadar dahi zevk almayan çocuk. Çantasını sandalyeye attı, kendini de başka bir sandalyeye.

"Güvenlik salmıyor, annemin haberi var, müdürün haberi var ama güvenlik salmıyor! O salıyor, buraya geliyorum, buradaki içeri salmıyor! Ben ne yapabilirim? Kafa dinlemeye geldim, ne yapacağım? Hastaneye de gidemiyoruz zaten, Hakan dayım geri gönderiyor, hepsi dert!"

Doruk ve Arda sakince dinlediler, Ayaz'la Minel'in bulunuşuna kadar olan altı günü ve onun yoğun bakımda olduğu dört günü beraber geçirmişlerdi, artık alışkınlardı bu hallerine. Kendisine, Minel'i bu hale getirenlere olan sinirini rastgele olaylardan çıkarıyordu çocuk. Tişörtü takıldı diye bir kapıyı tekmelediğinde daha net anlamışlardı.

"Kahve ister misin?"

Afalladı Ayaz. "Ne?" diye sordu kafası karışmış bir şekilde.

"Kahve? Kahve ister misin abim?"

Derin bir nefes verdi. "Olur."

Doruk Ayaz için de sütlü, şekerli bir kahve aldı. Masaya geri döndüğünde "Sağ ol." diye mırıldandı Ayaz. Sıcak kahveden bir yudum aldı, öfkesi geçer geçmez endişeleri geri gelmişti, belki de bundandı her şeye parlaması. "Bir değişiklik var mı?" Arda'ya baktı, onun Gökhan'ı aradığından emindi.

"Hayır."

Sessizce oturdular dakikalar boyunca, zilin çalmasına birkaç dakika varken Ayaz teneffüsün gürültüsünde telefonla konuşmak istemediğini ama haber almadan da rahat edemeyeceğini hatırlayarak telefonunu çantasından çıkardı. "Engin dayımı arayacağım." Çocuklara en detaylı bilgiyi veren o oluyordu genelde, bu konuda oldukça anlayışlıydı.

Telefon iki çalıştan sonra açıldı. "Efendim Ayaz?" Engin'in sesi normal, yorgun tonundan uzaktı. Ayaz'ın kaşları çatıldı anında. "Bir şey mi oldu?" derken sırt çantasına uzanmıştı çoktan.

"Oldu, çok güzel bir şey oldu!" Ayaz "Oldu." dendiğini duyar duymaz ayağa kalkmıştı, Arda ve Doruk da onu izleyip hızlı bir endişeyle ayaklanmışken Ayaz'ın cümlenin ikinci kısmında durmasıyla durdular. "Entübe değil artık, nefes alabiliyor! İyiye gidiyor durumu! Uyanacak Minel, uyanacak inci tanemiz!"

Ayaz yerine geri oturdu, daha doğrusu düştü. "Gerçekten mi?" diye sordu zayıf bir sesle, Minel'in şaşırınca "Geyçekten mi?" diye soruşu gibi.

"Gerçekten oğlum, gerçekten!" Engin'in sesi de belli ediyordu doğru söylediğini, büyük bir neşe vardı kelimelerinde. Yerinde duramıyordu.

Ayaz telefonu kapattı, Doruk ve Arda hâlâ daha endişenin etki alanındaydılar, Doruk diz çöktü. "Ayaz, abim, ne oldu?" diye sordu çocuğu sarsarken. "Minel'e mi bir şey oldu? Ayaz? Cevap ver abim." Arda elini yakasına götürdü, nefesi daralmaya başlamıştı alabilecekleri cevabı düşünürken.

"Entübe değil artık, nefes alabiliyor."

Ayaz'ın mırıltısı afallattı Doruk ve Arda'yı, Ayaz bu hallerini görünce durgun yüz ifadesini bozdu ve yüksek bir kahkaha attı. "Nefes alabiliyor abi! Nefes alabiliyor! İyileşecek yakında, gitmiyor işte!"

Doruk bir anda fırladı ayağa. "Lan, ciddi misin?" diye sorduktan sonra cevabı beklemedi. "Yaşasın be! Allah'ım şükürler olsun! Nefes almayı başarırsa uyanır, uyanır! Arda, Minel yaşayacak abim!" Arda da güldü, bir yandan da ellerinin tersiyle gözlerini kuruluyordu.

"Abi, abi!.." Doruk koşarak kantindeki bıyıklı adamın yanına gitti. "Bana..." derken heyecandan yerinde duramıyordu. "Sat, bir şeyler sat. Kutu kutu alacağım. Çikolata, kek, ne olursa... Abi, hadi. Acelem var, acelem!"

Kantinci Doruk'u tanıyordu, sonradan para getirirdi. Bu yüzden bir şey demeden iki kutu çikolatayı arka kısımdan getirip Doruk'un önüne bıraktı.

"Hadi, siz de gelip alın. Dağıtacagız."

Doruk'un söylediği üzerine Ayaz ve Arda da ikişer kutu kaptı, zil de çalmıştı. Merdivenleri koşarak çıkarken karşılaştığı tüm insanların eline çikolata tutuşturuyordu önden giden Doruk. "Minel için, kuzenim, iyileşiyor!" diye açıklama yapıyordu bir de.

"Hocam, hocam, siz de alın! Çikolata, Minel için!"

İkinci dersine girmediği matematik hocasına iki çikolata verdi, adam tuhaf tuhaf baktı Doruk'a, daha sonra dayanamayıp güldü. "Aslına dönüyorsun Doruk."

"Tabii hocam, Minel iyileşiyor! Niye dönmeyeyim aslıma? Hocam, Su Hocam, siz de çikolata ister misiniz?"

.
.
.

Gökhan iki gün önce ekstübe edilen, artık kendi nefes alabilen ama yeşillerini açmayan kızına baktı. Elini tuttu, artık orada değildi bebek şampuanı kokusu ama yine de derin bir nefes alarak öptü o eli.

"Neden uyanmıyorsun güneşim? Çok özledim seni."

Sönen buklelerini geriye itti, alnından öptü yavaşça. Doktorlar durumunun iyiye gittiğini, her an uyanabileceğini söylüyorlardı ama Gökhan'ın endişesi hiç geçmiyordu. Kızını kolları arasında uyutana, daha sonra onun gülüşüyle, öpücükleriyle veya tavşanıyla konuşmalarıyla uyanana ladar da böyle hissetmeye devam edecekti.

Minel'in yattığı yatağın yanına dezenfekte ettikten sonra koyduğu tavşana baktı, gözü gibi bakmıştı bir bu oyuncağa bir de Kedi'ye. Her gün Kâmil'i evine göndermiş, Kedi'yi hem yedirmesini hem de onunla en az bir saat oyun oynamasını söylemişti. Kendisi de Kedi'yi saat başı kulübedeki kameradan kontrol etmişti.

"Hepimiz çok mutlu olduk senin iyileşmeye başladığını duyunca. Bekliyoruz seni bebeğim, uyan artık." Emir verir gibi olduğunu fark edince ekledi, duymayacak olsa bile kaba davranmazdı kızına. "Lütfen."

Bir süre yüzünü izledi meleğinin, vakti boldu, doktor artık daha uzun süre veriyordu. Elini öptü, saçlarını okşadı.

Kenara koyduğu resimli, kalın kapaklı masal kitabını aldı ardından. Masalları kendine göre değişse ve her birini bir baba kız hakkında yapsa bile kitaplar yanındaydı, resimleri kızına gösteriyordu biriciğinin göz kapakları kapalı olmasına rağmen.

Resimleri işaret ederek, ara sıra masalın kelimelerine bakıp nasıl bir değişim yaptığını hatırlamaya çalışarak son sayfalara kadar geldi. İlk kez ona burada masal anlattığında Minel'in "Ne?" diyerek araya girmemesi, karakterler hakkında yorum yapmaması kalbini sızlatsa da alışmıştı artık yalnızca kalp atışlarının cihazdaki yansımasını duymaya.

"Kral kurbağa olarak kalabilirmiş."

"Sonya noymuş?"

Zayıf, çok zayıf ama oldukça tanıdık bir ses duyunca duraksadı Gökhan. Zihnindeki hatıralardan biri olmasından korktu bunun, yutkundu, yavaşça kaldırdı gözlerini. Minel kısık göz kapaklarının arasından onu izliyordu.

"Babacığım?"

Titrekti Gökhan'ın sesi, inanamıyordu çünkü. Uyanmış mıydı Minel? Gerçekten açık mıydı o güzel gözleri?

Kitabı yatağın üzerine bırakıp ayaklanırken ellerini nereye yerleştireceğini bilemedi, buklelerine uzandı inci tanesinin. "Babacığım?" diye tekrar etti.

Minel yorgundu, nerede olduğunu da anlamamıştı ama babasını görmek ona yeterdi, gülümsedi bitkince. "Mineycim?"

Gökhan Minel uyanık olmasaydı hıçkıra hıçkıra ağlardı.

Yanlış bir şey yapmaktan, meleğinin sağlığını tehlikeye atmaktan o kadar korkuyordu ki adam sarılamadı bile kızına. Yalnızca titreyen ellerini yanaklarına yerleştirdi, başparmaklarını çöken göz altlarında gezdirdi. "Günaydın güneşim." diye fısıldadı, sesli konuşursa ağlayabilirdi. "Günaydın meleğim."

Minel "Günaydın." diye mırıldandı. Babası doktorlara haber vermek için geri çekilince etrafına bakındı. Bembeyaz bir odadaydı. Kolunda bir iğne vardı yatağının üzerinde bir masal kitabı durur, yanındaki komodin benzeri eşyadan tavşanı göz kırparken.

"Ben şimdi koridora çıkacağım, doktorlara haber verip döneceğim hemen, tamam mı güzelim? Seni yalnız bırakmayacağım."

Başını salladı inci tanesi, babasına güveniyordu, Gökhan onu bu bol ışıklı odada yalnız bırakmazdı.

Gökhan içeri girince kızıyla baş başa kalmak istediği için yoğun bakım camındaki perdeyi kapatıyordu, bu yüzden koridordaki Raif Minel'in uyandığını görmemişti.

"Gökhan, oğlum, ne oldu?" Adam Gökhan'ı telaşlı görür görmez ayaklanmıştı, kız çocuğunun durumu iyiye gitse bile diken üstündeydi, yine kötüleşmesinden ve kendi başına nefes alamayacak hale gelmesinden ödü kopuyordu.

"Uyandı!"

Koridorun başından ellerinde kahve dolu kağıt bardaklarla gelen Hale ve Engin duydukları kelimeyle, üstüne bu kelimeyi tanıdık bir sesin oluşturmasıyla koştular o tarafa doğru. "Uyandı mı?" diye sordu Engin, Gökhan'ın elini sensörüne tutarak açık kalmasını sağladığı kapıdan inci tanesini görmeye çalışır ancak yatağın konumu dolayısıyla pek başarılı olamazken.

"Uyandı abi, uyandı!" Gökhan'ın mavileri cidden doldu bu sefer, Engin de aynıydı. Birbirlerine doğru atılıp sımsıkı sarıldılar, Engin Gökhan'ın sırtına vururken gözlerini tavana kaldırıp ağlamamaya çalıştı.

Kardeşi kaybetmemişti.

Engin ve Gökhan ayrıldığında Hale girdi küçük kardeşinin kolları arasına, Raif Gökhan'ın omzuna vurduktan sonra arkasını döndü doktora haber vermek için, ıslanan gözlerini iyice uzaklaşıp çocuklarının görmeyeceğinden emin olduktan sonra sildi.

"Sana demiştim, Minel'in güçlü olduğunu söylemiştim."

Gökhan başını salladıktan sonra ablasının saçlarından öptü, sevincini yansıtamıyordu doğru düzgün. Çocuklar gibi bağırıp çağırmak istiyordu koridorda, Minel uyanmıştı!

İnci tanesinin beklediğini hatırlayınca Hale'den ayrıldı günlerdir ilk kez bu kadar canlı gözüken adam, onunla büyümüş olan kadın anladı kardeşinin Minel'in yanına gideceğini. "Perdeyi aç!" diye seslendi arkasından, içeri girmelerinin Minel'e zararlı olmadığından emin olsa şu an Gökhan'ın peşinden koşar ve bebişini öpücüklere boğardı.

"Geldim babacığım, geldim." Gökhan bir kez daha Minel'in yeşillerini görünce anladı bu yaşadıklarının rüya olmadığını. Yutkunarak geçirmeye çalıştı boğazındaki düğümü, burnundaki sızlamayı, gözlerindeki yanmayı. İşe yaramamış olacak ki "Babacım..." dedi inci tanesi. "Neden ağyıyoyşun?"

Ağlamak üzere olan birine "İyi misin?" diye sorulması gibi bir olaydı bu yaşanan, omuzları çöktü Gökhan'ın, kızının yanında en zayıf kaldığı an buydu, birer damla yaş akarken gözlerinden başını iki yana salladı. "Hiç bebeğim, hiç. Ağlamak istedim sadece."

"Hiç bebeğim, hiç. Ağlamak istedim sadece." demişti "Seni kaybedeceğim, hayatıma giren mucizeyi bu kadar erken kaybedeceğim diye aklım çıktı. İlk geldiğin zaman senin yüzüne bile bakmadığımı, ayaklarının üşüyüp üşümeyeceğini düşünmediğimi, sana gülümsemediğimi hatırladım ve korktum, senin değerini bilmediğim için seni kaybederim diye korktum. Sensiz nefes alsam bile yaşıyormuş gibi hissetmezdim babacığım, şimdi yaşıyorum." demek yerine.

Doktorlar geldiğinde de Gökhan bir an bile bırakmadı Minel'in elini. O sedyede elleri koptuğunda ve Minel'e müdahale edenlerin "Nabız alamıyorum." dediklerini duyduğunda o an zihninden hiç silinmeyecek, parmaklarındaki o boşluk hiç dolmayacak sanmıştı fakat yanılıyordu, şu an tüm o karanlık anlar gözünde bir hiçti; hayatına tekrar doğmuştu güneş, güneşi.

Gökhan "Her şeyi normal, çocuk servisine sevk edeceğiz." denildiğini duyduktan sonra daha dinlemedi doktorları, detayları doktorları koridorda bekleyen Raif'e bıraktı, günlerdir çürüttüğü sandalyeye çöktü.

"Nasıl hissediyorsun biriciğim? İyi misin, iyi misin bir tanem?"

"Hıhı." Serum takılı olmayan elini kaldırıp buklelerini itmeye çalıştı Minel, Gökhan ona yardımcı oldu. Her hareketini, her mimiğini o kadar özlemişti ki...

"Şey... Noydu babacım? Neden... Neden... Buyaya... Buyaya geydik?"

Mutluluk rengi gözlü adam kızına ne kadar dürüst olabilirse o kadar dürüst olacaktı. "Sana verdikleri şey maydanoz değilmiş." dedi yavaşça. "Hastalanmana neden olan bir otmuş, o yüzden buradayız güzelim." Hızla ekledi. "Ama şimdi iyisin, çok iyisin." Alnından öptü. "Şükürler olsun ki iyisin bebeğim benim."

Derin bir nefes aldı kız çocuğu, o nefes sesi gözlerini yaktı Gökhan'ın. Bir daha duyamayacağını düşünmüştü, meleğinin toprak olacağını... Birkaç gün önceye şu an bakınca şaşırıyordu nasıl delirmediğine veya o "kırık kalp sendromu" denilen şeyin nasıl tekrarlamadığına.

"Baba?" Gökhan'ı inceliyordu Minel. Adam uzayan sakallarını, bıyıklarını ve saçlarını kesmişti inci tanesi kendi başına nefes almaya başlar başlamaz çünkü uyanınca meleği o bitkinliğinin etkisiyle uzun sakallı halini tanıyamaz diye korkmuştu. Haliyle yüzü o bağlamda eskisi gibiydi ama garipsiyordu kız çocuğu, bir tuhaflık vardı.

"Efendim çiçeğim? Söyle. Söyle güzeller güzelim."

"Şey..." Elini kaldırdı yorgunca; babasının uzun, gür, siyah kirpiklerine dokundu. "Yüsün faykyı oymuş."

Gökhan anladı Minel'in ne demek istediğini, tebessüm etti. "Zayıfladım biriciğim, o yüzden." İki üç haftada cılız birine dönüşmemişti fakat yapısının belli bir kısmını elbette ki kaybetmişti, doğru düzgün yediğini veya spora dair hiçbir şey yaptığını hatırlamıyordu.

"Neden?"

"Sen hastalanınca..." Bakışları hâlâ Minel'in yüzündeydi ama dalgınlaştı göz bebekleri, kalbi mengeneye alınmış gibi oldu yine. "Korktum. Sana bir şey olacağını düşündüm, bu yüzden yemek yemek istemedim. Bana ben uzaktayken yemek yemek istemediğini, canının sıkıldığını söylemiştin; hatırlıyor musun?" İnci tanesi başını sallayınca devam etti Gökhan. "Benim de canım sıkıldı."

"Şey... Kötü yüya... Yüya göydün. Öyye mi koyktun?"

Kızının kâbuslarını hatırlamasına zerre kadar şaşırmadı Gökhan. Hem hafızası çok güçlüydü meleğinin hem de nasıl ki Gökhan onun hakkındaki en ufak şeyi bile aklında tutmaya çalışıyorsa Minel de ona karşı öyleydi.

"Evet babam, öyle korktum."

Minel babasını arabada kâbusları konusunda rahatlatırken söylediklerini hatırladı, gülümsedi. "Dedim ki... Biy şey oymadı." Gülüşü büyüdü, bitkin yeşillerine ufak bir parıltı yerleşti. "Oymadı babacım, göydün mü?"

Gökhan az kalsın ölüyordu bebeğinin acısından fakat o "Bir şey olmadı." diyorsa öyleydi. "Evet." dedi elini öptükten sonra. "Evet, olmadı."

Gökhan Minel'le konuşurken, özlem giderirken haberin okula Kuzey tarafından götürülen ve küçük çocuklarmışçasına kavga etmemeleri hususunda tembihlenen Aktunalara ulaşması da pek uzun sürmedi. Engin sevincini paylaşacak yer arıyordu tıpkı polislerle, avukatlarla iletişim halinde olduğu için Minel'in uyandığını hastanede olmasına rağmen sonradan duyan Hakan'a bu haberi ulaştıran Hale gibi.

"Efendim amca?"

Geniş bahçeleri bir duvarla ayrılan ortaokulun ve lisenin önünde bekliyordu Kuzey; Doruk, Arda ve Ayaz okula girmek üzereyken telefonun çalışını duyar duymaz geri dönmüşlerdi güzel bir haber alacakları ümidiyle.

Engin giriş kısmını atladı hastane serüvenlerinin, hatta gelişmeyi de es geçti. Direkt olarak sonucu söyledi ne kadar iyi ve olgun bir abi olduğunu son iki haftada herkese bir kez daha kanıtlamış olan yeğenine. "Uyandı Kuzey, Minel uyandı!"

Kuzey başını kaldırdı, yerdeki taşların arasında yeşeren ufacık çimenlerde olan gözleri kardeşinde ve kuzenlerinde dolanırken "Ciddi misin amca?" diye sordu, dudakları yavaş yavaş kıvrılırken sesini yükseltti. "Ciddi misin? Uyandı mı?"

"Ne, ne, ne? Uyandı mı fıstığım?"

"Şükürler olsun."

"İkiz kuralları diye boşuna demiyorum!"

Tepkilerden dolayı amcasını duyamayınca sırtını dönüp bir kulağını eliyle kapattı. "Duyamadım amca, tekrar edebilir misin?"

"Evet, diyorum. Uyandı, ciddiyim! Hatta Gökhan'la konuştu, camdan gördük! Bize de el sallayacak şimdi, cama vuracağım."

Cama tıklattı Engin, babasıyla konuşan Minel'in bakışları oraya döndü, bitkinliği camın arkasına yığılan aile üyelerini görmesini engellemişti. Yemek yemediği konusunda sitem işitmemek için gözlerinin karardığını, başının döndüğünü hiç çaktırmayan; kahve almaya giden Engin ve Hale'ye eşlik ediyormuş da kantinde yemek görünce canı çektiği için yemek istemiş gibi davranan, bu yüzden Engin ve Hale ile yukarı çıkıp Gökhan'ın Minel'in uyandığını duyurmasına şahit olmayan Gülten de oradaydı; hayatındaki en hızlı koşularından birini yaparak koridorda biten Hakan da.

Engin kısık yeşilleri görür görmez enerjiyle el salladı Gülten yaşlarını gizlemeden kocasının boynuna başını yaslar, Hakan dişlerini gösterecek şekilde gülerek bir kolunu Hale'nin bir kolunu Engin'in omzuna atarken.

Minel amcasının enerjisiyle kendini daha iyi hissetti, hatta ufak bir gülüş çıktı dudaklarından. Damar yolu açılmayan elini kaldırıp hafifçe salladı hastanede olduğu dönemi yaşamamış gibi hissetmesi nedeniyle onlara yeni kavuşuyormuş, daha bugün kötü adamların elinden kurtarılarak denizden çıkarılmış gibi bir duygu içinde filizlenirken.

"El salladı, bana el salladı! Güldü! Amcasının gülü ya, yerim seni! Bir şuradan çık da bak, nasıl ısıracağım!"

Kuzey bu cümleleri duyar duymaz emin oldu inci tanesinin uyandığından, amcasının telefon çağrısını unuttuğundan da emin olduğu için hiçbir şey söylemeye gerek duymadan sonlandırdı aramayı. "Uyanmış!" dedi büyük bir neşeyle. "Gerçekten uyanmış!"

İçinden ekledi. "Prensesim başardı, bizi bırakmadı."

Minel ekstübe edildiğinde yaşadıkları sevinç şu ankinin yanında bir hiçti. Doruk içinde göstermelik bir defter ve kalem olan mavi çantasını kollarından çıkararak havada döndürdü. Merakla kendisini izleyen güvenlik görevlisine sırıtarak sabah mahmurluğunu üzerinden atamayan bahçeye girdi. "Uyanmış! Minel uyanmış!" diye bağırdı.

"Duydunuz mu? Minel uyanmış! Yaşıyor, nefes alıyor, gözlerini de açtı! Uyanmış!"

Kuzey tebessüm etti, uyarmayacaktı kardeşini öğrencileri rahatsız etmemesi gerektiği konusunda. Bir tane inci taneleri vardı ve hayata dönmüştü, beş dakika boyunca neşelerini hat safhada yaşamak hakları olmalıydı.

Ayaz bağırıp çağırmadı ama sırıtıyordu, alaycı bir sırıtış değildi bir de. Bir kolu Arda'nın omuzlarındayken "Sonunda!" dedi çok büyük bir rahatlamayla. "Çok özlemiştim lan!.."

"Öyle kelimeler kullanmamalısın."

Ayaz ciddi olup olmadığını görmek için Arda'ya bakınca yaş dolu gözlere tezat sergilenen inci dişler çarptı gözüne. Gülüyordu Arda, Nida'nın ölümünden sonra ilk kez bu kadar büyük gülüyordu hem de.

"Uyandı Minel, başardı." Gururluydu Arda, çok gururluydu. Minel'in yaptığını herkes yapamazdı, o zehri herkes yenemezdi. "Bizim kız kardeşimiz..." diye geçirdi içinden Arda. Daha yaşayacak çok yılı, biriktirecek çok anısı olduğunu anlamış olmalıydı.

Arda sevincini bu denli sessizce yaşarken okul bahçesinde koşan Doruk'a yeterli gelmiyordu oradaki insanlar. "Buradaki herkes duydu herhalde, Minel uyandı!" Yüzü kıpkırmızı kesilmişti çantasını sallayarak bir o yana, bir bu yana koşmaktan. Büyük, modern binaya bakarken düşündü bunca sınıfı nasıl gezerek Minel'in uyandığını duyuracağını.

Aklına aniden gelen fikirle okula girdi, merdivenleri yorgunluğunu bir kenara atıp şık hızıyla çıktı ve genelde kayıp eşyaları anons etmek için kullanılan yayın odasına girdi. Daha önce burayı kullanmıştı, sistemi biliyordu, ayarladı. Sonrasında mikrofona yaklaştı.

"Değerli kolej sakinleri, ben Doruk Aktuna. Diyeceksiniz ki bu çocuk neden konuşuyor, haklısınız, o yüzden size sebebimi söyleyeceğim şimdi. Minel uyandı! Minel kim diye sorarsanız, bir zahmet bilin ama yine de sorarsanız Aktunaların inci tanesi olur kendisi! Sarı, kıvırcık saçları; yemyeşil gözleri var. Kuzenim diye demiyorum, dünya tatlısı bir şey. Bir konuşması var, kelimelerin yarısı yok! Çok sevimli lan... Her neyse, uyandı inci tanemiz! Zaten ben biliyordum uyanacağını, çok sevgi doludur, ayrılmaz bizden. Bir de üstün zekâlı, onu da söyleyeyim! Uyandı işte, o da var, onu unutmayalım. Uyandı!"

Loading...
0%