Yeni Üyelik
30.
Bölüm

🐣63🐣

@imposiblety

Doruk Aktuna’dan

 

“İnanamıyorum Ayaz, açık artırmadan aldığımız örtüyü nasıl o kadar örtünün arasından seçtin?”

 

Halam Ayaz’a kızarken sırıtarak arkama yaslandım, ders aralarımda böyle şeylere denk gelmek beni mutlu ediyordu, ufak kaoslar isteyen ruhum besleniyordu ruh emiciler misali.

 

“Anne ben nereden bileyim o örtü antikaymış da bilmem nerede kullanılmış da çok değerliymiş de… Aldım, oturdum işte! Oturmayacaksak niye var?”

 

Babaannem Dolores Umbridge’nin Hogwarts’ı yönetişini izleyen Profesör McGonagall gibi kederli ve çaresizdi, üzülmüştüm ona, yalan yoktu, babaannem çok severdi böyle antika şeyleri ve büyük bir ihtimalle Ayaz’ın seçtiği örtü favorisiydi.

 

Halam bir şey daha diyecekken Minel’in sesini duyduk, kaşlarımı çattım hafifçe, fıstığım odada olmadığı için halam Ayaz’a bu kadar rahat kızabiliyordu, sesi nereden gelmişti?

 

“Özüy diyeyiz haya, biymiyoyduk, geyçekten.”

 

Girişe döndü gözlerimiz, üzgün üzgün bize bakıyordu. Elbisesini tutan ellerine baktım, yumruklardı, uzun bir aradan sonra ilk kez böyle sıkılı görüyordum ellerini.

 

“Kısma Ayaz’a, ben otuymak iştedim, o yüsden.” Ayak başparmaklarını birbirine değdirdi, ağlayacak gibiydi. Onu kucağıma almak için ayağa kalktım ama babam benden önce davrandı.

 

“Sorun değil ufaklık, halan da gerçekten kızmıyor. Hem birine kızmak her zaman kötü değil, bak, Ayaz da üzülmedi.”

 

Ayaz Minel ona baktığı an sırıttı. “Evet, üzülmedim.” Halam kollarını kavuştururken “Üzülsen şaşarım.” diye homurdandı. Ayaz çocukken de vazo kırınca halamın azarını sessizce dinlese bile umursamazdı, hatta halam konuşmayı bitirdiği an oynamaya devam ederdi.

 

.

 

“Burada futbol oynayamayız Ayaz, vazolar var.”

 

Arda’nın dediğini dikkate almadı Ayaz. “Oynarız Ardacığım.” dedi sinir bozucu bir sesle. Arda derin bir nefes aldı, kızarmaya başlarken “Abinim ben!” diye mızmızlandı. “Bana abi de.”

 

Omuz silkti Ayaz. “Demeyeceğim, dokuz yaşında abi olmaz.” Kendisi de altı yaşındaydı fakat bunu dikkate almıyordu.

 

Futbol topunu koridorun ortasına koydu; tertemiz, beyaz mermerlere baktıktan sonra dudaklarını büzdü. “Senin kalen şu resimle şu vazo, benimki de burası.”

 

“Sana ‘Olmaz.’ diyorum, vazolar kırılırsa babaannem çok üzülür.”

 

“Anneannem bize kızmaz.”

 

“Ama üzülür.” diye diretti Arda, duygusal bir çocuktu ve ailesinden herhangi birini üzmek onun için bir kâbustan farksızdı.

 

“Üzülmez, oyun oynamamızı seviyor.” Arda ne kadar dikkatliyse Ayaz da o kadar vurdumduymazdı, topa nasıl vuracağını hesaplarken “Kalene geç Arda.” dedi ciddiyetle, rekabetçi bir çocuktu ve kaybetmeye tahammülü yoktu, bundandı bu hali.

 

Arda Ayaz nasıl bir yaramazlık yaparsa yapsın ona eşlik eder fakat yol boyunca da “Olmaz, yaptığımız yanlış. Ailemizi hayal kırıklığına uğratacağız.” diyerek bir ümit çırpınırdı inadı boyundan büyük çocuğu yolundan döndürmek amacıyla. Yine öyle oldu, omuzları çökük bir şekilde yerine geçerken “Bir şey kırabiliriz.” dedi çaresizce.

 

“Atıyorum!”

 

Ayaz yaşına göre sert bir şut çekti, Arda topu tuttu hemen. Söylene söylene o da bir şut çekti, Ayaz abi demediği abisini oyun oynamaya tamamen ikna ettiğini böylece anlayarak sırıttı kısa bir süreliğine. Arda bu sırıtışı görünce hatırladı neden her yaramazlığında onun yandaşı olduğunu, kardeşini mutlu etmeyi çok seviyordu, kendisi de güldü içindeki vicdan azabına rağmen.

 

On dakika kadar karşılıklı şut çektiler, Doruk bir ara gelip iki tarafa da tezahürat yaparak ve Ayaz’ı kışkırtarak olayların seviye atlamasına neden oldu, sonra hiçbir şey yapmamış gibi odasına çekilerek babasının ona aldığı yapbozu oflaya puflaya da olsa yapmaya devam etti. Kuzey’se alt kattaydı, babaannesinden örgü örmeyi öğrenmeye çalışıyordu, bundandı kardeşlerini durdurmayışı.

 

Ayaz “Bu kesin gol olacak!” dedi en son, hırsla. Topa vurdu ve Arda’nın “Hayır, dur!” deyişine kalmadan antika vazolardan biri devrildi, bir kırılma sesi tüm koridorda yankı yaptı.

 

Yapbozun bir parçasını yüzlerce parça içinden bulmaya çalışan Doruk sesi duyduğu an başını kaldırdı, babaannesinden aldığı açık mavilerinde bir korku filizlenirlen odasından dışarı koştu. “Ne oldu?” diye sordu Ayaz ve Arda’ya bakıp üzerlerinde bir şey olup olmadığını kontrol ederken. “İyi misiniz?”

 

Arda’nın gözleri dolmuştu vazoyu kırdıkları için, Ayaz’ınsa umrunda değildi. Şirince gülümseyip yumruk yaptığı elinin başparmağını kaldırdı. “İyiyiz abi, bir sorun yok.”

 

Doruk altı yaşındaki kuzeninin kahverengi saçlarını karıştırdıktan sonra Arda’nın önünde diz çöktü. “Ağlama oğlum.” dedi yavaşça. “O vazolardan bin tane var.”

 

“Evet.” Başını salladı Ayaz. “Biz bir tane kırdık, çok değil. Bize kızmamalılar.”

 

.

 

“Kısmadı hayam geyçekten?”

 

Halam Minel’i babamdan aldı. “Tabii ki kızmadım bebişim!” dedi gülüp. “Şu bal yanaklara, şu yeşil gözlere kıyar mıyım? Sen neslimizin umudusun, sen gelmeden bayağı çaresizdim.”

 

“Sağ ol hala, bayağı kibarsın.”

 

Bana baktı ters ters. “Yalan mı?” diye çıkıştı sonra, “Kibar olmayı bebişimden öğrendiniz, eve medeniyet geldi, oğluşum başını bilgisayardan kaldırdı, baktım, beş yaş büyümüş, onu en son ne zaman gördüğümü sen düşün!”

 

“Abartma anne.” dedi Ayaz bıkkınca. “Önceden de yanınıza geliyordum.”

 

“Ayıp olmasın diye.” Gözlerini tabletten ayırmayan -kesin haber okuyordu- dedem başını sallayarak kendini onayladı genellikle Minel’in yaptığı gibi. “Ara sıra dördüncü bir torunumuz olduğunu hatırlatıyordun.”

 

Babaannem dedemi dürttü dirseğiyle. “Ne?” dedi dedem babaannemin çaktırmadan onu dürtmesine karşılık normal bir ses tonuyla. Mesajları anlamamak konusunda üstüne yoktu canım dedemin. “Kötü bir şey mi dedim Gülten?” Başını kaldırıp babaanneme baktı, hafifçe çatılan kaşları çözüldü. Bunların aşkı beni öldürecekti, torun torbalarının -Şekil 1.a: Ben- önünde yapmasalardı bari.

 

“Hep üzerime gelin, hiç çekinmeyin! Zorbalık görüyorum bu evde!”

 

Güldü Engin amcam. “Arda’ya yaptıklarını görmesem inanacağım alındığına.” Ayaz’ın saçlarını karıştırdı. “Sen üzüldün mü, alındın mı?” diye dalga geçti. Bazen Ayaz’la alay etme perilerimiz geliyordu, seviyordum o perileri.

 

Kollarını kavuşturdu Ayaz, homurdanıp gözlerini devirdi. Minel halama baktı, bir şeyler söyledikten sonra kucağından inip Ayaz’a koştu. “Üzüyme Ayazcım!”

 

Ayaz anında çatık kaşlarını düzeltti ama yüzünü astı bu sefer de, oyuncu olmalıydı bu çocuk, harcanıyordu. “Çok üzerime geliyorlar.” Minel kollarını kaldırınca onu kucağına aldı, benim saf kuzenim sarıldı hemen ondan sonraki en küçük kuzen kişisine.

 

“Şaka yapıyoyyay Ayaz, bu kes anyadım. Üzüymemeyişin, hepimiz şeni seviyoyuz. Seviyoyşunuz, di mi?”

 

Bize baktı, hepimiz başımızı salladık anında, parmağında oynatıyordu bu ufaklık bizi ama itirazımız var mıydı, tabii ki yoktu! Hatta Gökhan amcamın hoşuna gidiyordu böyle olması, şu an sırıtıyordu çünkü.

 

“Ben geldim.”

 

Kuzey’in sesini duyar duymaz kapıya döndü inci tanesi hızlıca. “Kusey!” Abi demeyi bile unutmuştu heyecandan, kollarımı kavuşturdum. Ben sabahtan beri buradaydım ama böyle bir tepki almamıştım, ayrımcılık vardı bu evde.

 

Ayaz’ın kucağından yere atladı, dengesini kaybedecek gibi olduğunda hepimiz aynı anda meylettik o tarafa.

 

“Dur, dur.”

 

“Dikkat!”

 

“Düşeceksin!”

 

“Lan…”

 

Son anda toparladı, doğrulup elbisesini düzeltirken “Düşmedim!” dedi enerjik bir şekilde, eteği tamamen düzgün olunca sakince eğildi, çoraplarını yukarı çekti, tavşanını Ayaz’dan aldı, sonra koştu abime.

 

“Kuzey abicim!”

 

Abim gülüp kollarını açtı diz çökerek, Minel boynuna atıldığında da sarıldı ona. Kesin babama çektiği içindi Minel’in ona böyle davranması, doğuştan almıştı karizmayı.

 

“Prensesim, çok mu özledin beni?”

 

“Hıhı.” Başını salladı, sonra geri çekildi. “Konuşayım. Sana soyu soyucam.” Ciddileşmişti, merak ettim ne soracağını ama ses çıkarmadım.

 

Abim ne olduğunu biliyor gibiydi, hiç sorgulamadı, bize bakıp “Ben yukarı çıkıyorum Minel’le.” dedikten sonra arkasını döndü. “Niye bu kadar sabırsızlandın abim?”

 

İki üç dakika yerimde oturmaya devam ettim dikkat çekmemek için, sonra koluma baktım. “Ben ders çalışmaya döneyim, fazla vakit geçmiş.” Odadan çıkarken Engin amcamın “Kolunda saat yoktu, neye baktı?” dediğini duysam da bozuntuya vermedim.

 

Merdivenleri atlaya atlaya çıktım, abimin odasına gelince derin bir nefes alıp baskın yapar gibi açtım kapıyı. “Ben geldim!”

 

Minel irkildi, bir saniyeliğine abime yaklaştı. Unutmuştum kaçırılma olayını, yine ufak şeylerden korkmaya başladığını. Pişmanlıkla yutkunsam da bir şey demedim bu konu hakkında, konuşmaktan hoşlanmıyordu çünkü.

 

“Ne konuşuyordunuz?”

 

Koltuğa, abimin yanına, oturdum. Fıstığımın yüzünü daha rahat görüyordum buradan, o yalan söyleyemezdi, susacaktı, ben de ne olduğunu yüz ifadesinden anlayacaktım.

 

“Konuşmadık abi, şen… Şey, neden geydin?”

 

Elimi kalbime koydum kurşun yemiş gibi, yüzümü acıyla buruşturdum. “Ah, kalbim!” Bayılıyormuş taklidi yaptım kollarımı iki yana açarak. “Minel beni istemiyor.”

 

“İştiyoyum abicim.” Bir gözümü açıp ona baktığımda dudaklarını büze büze konuştu. “Böyye şaka yapma yütfen. Seni üzdüküm için… İçin üzüyüyoyum. Anyamıyoyum ben, üsgün oyuyoyum şonya.”

 

“Seni yerim fıstığım, üzülüyormuş bir de!” Yanaklarını sıktım öne eğilip. “Sen saf mısın, anlamıyor musun, he fıstığım? Isırayım mı seni?”

 

Güldü dayanamayıp, ellerimi itti sonra. “Yütfen duyuy muşun?” dedi ciddileşmeye çalışıp. “Kusey abimye konuşucam.”

 

“Tamam, konuş bakalım.” Geri çekildim ve abime dönüp sorular sormasını bekledim ama yapmadı. Bana baktı, hiçbir şey söylemeden baktı.

 

“Ne oldu fıstığım?”

 

“Şey…” Gözlerini kaçırdı elbisesini sıkıp bırakırken. “Ayaz dedi ki, dedi ki Kusey abine şoy. Şana soyamam.”

 

Neden bahsettiğini bilmiyordum ama Ayaz büyük ihtimalle lafın gelişi öyle söylemişti, yapamadığımız veya cevap veremediğimiz bir şey olunca genelde abime paslıyorduk olayı, öyle bir şey olmalıydı.

 

“Bana da sorabilirsin fıstık. Hem daha güzel cevap veririz iki kişi, değil mi abi?”

 

Minel abime bakınca başını salladı abim. “Doruk abin haklı.” deyip gülümsediğinde göğsümü gururla şişirdim. Doruk Aktuna olmak kolay değildi ama yapıyordum bu sporu.

 

“O saman, şey…” Yine nasıl daha önce düşünmediğimiz bir şey soracak ve bizi mahvedecekti merak ediyordum, öne eğilip dirseklerimi dizlerime yasladım.

 

“Anneniz öydü mü geyçekten?”

 

Beklediğim bu değildi.

 

Bir sessizlik oldu, boğazımda bir yumru oluştu. Annemden, anneden bahsedilmesini sevmezdim. Ölmüş gibi davranırdık onun için, hiç var olmamış gibi. Şimdi Minel’in sorusu anıları getiriyordu gözümün önüne.

 

Bavulunu toplaması, babamın sakin kalmaya çalışarak ama tuhaf bir yüz ifadesiyle -aradan geçen senelerden sonra bile tüm çizgileriyle zihnimde canlanacak kadar tuhaf bir yüz ifadesiyle- bir şeyler anlatmaya çalışması ama o kadının dinlememesi, o kadının bir duvar gibi sert ve soğuk bir yüzle dikilmesi, abimin elimi sımsıkı tutan ve terleyen eli, kapının köşesinden korkarak bakışımız, onun arkasına bile bakmadan dış kapıdan çıkması, babasının gönderdiği adamların tüm bavullarını taşıması, annemizin hiçbir elbisesini bırakmayıp bizi bırakması…

 

Elbiselerinden daha mı az değerliydik? Defalarca düşünmüştüm bunu. Küçükken kendimi ikna etmiştim. “Hayır.” demiştim. “Biz daha değerliyiz. Şu an bizimle konuşmuyor olabilir ama geçecek, yine annemiz olacak.”

 

Olmadı.

 

Biz, annemiz için marka elbiselerinden daha az önemliydik. Onları bırakamazdı, bizim hakkımızda soru soran muhabirlereyse yüzünde hiçbir değişiklik olmadan “Görüşmüyoruz.” der geçerdi.

 

Görüşmüyorduk… Annemizle. Öldüğü için değil, hasta olduğu için değil, başka bir ülkede olduğu için değil…

 

Aynı şehirde olmamıza rağmen, aynı restoranlara farklı zamanlarda da olsa gidecek kadar yakın olmamıza rağmen bizi görmek istemediği için görüşmüyorduk. Ona parmaklarının arasından akıp giden gençliğini ve hata olarak gördüğü, o çok sevdiği kariyerine bir balta olarak gördüğü evliliğini hatırlattığımız için görüşmüyorduk.

 

“Neden sordun güzelim?”

 

Abime baktım, o kadının gözleri gitmedi ama abimi görüyordum. Sesi normaldi, Minel’e göre normaldi ama ben fark ettim, o da hatırlamıştı. Göz bebekleri titredi, ben çocukken annemi görmek için ağladığımda babamın gözleri de böyle olurdu. Abim bu konuda da babama benziyordu.

 

“Fotoğyafı yok. Ayda abimin anneşinin vay. Onun yok. Öyşe oyuy, di mi?”

 

Haklıydı, zeki inci tanemiz çözmüştü her şeyi. Abim ağzını açtı, benim kötü olmamam için inkâr edecek ve konuyu değiştirecekti, biliyordum, gerek yoktu. Kız kardeşimize o kadın için mi yalan söyleyecektik?

 

“Evet fıstığım, ölmedi.”

 

Minel’in üzgün, çekingen bakışları bana dönünce gülümsedim onu cesaretlendirmek için. “Sor.” dedim yavaşça. “Aklında ne varsa sorabilirsin abim.”

 

Abim bir kolunu sırtıma attı, sırtımı sıvazladı. Ona baktım, sorun olmadığını göstermek için gözlerimi kırptım. O kadın için üzülmezdim, babam bize anne de olmak için çırpınmışken üzülemezdim.

 

“Gitti mi? Bıyaktı mı sisi?”

 

“Evet, bıraktı.”

 

Elbisesini sıktı. “Şey…” dedi yavaşça. “Önce sevdi mi sizi?” Saçlarıma baktı. “Saçyayına böyye yaptı mı?” Saçlarımı okşadı. “Yemek yapıyoy muydu size? Şeni şeviyoyum dedi mi?”

 

Annenin hayal meyal hatırlıyordum o hallerini, saçlarımızı çok okşardı, mutfağa girdiklerinde babamla olurlardı, her şeyi kalorisini hesaplayarak pişirirdi. “Seni seviyorum.” der miydi? Derdi galiba, canlanıyordu sesi çünkü. Öpücük atarken diyordu sanki, ben de güzelliğine hayran oluyordum.

 

“Evet fıstığım, severdi. Saçlarımızı okşardı, yemek yapardı, ‘Seni seviyorum.’ da derdi.” Abime baktım onay için, o benden daha iyi hatırlıyordu anneyi.

 

“Evet, hepsini yapardı.”

 

Minel sessiz kaldı, elbisesiyle oynarken düşündü. Daha sonra “Tamam.” diye mırıldanıp indi abimin kucağından. Tavşanını kenardan alıp arkasını döndü. Gözleri mi dolmuştu onun?

 

“Prensesim?” Abim de fark etmişti, daha bir adım atamadan belinden tuttu bizim bücürü. “Ne oldu güzelim?”

 

“Oymadı.” Gözlerini bize çevirmiyordu asla. “Gidicem.” deyip abimin ellerini ittikten sonra tavşanına sarılarak çıktı odadan.

 

“Amcama söyleyelim.” Sıkıntılı bir nefes verdi abim, başını salladı. “Söyleriz, belki ona anlatır.” Bana baktı sonra. “Sen iyi misin abiciğim?”

 

“İyiyim, niye iyi olmayacağım?” Sırıttım. “Neyse, ben ders çalışmaya kaçar. YKS öğrencisiyim.”

 

Ayağa kalkacaktım ama yemedi, elini omzuma bastırıp kalkmamı engelledi, iyi de güç vardı, onca spor işe yarıyordu demek.

 

“Doruk, bana anlatmayıp kime anlatacaksın?”

 

Gülüşümü bozmadım. “Anlatacak ne var Kuzey? Yeni bir şey mi oldu? Ne bileyim, son modellik anlaşmasından mı konuşalım?”

 

Kolunu omzuma atıp beni kendine çekti, başını başıma yasladı, o zaman gülemedim işte, bana böyle şefkat gösterilince mayışıyordum ben.

 

“Araştırma artık, bakma. Kendini üzüyorsun, yapma abim.”

 

“Sen araştırmıyor musun?”

 

Sessiz kaldı, biliyordum zaten onun da bir annemiz olmasını özlediğini ve bazen o kadının en son fotoğraflarına baktığını. Belki benden bile çok araştırıyordu hatta, belli etmezdi ama o da çok etkilenmişti annenin gidişinden.

 

“Halam var, babaannem var.” dedi birkaç dakika sonra. Sesi normaldi, güçlüydü. Hem babama hem ona hayran oluyordum bu güçleri sayesinde. “Çoğu anneden daha çok annelik yaptılar. Nida yengem de öyleydi, bizi Arda’dan ayırmazdı. Ona ihtiyacımız yok. Mutluyuz.”

 

Boğazım düğümlendi, gözlerim doldu ama söyledim. “Mutluyuz.”

 

O kadın için üzülmüyordum. Gözlerim dolmuştu çünkü ahtapotların üç kalbi vardı, kelebekler ayaklarıyla tat alıyordu, su samurları el ele uyurdu.

 

.

.

.

 

Imposiblety’den

 

“Babane, babane…”

 

Gülten duyduğu fısıltıyla irkilerek gözlerini açtı, gecenin karanlığında parlayan bir çift yeşil gözle karşılaştı mahmur ve şaşkın mavi menevişleri.

 

“Canımın içi…” dedi elleriyle yataktan destek alıp doğrulurken, komodinin üzerindeki saate baktı, gece üçtü. “Ne oldu?”

 

“Seninye konuşabiyiy miyiz?”

 

Kadın gözlerini kırpıştırdı, “Kâbus gördüm.” veya “Acıktım.” gibi bir şey bekliyordu, üç yaşındaki torununun bir yetişkin gibi “Konuşabilir miyiz?” demesini değil.

 

“Babane?”

 

Şaşkınlığından sıyrıldı, Raif’i uyandırmamak için fısıldayarak “Tabii ki konuşuruz.” deyip ayaklarını yataktan aşağı sarkıttı, bebek mavisi terliklerini giydi. “Bekle babaanneciğim, üzerime bir şey alayım.”

 

Avangart model koltuğun üzerinde duran, geceliğine ait ipek üstü aldı, giyip kuşağını bağladı. “Gel bir tanem.” diyerek Minel’in sıcak elini tuttu. “Aşağıya inelim.”

 

Kız çocuğu esnerken başını salladı, Gülten onun bu haline tebessüm ederken merdivenlerden indiler, durakları oturma odasıydı. Gülten her zamanki yerine otururken Minel onun yanına çıktı, kulağından tuttuğu tavşanını özenle yanına oturttu. “Buyada duy tavşan, babanemye konuşucaz.”

 

“Söyle canımın içi, ne oldu?”

 

Minel konunun açılmasıyla mahzunlaşan gözlerini Gülten’in yaş almasına rağmen son derece güzel olan yüzüne dikti. “Şey…” dedi yavaşça, etrafına baktı, bu sorusunun başka kimse tarafından duyulmasını istemiyordu.

 

“Ben düşündüm ki önce, şey, Aykut babam. Ama değiy, di mi?”

 

“Tabii ki değil babaanneciğim.” Gülten asıl sorunun bu olmadığını bilecek kadar tanıyordu inci tanesini, sabırla bekledi.

 

“Şey… Annem de… Annem de Ceyda oymayabiyiy, di mi? Beyki o değiy, oymas mı?”

 

Umutla soruyordu bu soruyu; düşünmekten yalnızca birkaç saat uyuyabilmiş, gecenin geri kalanında tavşanına yahut gökyüzüne bakarak düşünmüştü. Sonra sabahı bekleyememiş, babasını uyandırmamaya çalışarak odadan dışarı süzülmüştü.

 

“Bu…” Bir kez daha şaşırdı Gülten, dudakları aralanırken cümlesini nasıl devam ettireceğini bilemedi. “Neden böyle düşündün?” diyebildi sonra.

 

Minel gözlerini kaçırdı. “Hiç.” diye mırıldandı. “Öyye düşündüm.”

 

Gülten derin bir nefes aldı, inci tanesini kendine çekti, çenesine koydu nazik elini, gözlerini gözlerine getirtti.

 

“Ceyda senin annen.” dedi tane tane. O kadının tıpatıp aynısı olan dünyalar tatlısı bu kızın başka birinin kızı olma ihtimali yoktu. “Başka birisi annen olamaz bir tanem.”

 

Minel baktı babaannesine; çok büyük bir hayal kırıklığı, çok büyük bir hüsran yerleşti parlaması gereken gözlerine. Yeşillerini kaçırdı tekrar, ağlayacakmış gibi hissediyordu.

 

“Uyucam.” Gülten onun bu halini görmüştü, bir şey demek için ağzını açtı fakat Minel titreyen bir sesle karşı çıktı. “İştemiyoyum, konuşmucam.”

 

Kadın onu zorlarsa bir ağlama krizine sürüklenebileceklerinin farkındaydı. “Tamam.” diyerek belli etti teslimiyetini. “Tamam, konuşmayalım. Gel, yukarı çıkarayım seni.”

 

Burnunu çekti kız çocuğu, gözlerini uzun kollu pijamasının koluyla sildi, tavşanını aldıktan sonra yavaş adımlarla merdivene yürüdü. Gülten Minel’in Gökhan’ın yanına uzandığından emin olduktan sonra döndü kendi odasına, inci tanesinin neden üzüldüğünü düşünmekten uyuyamayacağını bile bile.

 

Gökhan Minel yataktan kalkar kalkmaz uyanmış, kızı odadan çıkana kadar hareket etmemiş ancak sonra onu takip etmiş, annesini uyandırdığından emin olunca odasına dönmüştü. Minel eğer aklına bir şey takıldıysa önünde sonunda bunu ona anlatırdı, biliyordu adam.

 

İnci tanesi tekrar yanına uzanınca yeni uyanıyormuş gibi yaptı. “Güneşim?” dedi kısık bir sesle, gözlerini hafifçe açarak. “Ne oldu?”

 

Minel’in bu sesi duymaya çok ihtiyacı vardı, kollarını sımsıkı sardı Gökhan’ın boynuna, yüzünü de gizledi. Gökhan gözlerini biraz daha açtı, kollarını kızına sardı. “Ne oldu biriciğim?” diye mırıldandı. “Ne oldu inci tanem?”

 

Minel o kadar içerlemişti ki duyduklarına konuşamadı babasıyla, yetişkin bir insanın ağlayışı gibi sessizce ağladı. Gökhan tişörtünde bir ıslaklık oluştuğunu hissedince duraksadı. “Güzelim…” Boynundaki kollar sıkılaşınca anladı, konuşmayacaktı.

 

Kız çocuğu iç çeke çeke uykuya daldı, bu sefer de kâbuslar peşini bırakmadı. Sabaha kadar dönüp durdu, sayıkladı. Gökhan endişeyle bekledi yanında, gözünü kırpmadı. Korkuyordu; meleğinin tüm bu korkuları atlatamamasından, zihnindeki karmaşıklığın bedenine de sirayet ederek onu hasta etmesinden korkuyordu.

 

Günün ilk ışıklarıyla zaten kötü olan uykusu bitti Minel’in. Çok yorgun hissediyordu, gözleri uykusuzluktan kızarmıştı.

 

“Günaydın babam.”

 

Gökhan’a baktı. “Günaydın.” diye mırıldanıp adamın sıcaklığına sığındı. Gece boyu o soğuk teknenin karanlık odasındaydı, defalarca ailesinin onu almayacağını ve orada çürüyeceğini duymuştu, dalgalarla tekrar boğuşmuştu.

 

Gökhan Esra Hanım’la bugün seansları olmasına sevindi kızının bu haliyle, ne yapacağını şaşırıyordu çünkü.

 

“Herkesi beraber uyandıralım, ister misin?”

 

Başını iki yana salladı, enerjisi yoktu bunun için. “Hayama gideyim.” dedi yalnızca, Gökhan hiç sorgulamadan ayağa kalktı, hem kızını hem de tavşanı alarak ablasının odasına ilerledi.

 

“Bebişim, günaydın!”

 

Minel yaklaştıkça Hale’nin yüzündeki tebessüm soldu. Öyle bir şey olsa Gökhan’ın çoktan endişeden çıldıracağını bilse dahi sormadan edemedi. “Hasta mı oldu?”

 

“Hayır, kâbus.”

 

Kısa açıklama yeterli geldi, Hale kollarını inci tanesine uzatarak onu aldı, Minel başını hemen yasladı halasının omzuna.

 

“Bebeğim benim… Kâbus mu gördün sen?” Biliyordu bu hallerin şu an için normal olduğunu Hale. Minel’in yaşadıklarını yaşını başını almış biri bile zor atlatırdı.

 

“Hıhı.”

 

“Seninle bir hala yeğen konuşalım o zaman, kız kıza; ne dersin?” Minel Gökhan’dan ayrılıp kendi kucağına böyle bir durumdayken geldiyse söylemek istediği bir şey vardı, Gökhan da Hale de biliyorlardı bunu, bundandı adamın Minel’in saçlarına art arda öpücükler kondurduktan sonra odadan çıkması.

 

“Ne oldu bebişim? Hım?” Yatağına oturdu Hale, Minel’in de dizlerine oturmasını sağladı yüzünü rahatça görebilmek için.

 

Minel “Şen anneşin.” diye konuşmaya başladı, gözleri dolu dolu olmuştu. “Bası anneyey… Neden, şey…” Pijamasını buruşturdu avuç içinde. “Neden…”

 

Hale saçlarını okşadı inci tanesinin, sonra sırtını sıvazladı. “Söyle halacığım.” dedi yumuşak bir sesle. “Hadi.”

 

“Neden çocukyayını şevmes?”

 

Kaçırıldığı zaman ondan “Annesi bile bırakıp gitmiş.” diye bahsetmişti o adamlar, yarasını deşmişlerdi. Minel hastaneden eve dönünce düşünmeye başlamıştı bu yüzden, acaba her terk edilen çocuk kendisi gibi mi oluyordu, sevilmiyorlar mıydı? Bu yüzden sormuştu Doruk abisine Gaye’nin “Seni seviyorum.” deyip demediğini. Demişti Gaye, demek ki terk eden anneler de çocuklarını seviyordu, sorun Minel’deydi, bir tek o sevilmemişti.

 

“Bebişim…”

 

Hale’nin düzgün bir cevap vermeyeceğini ses tonundan anladı. “Annem şevmedi beni.” dedi küskünce. “Doyuk abimyeyin… Anneşi, şey, sevmiş. Bıyakmadan önce sevmiş. Annem sevmedi, neden? Heykesi seviyoy anneşi.” İzlediği çizgi filmlerde de anneler çocuklarını seviyordu, ailesinde de.

 

“Bu seninle ilgili değil bebeğim, sen sevilmesi gereken bir çocuksun. Biz seni seviyoruz, baban seni seviyor.”

 

“Annem şevmiyoy.” Yaşlar bir bir dökülmeye başladı yanaklarına, ölümünü atlatmışken sevgisizliği üzüyordu şimdi de.

 

Hale ne diyeceğini bilemedi, derin bir nefes aldı. “Bazı anneler…” diye söze başladı sonra, bir yandan da Minel’in yaşlarını siliyordu. “Anne gibi olmazlar. Bu çocuğun sevilmeyecek bir çocuk olduğu anlamına gelmez. Senin için de öyle bebeğim. Annen…”

 

Dudaklarını ıslattı, Ceyda’yı kötülememesi gerektiğini biliyordu ama bir şey demezse de bebişi üzülmeye devam edecekti.

 

“Annen de anne gibi değildi, seni sevmemesi senin yüzünden değil. Anne olmayı sevmiyordu sadece, üzme kendini bebeğim, tamam mı? Düşünme artık, çocuk ol sadece.”

 

Minel’in bu halleri ciddi ciddi üzüyordu kadını, o kadar düşünüyordu ki… Bazen her gün kendini üzecek bir şey buluyordu kendine ve tuhaf olan şuydu: Tüm bu buldukları mantıklı noktalar oluyordu.

 

“Ama hayacım…” diye itiraz etti kız burnunu çekip. “İştemeden oyuyoy. Üzüyüyoyum, hep… Şey, düşün oyuyoyum.”

 

Hala ufak bir tebessüm etti. “Düşün olmanı yerim senin.” derken amacı biraz da ortamı yumuşatmaktı. “Sen düşün olma, tamam mı? Sen çocuksun, sadece oyna. Çadırına girip ağlamak da artık yasak, kendi başına ağlamak yok.”

 

Gözlerini kaçırdı inci tanesi, halası en büyük üzüntü kalesini alıp götürmüştü ondan, odasındaki o çadır bunları düşünerek kendi kendine eziyet ettiği yerdi genellikle.

 

“Anlaştık mı Minel?”

 

Başını salladı. “Tamam.” dedi yavaşça. “Anyaştık.”

 

Hale derin bir nefes aldı. “Şimdi…” derken sesine amansız bir neşe yüklenmişti yine. “Seninle makyaj yapalım!”

Loading...
0%