Yeni Üyelik
28.
Bölüm

🐣61🐣

@imposiblety

Gökhan Aktuna'dan

 

"Miş oydum, di mi babacım?"

 

Havluyu biraz kenara çekip öptüm saçlarından. "Sen hep missin bebeğim."

 

Hemen başını kaldırdı, büyüttüğü gözlerini gözlerime dikti. "Hayıy baba." diye itiraz etti sevimli sevimli. "Miş değiydim, kiyyiydim. Banyo yapınca... Yapınca geçti."

 

Dün doktora banyo yaptırmamın sıkıntı çıkarıp çıkarmayacağını sormuştum, doktor "Bir problem olmaz." deyince de Kâmil'den Minel'e kıyafet, havlu, şampuan ve saç kurutma makinesi getirmesini istemiştim. Bu sabah da yıkamıştım bebeğimi, çok sevinmişti buna.

 

"Öyle mi oldu?"

 

"Hıhı." Başını salladı, sıcak su yüzünden kızaran yanaklarını yavaşça öptüm. Bir yandan da onun için özel olarak aldığım, saçları daha az kırdığını söyledikleri yumuşak havluyu gezdiriyordum buklelerinde. Kıyafetlerini giydiği için acelem yoktu.

 

"Kâbusunun etkisi geçti mi babacığım?"

 

Gece ağlayarak, sayıklayarak uyanmıştı. Tekrar uyuyuncaya kadar da bana sarılmış, ağlamaya devam etmişti. Saçlarını okşamış, onu rahat ettirecek şeyler söylemiştim ama uykuluydu, dediklerimi anlamamıştı fazla.

 

"Kabuş... Kötü yüya mı?"

 

"Evet babam."

 

"Şey... Geçti. Koyktum ama gündüz oyunca... Oyunca bitti."

 

Alnından öptüm, sonra da saçlarından. İçim rahatlamamıştı, gece yine korkacaktı kesin. Pedagogla olan vakitlerimiz biraz daha devam edecekti anlaşılan.

 

Konuyu uzatmak, onu daha da üzmek istemedim. Havluyu kenara bıraktım ne yapacağımı ona söylemeden önce. "Şimdi saçlarını kurutalım, tarayalım güzelim."

 

"Önce... Şey, önce... Tayıcak mıyız, kuyutucak mıyız?"

 

"Önce tarayalım, kurutursak saçların kıvırcık olduğu için açamayabiliriz, canın acıyabilir."

 

Başını salladı, saçlarının neden ablam gibi olmadığını sorduğunda ona kıvırcık saçın nasıl bir şey olduğunu anlatıp ünlü oyuncuların kıvırcık saçlı hallerini göstermiştim. Saçlarını sevmeli, güzel olmak için buklelerini düzleştirmesi gerektiğini düşünmemeliydi.

 

Kurutma makinesini çalıştırırken "Seni çok seviyorum bebeğim." diye başladım konuşmaya. "Babalar kızlarını korur, dedim. Bu biraz yanlışmış güzelim. Seni bazen koruyamayabilirim, başaramayabilirim ama korumak için elimden gelen her şeyi yapacağım."

 

Başını göğsüme yasladı saçlarının önünü kurutmaya başladığımda. "Neden yanyışmış babacım?" Yeni uyandığı halde mayışmıştı, ne zaman saçlarını kurutsam böyle oluyordu, büyük ihtimalle uyuyakalacaktı.

 

"Çünkü güneşim, bazen her şeyi kontrol edemiyoruz. Ben seni korumak için elimden geleni yaptım ama seni benden almalarına engel olamadım. Bundan bahsediyorum inci tanem, bana güvenmeni istiyorum ama her şeyin benim elimde olmadığını da bilmeni istiyorum, her şeyi kontrol edemeyeceğimi."

 

"Şana güveniyoyum deniz babacım, denizyey kaday! Büşbükük güveniyoyum!"

 

Uykulu olmasına rağmen enerjik bir şekilde söylediği şey gülümsetti beni, alnından öptüm. "Ben de sana güveniyorum güneşim, güneşler kadar."

 

Gözlerini kırpıştırdı. "Sen bana neden güveniyoyşun? Ne yaptıkım için?"

 

Yanağını okşadım kurutma makinesini kapatırken. "Çok kibar, sevgi dolu, iyi kalpli bir kız çocuğu olduğun için; benim melek kızım olduğun için sana güveniyorum. İyi bir insan olmaya devam edeceğine, çok güzel şeyler başaracağına ve bir sürü insana sevgi dağıtacağına emin olduğum için sana güveniyorum bebeğim. Seni seviyorum."

 

Cevap vermedi, gülümsedi sadece. Utandığını biliyordum, üzerine gitmedim. Başını bana yasladığında kollarımı ona sarıp bebek kokulu saçlarından öptüm, başımı itmedi bu sefer, temiz olduğunu düşününce itirazı olmuyordu buklelerini öpmeme.

 

Gözleri kapandı saniye saniye, zaten erken kalkıyordu, bu gece de kâbus yüzünden rahatsız bir uyku çekmişti, uyuması iyi olurdu.

 

Nefesleri düzene girince rahat etsin, bir yeri tutulmasın diye başını yastığa bıraktım. Mırıldanarak döndü, büzüştü, gözlerini açacak gibi olunca saçlarını okşayarak fısıldadım. "Uyu babam, uyu güzeller güzelim, buradayım."

 

Benim Minel'e yapabileceğim sağlıklı tarifleri telefonumun sesi en kısık şekildeyken izlediğim bir on beş dakikadan sonra Hakan abim içeri girdi.

 

"Gökha..." Durdu Minel'in uyuduğunu görünce, gülümsedi bir süre meleğime baktıktan sonra, yanımdaki sandalyeye oturdu. "Banyo mu yaptırdın?" Anlamasına şaşırmadım. Oda buram buram şampuan kokuyordu, hem Minel bu saatte uyumazdı, uyuyorsa bir şey var demekti.

 

"Evet. Sen neden geldin?"

 

Derin bir nefes aldı ama kabalığım hakkında bir şey demedi, bu olaylardan sonra bana bulaşmıyorlardı fazla, şakalarla veya nasihatlerle uğraşamayacağımı biliyorlardı.

 

"Sizi görmek istedim, ufaklıkla da vakit geçirecektim ama uyuyor."

 

"Birazdan uyanır."

 

Bir sessizlik oldu, telefonuma döndüm. Kemik ilikli bir çorbanın yapılışının son aşamalarındaydı video, bir dakika kadar geri sarıp izlemeye devam ettim. Abim de başını bana yaklaştırdı, o da izlemeye başladı.

 

"Minel için mi?"

 

"Aynen, daha hızlı toparlansın diye."

 

Çorba bitince başka bir tarife geçtim, Minel'in bu yemeklere vereceği tepkiyi düşününce daha fazla izleyesim geliyordu.

 

"Baba?" Hemen başımı kaldırdım, kısık gözünü ovuşturdu. "Amca?" Başka bir şey demedi, ayılması için zaman lazımdı. Tavşanına sarılırken dizlerini kendine çekti, pencereden gökyüzüne baktı.

 

"Ne saman geydin amcacım?" Uyku mahmurluğu gitmişti. "Ben duymadım çünkü uyuyoydum. Banyo yaptım, miş oydum, uykum geydi."

 

Abim ayağa kalktı, yatağın kenarına oturup Minel'i dizine oturttu. "Evet güzelim, mis olmuşsun." dedi saçlarından, yanaklarından öptükten sonra. "Nasılsın amcam, iyi misin?"

 

“İyiyim amcacım, teşekküy edeyim. Şey… İyiyeşiyoyum, babam öyye dedi.”

 

Abim saçlarını okşadı, canımı çektirmişti, kızımı onun kucağından alıp ısıracaktım ama vazgeçtim, Minel onunla konuşmaya çok hevesli duruyordu çünkü. Hastanede fazla duramıyorlardı, özlüyordu inci tanem de onları.

 

“Evet ufaklık, iyileşiyorsun. Zaten sen çok cesur, çok güçlü bir çocuksun; iyileşmene şaşırmamamız gerek.”

 

“Geyçekten mi? Ceşuy çocuk muyum?”

 

Başını salladı abim, çok inandırıcı duruyordu, az daha ben bile inanacaktım kaçırılmadan önce bile ufak bir çıtırtı duyduğu an odama koşup bana sarılan ve ben onu sakinleştirinceye kadar kollarımdan ayrılmayan kızımın cesur olduğuna.

 

“Evet amcam, çok cesur bir çocuksun. Tabii, her zaman cesur olmak zorunda değilsin güzelim, bunu da unutma, tamam mı?”

 

“Hıhı, unutmucam. Şey… Ayyem oyduku, beni şevdiki için, için çeşuy oymayabiyiyim, di mi? Ayyem beni şeviyoy hey saman.”

 

Kaçırıldıktan sonra bu cümleleri sık sık kurmaya başlamıştı, eskisi gibi her şeyi kötüye yormaktan ve ona kızdığımızı düşünmektense “Beni şeviyoyşunuz, o yüsden, di mi?” gibi sorular soruyordu.

 

Sevildiğini biliyordu artık benim bebeğim.

 

“Tabii ki o yüzden, biz seni çok seviyoruz ve korktuğun her şeyden seni korumaya çalışacağız, bu yüzden istersen cesur olmayabilirsin, biz seni her şekilde seveceğiz.”

 

Hakan abimin Vural Elgin’in bana yaptığı konuşmadan haberi vardı herhalde, “korumak” yerine “korumaya çalışmak”demesinin nedeni buydu.

 

Meleğim mutlu oldu abimin dedikleriyle, her defasında ilk kez ona iltifat ediyormuşuz gibi seviniyordu, yerdim onu, bu halleri fazla tatlıydı.

 

Başını abime yaslayıp bana baktı ayaklarını sallayarak, gülümsediğimde el salladı çok uzaktaymışım gibi. Bozmadım, hatta ben de el salladım. Onunla çocuk olmayı seviyordum, hiçbir şeyi yapmaya utanmıyordu öyle olunca.

 

“Babam bana ey şayyadı! Göydün mü?” diye cıvıldadı abime. Tepkisini de yerdim.

 

Abim bir cevap verecekken kapı çalındı, doktor olduğunu düşünüp ayaklanacaktım ki Engin abim başını içeri uzattı. Bıkkın bir nefes vererek geri oturdum; Aktunaları azıcık tanıyorsam birazdan her biri, hatta okulda olması gereken yeğenlerim bile buraya doluşacaktı.

 

“Hoş geydin amcacım. Haya, şen de geydin! Hoş geydin hayacım.”

 

Ben ne kadar istemiyorsam gelmelerini güzelim de o kadar seviniyordu, bu yüzden doktora “Ziyaretçiler Minel’in sağlığına zarar verir.” yalanını söyletmekten vazgeçmiştim ama kararımı sorguluyordum. Kızımla rahat bırakmıyorlardı beni, hep bir kalabalık vardı.

 

Söylendim ama kimse beni duymadı, Engin abimin sesi baskındı çünkü. “Bal kızım, amcasının gülü! Bu ne şirinlik, ısırırım da doymam!”

 

Engin abim inci tanemi çekip aldı Hakan abimin kollarından, daha sonra boynundan öptü, yüzünü sevdi neye uğradığını şaşıran meleğimin gözlerini kırpıştırmasına gülerek. “Bu yüz ne, bu mis koku ne? Sen nasıl bir şeysin, oh!”

 

Ablam kenarda sırasını bekliyordu, Minel’in bana verdiği alışkanlıkla kıyafetlerini inceledim o arada. Siyah, saten, uzun, bol olmayan bir etek giyiyordu. Üzerinde de omuzlarını açıkta bırakan, bordo bir şey vardı. Artık güzelim bana “Hayamın giydiki şey…” dediğinde anlayacaktım ne demek istediğini.

 

“Ay yeter, sabahtan beri bekliyorum ama yok! Bırak yeğenimi abi!”

 

Minel’i kollarından kendine çekti, Engin abim bacaklarını tutuyordu hâlâ. Güzelim ikisi arasında kalmıştı, sandalyemde öne kaydım, düşebilirdi.

 

“Bırakmam!” diye yükseldi abim. “Bal kızımı benden koparamazsın!”

 

Kaşlarını çattı ablam, Minel’i tutmasaydı ellerini beline koyardı kesin. Klasik kavgalarından birini yaşıyorduk, derin bir nefes verdim her an ayağa kalkmak için hazırda beklerken.

 

“Çok da güzel koparırım, sen amcasısın da ben neyim abi, bostan korkuluğu mu?”

 

“Ben bunu bilemem, kimlik sorunlarınla beni uğraştırma güzelim.”

 

İnci tanem dayanamadı, gülmeye başladı. Ne komiğine gitmişti bilmiyordum ama hepimizin dikkati üzerine kaydıktan sonra da gülmeye devam etti, utandığı için yanakları kızardı ama durmadı.

 

“Bebeğim…” dedim benim de dudaklarım kıvrılırken. “Neye gülüyorsun?”

 

Cevap verecekti, öyle görünüyordu ama olmadı, abimle ablama tekrar baktığı an gülüşü geri döndü.

 

Dayanamayıp bizim de güldüğümüz bir iki dakikanın sonunda ancak duruldu, kıpkırmızı olmuştu yüzü gülmekten, bu sırada abim ve ablam onu benim kucağıma bırakmışlardı gülme krizinin devam etmemesi için. Korkuyorduk zehirden etkilenen ciğerlerinin yorulmasından.

 

“Neye güldün biriciğim bu kadar?”

 

“Çok komikti hayamya amcam, onyaya güydüm.” Kıkırdadı tekrar, elleriyle ağzını örttü. “Çocuk gibi oyduyay!”

 

Ablam önümde diz çöktü. “Evet bebeğim, çocuk gibi olduk.” Ellerini öptü inci tanemin, Minel ayaklarını sallayıp hayran hayran baktı ablama.

 

“Eybişeyeyin çok güzey haya. Üştteki yenk… Yenk çok güzey.”

 

Ablamın gülüşü büyüdü, biz aynı iltifatı etsek saçlarını savurup “Biliyorum bebeğim.” diyeceğine emindim.

 

“Sana da alırım güzelim aynısını, olur mu? Beraber giyeriz.”

 

“Oyuy.”

 

Bir sessizlik oldu, saçlarını okşayıp öptüm inci tanemin. O sırada kapı çalındı, bizimkilerden biri olduğunu düşündüm ama doktordu. “Minel Hanım, Gökhan Bey, girebilir miyim?”

 

Önceden sadece benden izin istiyordu doktor, ben Minel’in ismini benden önce söyleyerek izin almasını istemiştim bunu fark edince. Buradaki hasta Minel’di, bu oda onundu, onun adını söylemeliydi. Meleğim dikkate alındığını, buna değer olduğunu bilmeliydi.

 

“Giyebiyiyşiniz Doktoy Bey.” Abimden duymuştu bey diye hitap etmeyi, siz kullanmayı. Ondan beri böyle kibardı. Ben kabaydım, bayağı kaba bir insandım ama kızımın kibar olması hoşuma gidiyordu.

 

“Merhaba.” Hepimiz başımızla selam verdik, ayağa kalkıp Minel’i yatağa bıraktım. İtiraz etmedi biriciğim, biliyordu doktorun bize bir şeyler anlatacağını.

 

Adam bir süre elindeki dosyayı inceledi. Sürekli gelip Minel’i kontrol ediyor, bir şeyler not ediyorlardı asistanlar; onlara bakıyordu herhalde.

 

“Değerleri güzel, bir sorun gözükmüyor.” Rahat bir nefes aldım, her seferinde endişeleniyordum her gün defalarca “İyi misin?” diye sormama, gece uyanıp nefesinin düzenini kontrol etmeme rağmen.

 

İyiydi bebeğim, her şey yolundaydı.

 

“Hatta…” Gülümsedi adam, kaşlarımı kaldırdım. “Minel Hanım’ı bugün taburcu edebiliriz.”

 

Bu çok iyi bir haberdi, Minel burada sıkılıyordu çünkü. Sürekli “Ne zaman abimyeye gidicem? Ne zaman Ayas’ya oynucam? Dedemi özyedim, babanemin yemekini iştiyoyum.” gibi şeyler söylüyordu.

 

“Tabuycu… Ne demek o?” Başını kaldırdığında yanağını okşadım, tavşanının kulaklarıyla oynuyordu sorumun cevabını beklerken.

 

“Eve gidiyoruz babam, dönüyoruz.”

 

“Geyçekten mi?”

 

“Gerçekten.”

 

Sevimli sevimli güldü başını eğip. “Evimise gidiyoyuz tavşan!” diyerek açıklamaya başladı olanları elemana. “Doktoy Bey dedi. Tabıy… Şey, hayıy, tabuycu oyucam.”

 

“Çıkış işlemleri halletmeniz yeterli, iyi günler ve tekrardan geçmiş olsun.”

 

Adam odadan çıktığında telefonumu çıkardım cebimden Kâmil dışarıda dolanıyordu, ona mesaj atacaktım.

 

Kime: Kâmil

Hastane çıkış işlemlerini hallet.

 

Kimden: Kâmil

Tamam Gökhan Bey.

 

Kâmil’e zam yapacaktım, belki araba da alırdım. Hakan abimle babama avukatlarla, polislerle konuşurken yardım etmişti. Bir de hastanedeydi günlerdir, ne istesem beş dakikada getirmişti. Minel de seviyordu Kâmil “dayısını”, zam yapmam için bu bile yeterdi.

 

“Kimye konuştun babacım?”

 

Başımı telefonumundan kaldırdım. “Ne dedin güzelim?” diye sordum o an tam anlayamadığım için.

 

“Kimye konuştun babacım? Biy şey… Şey, yasdın. Meyak ettim ben. Süpyis mi yapıcakşın bana? Ne süpyisi? Haştaneden gidince diye mi? Cevap veyiy mişin baba?”

 

Derin bir nefes aldım, inci taneme tabii ki bir sürpriz yapacaktım eve dönüşü için ama ne yapacağımı ben de bilmiyordum, belli etmedim, gülümsedim. “Sürprizler söylenmez. Beklemen lazım.”

 

“Ama meyak ettim, yütfen söyye babacım. Noyuy…” Yatakta ayağa kalktı, kollarımı hızla beline sardığımda bu hareketime dikkat bile etmedi, alışmıştı. Tişörtümün yakasıyla oynamaya başladı yeşil gözlerini gözlerime dikerken. “Noyuy baba, yütfen söyye. Deniz babacım, canım babacım…”

 

Beni ikna etmek için nasıl yollara başvurduğunu, nasıl nazlandığını şaşkınlıkla izledim. Meleğimin zeki olduğunun farkındaydım, uzmanlar da bunu onaylamıştı ama beni nasıl kullanacağını bu kadar iyi keşfetmesini beklemiyordum yine de.

 

“Sen…” Avcumu yüzüne kapatıp yüzünü sevdim, sonra yanaklarından öptüm. “Sen beni ikna etmeye mi çalışıyorsun?” Geri çekildim, saçlarını sevdim, kollarını ve karnını ısırasım vardı, daha fazla direnmedim, göbeğini ısırdım tişörtün üstünden.

 

“Baba…” Kıkırdayarak itti beni, ben de güldüm. “Senin nazlanmanı yerim!” Abimlerin, ablamın odada olması umrumda değildi; meleğime sevgimi gösterecektim.

 

“Yerim ama beni böyle kandıramazsın, sürprizi vakti gelince öğreneceksin.”

 

“Tamam.” Başını salladı uslu uslu, saçlarındam bir kez daha öpüp Hakan abime baktım. “Anneme haber…”

 

“Verdim, doktordan beslenme listesini almaya da Engin gitti. Listeyi anneme atacak, annem ona göre yemek hazırlayacak.”

 

Odada gözlerimi gezdirdim, cidden Engin abim yoktu. Gittiğini fark etmemiştim.

 

“Yemek yişte… Ne o?”

 

“Şöyle bebişim…” Yatağa oturdu ablam, Minel’i önüne sırtı dönük bir şekilde oturtup saçlarını ufak ufak örmeye başladı. Hoşuna gitmişti inci tanemin, yanakları kızaracak şekilde gülümsüyordu çünkü.

 

“Sen hastalanınca yemek yiyemedin, bu yüzden baban nasıl zayıfladıysa sen de zayıfladın. Tekrar güçlenmen için sağlıklı şeyler yemen lazım. Doktor bize bu sağlıklı şeylerin ne olduğunu söyleyecek, babaannen de buna göre yemekler yapacak.”

 

“Babamı… Şey, çoyba iç yaptım. Öyye çoyba mı içicem? Buyda… Buyda yeşiy çoyba vay, öyye mi?”

 

Ablam neden bahsettiğini bilmiyordu, bana baktı. Yatağın diğer tarafına çökerken “Evet babam.” diye cevap verdim. “Öyle çorbalar.”

 

Sevinmedi ama itiraz da etmedi, sağlığı için gerekliydi o çorbalar çünkü. Bir çorbayı içmeyince, “Şevmedim, içmicem!” diye huysuzluk yaptığında ona açıklamıştım bunların onu daha çabuk iyileştireceğini. “Yemek listesi” denildiğini duyunca şaşırsa da ablamın nasıl yemekleri kastettiğini hemen anlaması bu yüzdendi.

 

“Yemeklerini itiraz etmeden yiyeceksin, değil mi güzelim?” Abime baktı, sonra gözlerini kaçırdı. Yalan söylemek istemediği için böyle yapmıştı.

 

“Güneşim?” dedim yumuşak bir sesle. Parmaklarımı çenesine koyup gözlerini gözlerime çevirdim. “Seninle ne konuşmuştuk? Yiyecektik yemeklerimizi ikimiz de, unuttun mu?”

 

“Unutmadım.” Kaşlarını çattı hafifçe. “Ama şevmiyoyum onyayı, güzey değiy! Ben iyiyeştim, tabuycu oydum, güzey yemek yiyebiyiyim.”

 

Ablam arkasındaydı, Minel onun yüzünü göremiyordu bu yüzden. Ablam fırsat bildi bunu, sırıttı. Dudaklarını oynatarak ama ses çıkarmadan konuştu. “Yiyeceğim şimdi, bu ne tatlılık ya?”

 

“Yiyebiyiyim, di mi? İştemiyoyum haşta yemeki, canım sıkıyıyoy yiyince. İştemiyoyum, güzey değiy.”

 

“Babaannenin yaptığı her yemek güzel olmuyor mu ufaklık? Sen öyle demiştin, hasta yemekleri de güzel olacak, babaannene güvenmelisin.”

 

Elini kolunu bağlamıştı abim, hayatta demezdi kötü annemin yaptığı yemekler için, gözlerini kaçırırken “Tamam.” diye mırıldandı dudaklarını büzüp.

 

Ablamın yaptığı örgülerden birini okşadım. “Senin iyiliğin için söylüyoruz babam, küsme bize.”

 

“Küşmedim babacım.” Gözlerine baktım, cidden kırılmamıştı, ayaklandım. “Kâmil’i arayacağım.” dedim koridora, kapının hemen önüne çıkmadan önce. “Çıkış işini soracağım.”

 

.

.

.

 

Imposiblety’den

 

“Abi, Doruk abi… Kalksana. Of, senin uykun da benden kötü.”

 

Doğruldu Ayaz, alnını terli olmamasına rağmen sildi koluyla. Anneannesi ve dedesinin evinde kalıyorlardı hâlâ. Normalde kendi evlerine geçerlerdi kış zamanı fakat Minel’i -kaçırılmasının etkisinden hâlâ kurtulamamış ve ölümden dönmüş kız çocuğunu- bir anda böyle bir boşlukla baş başa bırakmak istememişlerdi. O az da olsa toparlanıncaya kadar burada kalacaklardı. Hatta Doruk abisinin Gökhan ve Minel eğer kendi evlerine dönerlerse onların yanında kalmak, Gökhan kovsa bile gitmemek gibi planları olduğuna dahi emindi çocuk.

 

“Doruk abi, uyan! Hadi!..”

 

Ayaz’ın içi rahat değildi, uykuyu çok sevmesine rağmen uyuyamıyordu. Aklı inci tanesindeydi, içine bir endişe düşmüştü nedensizce, Gökhan dayısının yanında yatan kız çocuğunun nefeslerini dinlemek istiyordu bu yüzden. Bu süreçte de bir yandaşa ihtiyacı vardı olanlardan sonra çıt çıksa uyanan Gökhan’ın odasına sızmak meşakkatli bir iş olduğu için.

 

Doruk mırıldanarak gözlerini açtı, bulanık görüntünün netleşmesi için beklerken yüzünde karmaşık bir ifade vardı. Lise sondaydı, üniversite sınavına hazırlanıyordu ve geri kaldığı konuları toparlamak için inci tanesinin yanında durmadığı, aile üyelerinden herhangi biriyle konuşmadığı her an ders çalışıyordu. Haliyle yorgundu.

 

“Ne oluyor lan?”

 

Ayaz cevap vermedi, şu an bir şey söylede bile anlamazdı uykudan gözleri kapanacak be günlerce açılmayacak gibi duran Doruk.

 

Sessizliğin sürmesiyle Doruk kaderini -uyanacak olmasını- kabullendi. Gözünü ovuşturdu, zihni biraz olsun uykudan arındığında ve Ayaz’ın cidden başında dikildiğinin ayırdına vardığında hızla doğruldu.

 

“Birine mi bir şey oldu?”

 

Endişe seviyesi o kadar hızlı yükselmişti ki bir kriz anında Ayaz’ın bu denli sakin olmayacağını düşünemedi.

 

“Olmadı.” Saçlarını karıştırdı Ayaz, tutamları tamamen dağıttı. “Minel’e bakmamız lazım.”

 

Doruk sorgulamadı, ince örtüyü üzerinden atıp kalktı. Herkes her an kız çocuğunu çaktırmadan kontrol etme eğilimindeydi, kelimeleri arasında düşünmek için dahi durda herkes bir anda dikkat kesiliyor ve nefesinde bir problem olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.

 

“Amcamın yanında, değil mi?”

 

Başını salladı Ayaz, sessizce geçtiler geniş holü. Birkaç yerde antika vazolara çarpacak gibi oldu Doruk, Ayaz onu kolundan tutarak kendine çekiştirdi.

 

“Hadi, gir.”

 

Doruk Ayaz’a baktı kaşlarını kaldırıp, kendini gösterdi şaşkınca. “Neden ilk ben giriyorum?” diye fısıldadı, odanın tam önündelerdi, bu aralar fazla uyuyamayan Gökhan seslerini duyup uyanırsa veya daha kötüsü, kâbuslarla uyandığı ve sonrasında bir süre uyuyamadığı için uykusuz kalan Minel uyanırsa çok kötüydü halleri.

 

Ayaz itiraz etmek istedi ama aceleciliği ağır bastı. Kapıyı yavaşça ittirdi, menteşeler gıcırdamayınca derin bir nefes vererek içeri bir adım attı.

 

“Sessiz yürü.”

 

Peşinden gelen Doruk abisine baktı aksi aksi. “Sessiz yürümemi söylemek yerine konuşmasan daha iyi olur abi.”

 

Yatağın yanına, Minel’in uzandığı tarafa gelmeyi başardığında sessiz ancak derin bir nefesi odanın ılık atmosferine kattı on üç yaşındaki çocuk.

 

Kulağını inci tanesine yaklaştırdı fakat kızın yüzü Gökhan’ın boynunda gizliydi, nefes sesleri Ayaz’a ulaşmıyordu fazla. Böyle rahat edip uyuyamazdı.

 

İşaret parmağını dayısına değdirmemeye çalışarak uzattı, niyeti parmağını Minel’in burnunun altına tutup nefesinin nemini, hareketlenişini hissetmekti ama olmadı, Gökhan bir anda gözlerini açıp elini oldukça sıkı bir şekilde kavradı.

 

Zar zor uyumuştu adam, gözlerini kırpıştırdı elini tuttuğu kişinin kim olduğunu karanlığın ve mahmurluğun etkisiyle anlayamadığı için Diğer eliyle de Minel’in başını boynundan alıp yastığa koydu.

 

“Ne oluyor lan?”

 

Aksiydi ama oldukça kısık bir sesle konuşuyordu. Ayaz Gökhan’ın bir anda uyanmasının verdiği korkuyu üzerinden atınca “Dayı benim.” diye sızlandı, parmakları acıyordu.

 

Gökhan hemen Ayaz’ın elini bıraktı, Minel’i koruma iç güdüsüyle Ayaz’ın elini fazla sıktığının farkındaydı. Sıkıntılı bir nefes vererek doğruldu. “Doruk…” diye fısıldadı. “Babanı çağır, Minel’in yanında dursun. Ben Ayaz’ın eline bakacağım.”

 

“Tamam amca.”

 

Doruk sessizce ama hızlı bir şekilde odadan çıktı, Gökhan Minel’i yalnız bırakmak istemediği için bekledi yüzünde sıkıntı dolu bir ifade varken. Ayaz’ın elini fazla sıkmıştı, çocuk ses çıkarmasa da elini ovuşturuyordu, farkındaydı.

 

Doruk Hakan’ın odasına girdi, adam kapı sesiyle gözlerini zaten açmıştı, uykuyu çok seven ve uyuyunca pek ayılamayan oğlunu bu saatte gördüğü an uykusu tamamen açıldı.

 

“Oğlum…” Sesi pürüzlü ve şefkatliydi. “Ne oldu?” Doğruldu; komodinin üzerindeki siyah, dikdörtgen şeklindeki dijital saate baktı.

 

“Neden uyandın, kâbus mu gördün?”

 

Doruk on sekiz yaşına gelmiş olabilirdi fakat hâlâ daha çocuktu gözünde. Hiç gocunmadan ve “Sen büyüdün.” demeden, şefkate herkesin ihtiyacı olduğunu bilerek sarılırdı ona saçma bir kâbus gördüğü için bile gelmiş olsa.

 

.

 

“Baba?”

 

Hakan uyandı hemen, çocukları küçük olduğu için her ufak seste uyanıyordu artık, korkuyordu uykusu fazla derin olan ve su içmek için uyanınca gözlerini açamayıp bir yerlere çarpan Doruk’un yaralanmasından.

 

“Oğlum? Ne oldu?”

 

Doruk gözünü ovuşturdu. Lacivert, üzerinde gezegen ve roket resimleri olan pijaması ayaklarını kapatıyordu, paçalarını sürüyerek yürüdü. Yarın anaokulu vardı, uyuması gerekiyordu fakat çok kötü bir kâbus görmüştü.

 

“Kötü rüya gördüm.” Bazı harfleri yuvarlıyordu, yine de anladı Hakan ne demek istediğini.

 

“Gel.” Battaniyesini kaldırdı; Doruk yanına uzanınca çocuğun kahverengi, dağınık saçlarını okşamaya başladı. Doruk büyük bir güven hissetti, başını babasının göğsüne yerleştirdi uyuyabileceği bir şekilde.

 

“Ne gördün oğlum?”

 

“Hatırlamıyorum ama korktum.”

 

Derin bir nefes aldı Hakan, kâbusun içeriği hakkında rahatlatıcı bir şey söyleyemiyordu oğluna, hatırlamıyordu çünkü. Oğlunun bu geceyi korkarak uyuduğu bir zaman olarak hatırlamaması için ne yapabileceğini düşündü, Doruk’un eğlenceli kişiliğini göz önünde bulundurunca aklına bir fikir geldi.

 

“Kalk bakalım.”

 

“Ne?” Şaşırdı Doruk, babasına baktı ciddi olup olmadığını anlamak için ve evet, ciddi duruyordu Hakan, hatta doğrulmuştu.

 

“Bir fikrim bar. Abini de çağıralım, aile olarak yapalım ne yapacaksak.” Kuzey’i uykusundan etmek istemiyordu aslında ama gönlü razı gelmiyordu onun güzel bir anıdan eksik kalmasına.

 

“Ben uyandıracağım abimi.”

 

Doruk’un bu hayatta en sevdiği iki kişiden biriydi Kuzey, onunla ne kadar uğraşırsa uğraşsın günün sonunda yine onun yanına gidiyordu. Seviyordu ona hiç kızmayan, hep gülümseyen abisini.

 

“Abi!”

 

Kapıyı hızlıca, baskın yapar gibi açıp girdi odaya. Kuzey irkilerek uyandı, gözlerini kırpıştırırken “Ne…” diye mırıldandı mahmur mahmur. “Ne oldu Doruk?” Doruk’un telaffuzunun aksine oldukça düzgündü kelimeleri.

 

“Bilmiyorum, babamla bir şey yapacağız.”

 

Daha fazla sorgulamadı Kuzey, ayağa kalktı. O da lacivert pijamalar giyiyordu, pijamaların üzerinde sarı dolunay ve yıldızlar vardı, uyumak için bu tarz bir pijama seçmenin mantıklı olduğunu düşünmüştü dolunay ve yıldızları geceyle, uykuyla ilişkilendirdiği için.

 

Hakan Doruk’un odasında bekliyordu, ayaktaydı. Oğulları içeri girince ister istemez gülümsedi. Bu ufak insanlar fazla tatlıydılar uzun ve aynı renkteki pijamaları, karışık saçları ve mahmur ama meraklı hareleriyle.

 

“Şimdi…” Konuşacaktı fakat durdu Hakan, Doruk’a saygısızlık etmek istemiyordu. “Yanıma neden geldiğini abinle paylaşabilir miyim?” diye sordu oldukça kibar bir tonda, Doruk başını salladı.

 

“Doruk bu odada kâbus görmüş, burasının o kâbuslarla değil de güzel şeylerle dolması için önce camı açacağız.”

 

Lacivert, üzerinde gemiler olan perdeyi dikkatlice kenara çekti. Nasıl ki oğullarının evdeki eşyalara, özellikle de çalışma odasındaki dosyalara nazik davranmalarını istiyorsa kendisi de onların eşyalarına karşı öyle olmalıydı, önemli olan eşya değildi; birbirlerine saygı duymak, birinin değer verdiği nesneye aynı değeri ve özeni göstermeyi öğrenmekti.

 

“Camımızı açtık, şimdi burayı çok güzel duygularla dolduracağız. Mesela…” Düşünürmüş gibi yaptı. “Ben oğullarımı çok seviyorum!” dedi sonra coşkuyla. Kendi evlerindelerdi, evleri de müstakildi ve komşularının evleri Hakan çalışırken çocukların futbol veya basketbol oynadığı, ufacık bir ricayla babalarını da aralarına katmayı başararak gülüştükleri bahçelerinin büyüklüğü dolayısıyla uzaktaydı, rahatsız edecekleri biri yoktu, sesini yükseltebilirdi.

 

“İkisi de çok iyi kalpliler, şefkatliler, saygılılar. Onların babası olduğum için çok ama çok şanslıyım! Ben sağlıklıyım, onlar da sağlıklı. Bizi seven kocaman bir ailemiz var. Her şey yolunda, öyle olmasa bile hep birbirimizin yanında olacağız!”

 

Kuzey ve Doruk oldukça ağırbaşlı birisi olan babalarının bu hallerini gözlerini kırpıştırarak izliyorlardı, cümlelerin bittiğini anlayınca kıkırdadı Doruk. “Çok tuhaf birisin baba.” Daha sonra yatağının üstüne zıpladı hızlıca, çok daha yüksek bir sesle başladı olumlu duygularını sıralamaya. Tuhaf olmayı severdi.

 

“Ben de babamı ve abimi çok seviyorum! Bazen abime şaka yapıyorum, babama da yapıyorum ve gülüyorlar. Beraber gülüyoruz. Bu çok güzel! Çok güzel bir odam var, bir sürü oyuncak arabam var! Beraber futbol oynuyoruz, ben herkesten daha iyi oynuyorum!” Daha çok güldü, keyiflenmişti.

 

“Amcamlar var, halam var, babaannem ve dedemi de çok seviyorum! Kuzenlerim de var! Ayaz saçımı çekiyor ama olsun, daha bebek. Büyüyünce ben de onun saçını çekerim.” Abisinin ve babasının bakışlarını görünce sırıttı. “Şaka yaptım!”

 

Daha fazla konuşmadı altı yaşındaki çocuk, yatağında birkaç kez daha zıpladıktan sonra nefesleri hızlandığı için oturdu hızlıca. “Sıra sende Kuzey, hadi!”

 

Kuzey ne diyeceğini tasarlamıştı. Gülümseyerek konuşmaya başladı, sevgisini ifade etmeyi seviyordu, babası onlara sevgilerini söylemenin çok cesurca ve iyi kalpli bir davranış olduğunu öğretmişti zira.

 

“Ben de babamı ve kardeşimi çok seviyorum. Kardeşimin şakalarını da seviyorum, beni güldürüyor. Ailemin hepsini seviyorum, herkes çok iyi kalpli. Hepimiz çalışkanız, oyun oynayınca da çok eğlenceli oluyor!”

 

Doruk beğenmişti konuşmayı, şakalarının övülmesinden hoşlanmıştı. Alkışladı hemen, Hakan güldü oğullarının bu hallerine, o da alkışladı ailesini.

 

“Artık burası güzel duygularla doldu.” dedi ciddi ciddi. “Daha kâbus görmeyeceksin, görürsen de aynılarını yapacağız ve her ley çözülecek.” İçeriye daha fazla soğuğun nüfuz etmemesi için camı kapattıktan sonra Doruk’un boyuna göre olan yatağa uzandı ayaklarının dışarıda kalmasını umursamadan, kollarını iki yana uzattı.

 

“Gelin, bugün baba oğullar olarak uyuyalım.”

 

Kuzey ve Doruk adeta fırladılar babalarınım kollarının üstüne, saniyeler sonraysa saçlarında yumuşak dokunuşlar hissederek uykuya daldılar.

 

.

 

“Hayır, hatır, kâbus görmedim baba da Minel’in yanında durabilir misin? Nefesini kontrol etmeye gittik ama amcam uyandı, kim olduğumuzu anlamayınca da Ayaz’ın elini sıktı, ona bakacağız.”

 

Hakan üzerindeki ince, siyah örtüyü düzenli bir şekilde açarak kalktı. Kolunu Doruk’un omzuna atıp hızlı adımlarla çıktı odasından.

 

“Ayaz’ın elini çok mu sıktı?” Kardeşinin gücünü biliyordu, hastanedeki günler onu zayıflatmış olsa da hâlâ yapılıydı, o gücün büyük bir kısmının bu nedenle onda olmaya devam ettiğine inanıyordu.

 

“Bir tık.” diyerek çok da belirli olmayam bir cevap verdi Doruk, karanlıkta görememişti Ayaz’ın elini fakat Gökhan amcaları bir saniye bile yalnız bırakmamaya çalıştığı Minel’in yanından ayrılıyorsa ihmal edilemeyecek bir kuvvet uygulanmış demekti.

 

“Geldim.” Gökhan, Hakan abisini kapıda görünce “Yanına uzan.” diye fısıldadı. “Sayıklarsa saçlarını okşa.”

 

Hakan başını salladı, yatağı fazla hareket ettirmemeye çalışarak yattı inci tanesinin yanına. Uykusu vardı ancak uyuyabileceğini düşünmüyordu, büyük bir ihtimalle siyah perdesi biraz bile kapatılmamış pencereden gökyüzüne bakardı Minel’in ayılmaya çalıştığı zamanlarda yaptığı gibi.

 

Gökhan Ayaz’la mutfağa gitmek için odasından çıkınca Doruk da peşlerine takıldı. “Sen git abi, bir şey yok zaten.” dedi Ayaz. Yarın okul vardı, kendisi derslerde uyuyabilirdi fakat Doruk abisinin sınav senesiydi, çoğu şeyi umursamıyormuş gibi dursa da onun başarılı olmasını çok istediği için dikkat ediyordu güzel bir çalışma ortamına sahip olmasına.

 

“Yok, geleceğim.” Ayaz’ı bırakıp uyumaya gitse iyi bir abi olmazdı, ufak bir şey bile olsa önemliydi kardeşinin yanında durmak.

 

“Bekle, merhemle sargı alıp geleceğim.”

 

“Dayı, o kadar önemli…” Gökhan’ın bir bakışıyla sustu Ayaz, koltuğa oturdu uslu bir tavırla. Doruk da yanına geçti, ellerini bacaklarının arasına sıkıştırdı. Kahverengi saçları fazlasıyla dağınıktı, hatta bazı saçları diken gibi duruyordu yastığa yatış şekli yüzünden.

 

“Yarın ne dersin var?”

 

Doruk’un sorusuyla kısa bir süre düşünüp omuz silkti Ayaz. “Bilmiyorum.” Umrunda da değildi, zaten o derste uyuyacağına bir saat önceden karar vermişti.

 

“Bayağı ilgilisin derslerle.”

 

Dudağının kenarı kıvrıldı Ayaz’ın. “Aynen, her zaman.”

 

Gökhan içeri girdiğinde sustular, adam “İnsan yemiyorum.” diye homurdandı Ayaz’ın bir tarafına oturup elindeki küçük, plastik kutuyu orta sehpanın üzerine bırakırken.

 

“Bakayım eline.”

 

Ayaz elini uzattı, parmakları ve parmaklarının eliyle birleştiği yer kızarmıştı; bu kızarıklığı biliyordu Gökhan, morarmaya dönecekti. Sıkıntılı bir nefes aldı.

 

“Neden sessiz geliyorsunuz, daha sert tepki versem ne olacaktı?”

 

Ayaz eline baktı, daha sert bir tepki nasıl olurdu bilmiyordu, zaten sızlıyordu teni.

 

Doruk Ayaz’ın sessiz kalacağını anlayınca yanıtladı amcasını. “Minel’i kontrol etmek istedim, uyuyamadım, Ayaz’ı da uyandırdım benimle gelsin diye.”

 

Derin bir nefes aldı Gökhan, gelmek isteyen kişinin Ayaz olduğunu biliyordu yeğeninin tam tersini söyleyişine rağmen, tanıyordu onları. Bozmadı ama, birbirlerini korumak istiyorlarsa koruyabilirlerdi. Gerçi, birini koruyacak bir durum yoktu. Korkunç bir adam değildi Gökhan, öyle düşünüyordu.

 

Merhemi sessizce ama dikkatle, kibarca sürdükten sonra konuşmaya başladı. “Minel için endişelendiğinizi biliyorum, anlıyorum.” Ses tonu çok anlayışlıydı, yumuşaktı. Minel içindeki öfkenin, aksiliğinin bir kısmını şefkatle değiştirmişti sanki; hayatındaki diğer insanlara da yansıyordu bu.

 

“Ama Minel iyi, ben her zaman yanındayım. Onu sürekli kontrol ediyorum, doktorla da konuşuyoruz. Endişelenecek bir şey yok, kendine dikkat edecek ve güzel beslenecek, tamamen iyileşecek.”

 

Sargıyı bir iki kat olacak ve elini hareket ettirişini engellemeyecek kadar sarmıştı, eli bu tarz ilk yardımlara alışkındı eski kavgalarından dolayı. Yapacak bir işi kalmadığı için gözlerini kaldırdı yeğenlerine bakmak amacıyla. “Anladınız mı beni?”

 

Doruk ve Ayaz Gökhan’dan hayatları boyunca bu kadar yumuşak bir konuşma duymamışlardı kendilerine yöneltilen. Kaşları kalkık bir şekilde dinlemişlerdi tüm cümleleri. Parlak mavi gözleri görür görmez başlarını salladılar hipnotize edilmiş gibi.

 

“Anladık amca.”

 

“Anladık dayı.”

 

Merhemle sargıyı kutuya koydu Gökhan, kutunun kapağını kapatırken “Hadi, gidin, uyuyun.” dedi sert haline dönüp. “Bir daha da gece yarısı hırsız gibi yanıma gelmeyin.”

 

Ayaz ve Doruk önden gitti, odalarına dağıldılar yavaş adımlarla. Hakan inci tanesinin yanından Gökhan gelince kalktı, kardeşinin Ayaz’a olanlardan dolayı kendisini kötü hissetmesini istemediği için omzuna vurdu hafifçe. “O olduğunu bilseydim yapmazdın.”

 

Bir şey demedi Gökhan fakat rahatlamıştı aile üyelerinden en mantıklı olanının böyle düşünmesiyle. Zira sevmiyordu yeğenlerini cidden hiç sevmiyormuş ve onları tanımıyormuş gibi muamele görmeyi.

 

.

 

“Ama babama haber vermedik.”

 

Sızlayan, kızarık yanağını tutan Kuzey’e baktı Gökhan çatık kaşlarla. Çocuğun yanağındaki izi gördüğü an o kadar öfkeleniyordu ki esmer teni kızarmaya başladı yine. “Gerek yok haber vermeye.” dedi sert bir sesle.

 

Kuzey başka bir şey demedi, yanında duran ve korkuyormuş gibi gözüken Doruk’un elini sıkıp tebessüm etti mavilerini kendisinden ayırmayan kardeşine. “İyiyim Doruk, ağlama.”

 

Doruk’un gözleri daha çok doldu bu cümleyle, çizilmiş avuç içleriyle gözlerini silmeye çalışınca sızladı elleri. Burnunu çekti. “Özür dilerim.”

 

Kuzey “Önemli değil.” dedi bir kez daha.

 

Beraber güzel bir gün geçirmek için bir parka gelmişti Aktunalar, Doruk ve Kuzey de Gökhan amcalarının peşine takılarak parkın içerisindeki bir futbol sahasına gitmişlerdi Hakan serdikleri piknik örtüsünün üzerinde anne babasıyla sohbet eder, Engin Nida’ya çok güzel bir sandviç hazırlar, Nida Arda’nın saçlarını okşar ve Hale bir yaşındaki Ayaz’ın çikolataya bulanmış yüzünü silmeye çalışırken.

 

Gökhan en büyük iki yeğeniyle şutlar çekip eğlenirken terlemiş, su almak için ailesinin yanına gitmişti. Parka giren çıkan belliydi, genelde sayılan aileler burayı tercih ederdi, girişte güvenlik görevlileri de vardı. Bu sebeplerden ötürü yeğenlerini etrafı tel örgüyle çevrilmiş, kameralarla izlenen futbol sahasında yalnızca birkaç dakikalığına bırakmanın sorun olmayacağını düşünmüştü. Yanılıyordu.

 

Yeğenlerinin yanına elinde onlar için olan iki su şişesiyle dönerken Doruk’un ağlama sesini duyup koşmuş ve yolun yarısında karşılaşmıştı onlarla. Kuzey’in yanağında bit el izi varken Doruk gözyaşlarını siliyordu, bu görüntünün nasıl büyük bir yangına sebep olduğu parlak mavi gözlerde barizdi.

 

“Şunlar mı?”

 

Sahadaki liseli, on yedi on sekiz yaşındaki üç çocuğu gösteriyordu yeğenlerine. Boynunu esnetti yerinde duramazken, kim sırf sahada kalacaklarını söyledikleri için yeğenlerine vurabilirdi? Daha çocuktu onlar, büyük dahi olsalar Gökhan onları savunurdu ama çocuk olmaları daha da öfkelendiriyordu onu.

 

“Evet amca, onlar.”

 

On dakika kadar sonra Aktunaların yanına döndü Kuzey, Doruk ve Gökhan. Kuzey’in yanağına buz tutuyordu Gökhan, çocuğun elinin üşümesini istememişti. Doruk’un avuç içineyse yara bantları yapıştırmıştı parkın marketinden alıp. Üçünün de ellerinde dondurmalar vardı, on sekiz yaşındaki gencin koluna takılan şeffaf pakette de aile üyelerinin sayısı kadar olan kâğıt helvalar Aktunalara gülümsüyordu.

 

Altı yaşındaki Doruk bugünden sonra aylarca Gökhan amcasının ne kadar havalı olduğundan ve o çocuklara nasıl diz çöküp özür dilettirdiğinden, çocukların arkalarına bakmadan sahadan kaçtıklarından bahsetti Kuzey kardeşinin dediği her şeyi büyük bir ciddiyetle onaylar fakat en sonda “Yine de şiddet kötü bir şey.” uyarısı yaparken.

 

.

 

“İyi geceler.”

 

“İyi geceler abi.”

 

Hakan odadan çıkınca Minel’in yanına uzandı Gökhan ve kızının bebek kokusuyla saniyeler içinde uyudu.

 

İnci tanesi bir ara kâbus görüp sayıklasa da babasının uyanıp onu sakinleştirmesiyle gözlerini açmadı, hafifleşen uykusu kesilmedi, ancak sabah açtı yeşillerini yüzüne vuran gün ışığının etkisiyle.

 

Beş dakika ayılmayı bekledikten sonra doğruldu. Tavşanına gülümseyip “Günaydın.” diye fısıldadı, babasını şu an uyandırmayacaktı, adam zayıfladığı için endişeleniyordu ve babaannesi ona “İyileşmek için güzelce uyumalısın.” dediği için onun da iyi uyumasını istiyordu.

 

Yataktan indi, Gökhan inci tanesi hareketlendiği an uyanmıştı ama kız çocuğunun neler düşündüğünü, ayrıca babasını öperek uyandırmayı sevdiğini bildiği için belli etmedi uyandığını; kısık göz kapaklarının arasından izledi onu.

 

Odanın bir kenarına -pencerenin önüne- özenle dizilmiş, örgü çiçek buketlerine baktı kız. İki yana sallandı ufak yüzünde güzel bir tebessüm hayat bulurken. Ailesi onu çok güzel karşılamıştı, her biri farklı bir çiçeğin sarı versiyonunu hediye etmişti hatta. Üzüldüğü tek nokta babasının sürprizi söylememeye diretmesiydi.

 

Çiçekleri bir kez daha inceledikten sonra tuvalete gitti, ihtiyacını giderdi, sandalyesini kullanarak ellerini yıkadıktan sonra sandalyeyi dikkatlice kenara sürdü. Eşyalarının düzensiz olmasından hiç ama hiç hoşlanmıyordu.

 

Tavşanını yerden aldı. Babasını bir kez daha kontrol etti, Gökhan uyuma numarasını iyi yapıyordu, bir şey anlamadı inci tanesi, odadan çıktı. Kubilay Fırat yakalandığı için korumalar yoktu evde, kız çocuğu alt kata inebiliyordu.

 

Merdivenleri dikkatlice indi, mutfağa yöneldi. Mutfak çalışanları da geri dönmüştü, kız çocuğu içeri girince herkesin dikkati o yöne çevrildi. Bu kızın varlığı Raif Aktuna’dan bile daha çok geriyordu onları, ailesinin ona ne kadar değer verdiğini anlamak için bol bol fırsatları olmuştu.

 

“Minel Hanım, bir şey mi istediniz?”

 

“Şey…” Lila pijamasını sıkıp bıraktı kız. “Kedim için mama ayabiyiy miyim? Biy tane… Biy tane tabaka koyabiyiy mişiniz?”

 

Ceyda ile yaşıyorken o kadının çalıştığı evde mutfağın bir köşesine çöken ve bir yere gitmeye çekinen o kız çocuğunun bu mutfakta istediği her şey ışık hızıyla yapılıyordu.

 

Beş dakika sürdü elinde ufak, ördek desenli, cam bir tabakla alt kattaki ona ayrılan odada uyuyan Kedi’nin yanına gitmesi. Parlak mermerden, krem rengi zemine bir şey dökmemek için bayağı fazla çaba sarf etmişti yolda.

 

“Ben geydim Kedi’cim!”

 

Kedi gerindi yerinde, Minel ilk iş olarak cam tabaktakileri Kedi’nin tüyleriyle aynı renk olan mama kabına döktü. Daha sonra tabağı kapının önüne -tabağı odada bırakırsa yaramaz kedisi onu kırardı- bıraktı, kolunun altına sıkıştırdığı tavşanını daha rahat bir şekilde tuttu.

 

Kedi mamasını yerken büyük bir şefkatle kedisinin tüylerini okşadı Minel, hastanedeyken evdekileri görüntülü arayarak Kedi’yi görse de özlemişti, eve gelip ailesiyle biraz vakit geçirdikten sonra ilk işi onun yanına gelmek ve yarım saat boyunca onunla oynamak olmuştu. Daha fazla da oynardı da babası yemeğe çağırmıştı.

 

“Güzey Kedi, şiyin Kedi… Naşıyşın? İyi mişin? Güzey uyudun mu? Ben uyudum. Kötü tğya göydüm ama… Şey, geçti. Babacım yanımda, beni bıyakmıcak. Ayyem vay, beni bıyakmıcak. Koykmama… Koykmama geyek yok. Onyaya güveniyoyum.”

 

Kedi’nin tüylerini bir süre daha okşadıktan sonra ayaklandı, aile üyelerinin odasını gezmeliydi onlar okul veya şirket için ayrılmadan önce, sabah göremezse daha fazla özlüyordu zira.

 

Ellerini yıkadıktan sonra -Arda abisinin kedi tüyünden rahatsız olduğunu bildiği için dikkat ediyordu bu hususa- üst kata çıktı. Önce Doruk’un odasına girdi, uyuyordu, uyandırmadı; çalışma masasının yanında, fermuarı açık bir şekilde duran mavi çantayı inceledi yalnızca. İçindekilere dokunmadı tabii, insanların eşyalarına onların izni alınmadan dokunulmazdı.

 

Sonraki durağı Ayaz’ın odasıydı, içeri girer girmez duraksadı karşılaştığı dağınıklıkla. Ayaz dün uyku tutmayınca eşyalarını dağıtmıştı can sıkıntısından, onun etkileriydi bunlar.

 

Yerdekilere basmamaya çalışarak ilerledi, Ayaz’ın yatağının yanına gelince onu uyandırıp uyandırmayacağını düşündü. Doruk abisi ders çalışıyordu, bu yüzden onun odasındayken böyle bir düşünme sürecinden geçmemişti fakat Ayaz’ı uyandırabilirdi, nasılsa hep bilgisayarda oynuyordu ikizi.

 

“Ayas…” Yatağa çıktı çabalayarak. Düşecek gibi olsa da korkmadı, artık alışmıştı. Emekleyerek yastığın yanına kadar geldi. “Ayas…” dedi bir kez daha, kirpiklerine dokundu yavaşça. “Ayascım, uyanıy mışın?”

 

Ayaz mırıldanıp başını diğer tarafa çevirdi, Minel alışkındı, parmağını Ayaz’ın yanağına batırarak fısıldadı. “Ayaz, uyan.”

 

Ayaz hafifçe doğrulup yastığı başının altından çıkardı. İnci tanesi uyanacağını düşünüp gülümsese de öyle olmadı, çocuk yastığı başının üzerine kapayarak tekrar yattı.

 

Minel bir an ne yapacağını şaşırdı; artık yüzüne eğilerek konuşamaz, kirpikleriyle oynayamaz veya parmağını yanağına batıramazdı. Bir süre düşündükten sonra gülümsedi, ayağa kalktı yatağın üzerinde ve bir anda çömelerek ellerini yastığa vurdu Ayaz’ın canının yastık dolayısıyla acımayacağından emin olmasının rahatlığıyla.

 

Ayaz kafasındaki sarsıntıyla irkilerek uyandı. “Ne oluyor lan?” dediğinde sesinin fazla boğuk çıkışı, üstüne üstlük doğru düzgün nefes alamayışı gözlerini açmasına neden oldu. Karanlıkla karşılaşınca afalladı, gözlerini kırpıştırdı, birkaç saniye sonra olayı çözüp yastığı başının üzerinden attı.

 

“Günaydın Ayascım! Güzey uyudun mu?”

 

Tüm aksiliği, mahmurluğu gitmişti bir anda. Hastanede ağlayarak beklediği günlerden sonra inci tanesinin yaptığı hiçbir şeyden şikayetçi olmazdı.

 

“Günaydın bebeğim. Güzel uyudum. Sen uyudun mu?”

 

“Hıhı, güzey.”

 

Bulanık görüyordu Ayaz gülümseyerek başını sallayan kızı, görüntünün düzelmesi için gözlerini ovuşturmak amacıyla elini kaldırdığında Minel’in tebessümü silindi.

 

“Eyin!..” dedi kız çocuğu hemen sargıya uzanırken. Telaşlanmıştı. “Eyine noydu? Yaya mı… İyi mişin Ayaz, neden oydu böyye? Kan mı oydu? Doktoya gittin mi, ne dedi doktoy?”

 

Ayaz doğrulurken gülümsedi inci tanesinin içini rahatlatmak için. “Bir şey olmadı bebeğim.” dedi yavaşça. “Bir yere çarptım, acıdığı için sardım.”

 

Minel’in yüzü asıldı, Ayaz’ın canının acıması hoşuna gitmemişti. Çocuk kızın üzülmesini istemediği için tam abarttığını, fazla acımadığını söyleyecekti ki eğildi Minel, sargının üzerine bir öpücük bıraktı.

 

“Geçti mi? İyiyeştin mi?”

 

Ayaz başını salladı hızlıca. “Tabii ki iyileştim, çok iyiyim!”

 

Minel gülümsedi, on üç yaşındaki çocuk bu gülümseyişi görmenin rahatlığıyla neşelenirken örtüyü üzerinden adeta fırlattı.

 

“Herkesi odalarına dalarak uyandırmaya ne dersin?”

 

Bir gerçek varsa o da şuydu ki Minel ne kadar usluysa Ayaz da ailesine o kadar çektiriyordu, masum meleği planlarına alet edip tüm Aktunaları çocuk şarkıları söyleyerek ve mutfaktakilerden rica ettikleri tavalara çelik kaşıklarla vurarak uyandırmaları bunun en büyük kanıtıydı.

Loading...
0%