Imposiblety’den
Minel bir kez daha etrafına bakındı tavşanına kollarını daha da sıkı sararken. Herkes birbirini tanıyordu, geç başladığı için yeni olan oydu ve tüm sınıfın karşısında kendini tanıtırken gerilmişti.
Okulun içi güzeldi. Yerde desenli, kaymayan, ince ve farklı farklı halılar vardı. Minel’in şu an üzerinde oturduğu halı Winx’liydi, bir ötedeki halıda arabalar vardı, diğer halıda Barbie…
Duvarlara baktı sonra, krem rengi duvarlar da çocukların ilgisini çekmek adına, genelde eski çizgi filmlerdeki Tom ve Jerry gibi karakterleri içeren resimlerle doluydu. Gündüz olduğu için şu an ışık vermeyen lamba çiçek şeklindeydi ve Minel o lambayı bayağı sevmiş, bir dakika boyunca yalnızca onu incelemişti.
Sınıfları üst kattaki iki sınıftan biriydi, aradaki ne çok dar ne de çok geniş olan koridoru sınıflardan rengarenk camlar ayırıyordu. Camların önüne Minel’in odasındakine benzeyen, plastik, çekmeceli bir dolap yerleştirilmişti. Minel diğer çocuklar o dolaptan gidip bir şeyler aldıklarında anlamıştı çekmecelerin oyuncakla dolu olduğunu fakat gidip keşfetmeye cesareti yoktu, zira dolabın başında sürekli farklı bir çocuk oluyordu.
“Toprak, hoş geldin. Neden geciktin bu kadar?”
Kıvırcık, kahverengi saçlı, buğday tenli bir erkek çocuğuydu içeri giren. Fazla hareketli olduğu duruşundan bile belliydi, öğretmenine açıklama yaparken habire kıpırdanıyordu.
“Uyudum öğretmenim, uykum vardı.”
Harfleri doğru söylese bile çocuksu bir tonlama vardı kelimelerinde, en nihayetinde o da üç yaşında bir çocuktu.
Öğretmenler yalnızca iki haftadır öğrencileri olmasına rağmen onları defalarca canlarından bezdiren fakat fazlasıyla sevimli olduğu için kızamadıkları, bahçedeki ağaçların tepesinden defalarca indirdikleri, sınıftaki en uslu çocuğu bile haylazlığa sürükleyebilen bu çocuğun bu hallerine alıştıklarından dolayı “Uyudum, uykum vardı.” gibi düz bir açıklamayı garipsemediler. “Geç bakalım.” deyip gülümsedi biri.
Toprak “Ben geldim!” dedi oldukça yüksek bir sesle, halının ortasına zıpladı. “Özlediniz, değil mi?”
Sınıftakiler Toprak’ı seviyorlardı fakat bazen de kızıyorlardı ona çünkü herkesi sinir etmeyi, oyunlarını bozmayı çok seviyordu bu çocuk. Nitekim yine aynı şeyi yaptı, bebekleriyle oynayanlara bulaştı, boyama yapanlardan birinin ağaç için seçtiği mavi renge tonundan dolayı laf etti, arabalarını dizenlerin sırasını “Bence böyle olmalı.” diyerek bozup öğretmenler onu uyarınca kötücül bir şekilde güldü.
Minel kendisine yaklaşan Toprak’ı çekingen bir tavırla inceliyordu. İnsanların arabalarına ve bebeklerine dokunmuştu bu kıvırcık saçlı, kendi tavşanına dokunmaya çalışırsa ne yapacaktı? Öğretmenler izin vermezlerdi, değil mi?
Tüm sınıfı derinlemesine tanıyan, her biriyle vaktinde konuşmuş olan ve konu yaramazlığa gelince liderlik görevlerini üstlenen Toprak Minel’in yabancı, karışık duygularla bezenmiş yüzünü görünce duraksadı.
“Öğretmenim!” diye seslendi hemen. “Biriniz çocuğunu burada unutmuş!” Şaka yapmaya çalışmıyordu bu sefer, ciddiydi, kendilerinden küçükmüş gibi duruyordu bir kenarda büzüşmüş sarışın, yeşil gözlü kız çocuğu.
Minel anlamadı bunun ne anlama geldiğini, gözlerini kırpıştırdı. Öğretmenlerden biri gelip nazikçe “Toprakçığım…” diyerek uyardı çocuğu. “Minel yeni sınıf arkadaşınız, birimizin çocuğu değil.”
Toprak Minel’e bir daha baktı, bu kızın kendisiyle yaşıt olmasına imkân yoktu. Başını iki yana sallarken sınıfın diğer tarafındaki öğretmene baktı.
“Öğretmenim, sizin çocuğunuz mu?”
“Hayır Toprak, Minel sınıf arkadaşın.”
Toprak derin bir nefes aldı. “Tamam.” diyerek bu sefer olumlu anlamda salladı başını. “Anladım, şimdi tanışacağım arkadaşımla.”
Öğretmenler, hakkında Gökhan Aktuna’dan “İlk başta çekingen olabilir, diğer çocukları bir süre izleyecek, sonra arkadaş edinmeye başlayacağına eminim.” cümlelerini duydukları kız çocuğunun arkadaş edinme vaktinin geldiğini düşündü, bu nedenle “Tabii ki tanışın.” dedi biri memnuniyetle.
Toprak öğretmenlerin gitmesini bekledikten sonra Minel’in yanına oturdu, gelirken yerden aldığı arabayla oynuyormuş gibi yaparken Minel’e fısıldadı. “Hangi öğretmenin çocuğusun?”
İnci tanesi kaşlarını çattı. “Öğyetmen çocuku değiyim.” dedi ciddi bir şekilde. “Babam vay, dışayıda bekyiyoy beni.”
Toprak “Herkesin babası var.” dedi bıkkınca. “Ben anneni soruyorum. Sen daha küçüksün ama… Ama bizimle aynı sınıftasın. Bence öğretmenler annen.” İnatçı bir çocuktu, mantıklı bir yanıt alıncaya kadar Minel’in üzerine gitmekte kararlıydı.
“Hayıy, değiy. Benim annem… Annem öydü.” Başını salladı kendini onaylamak için, Toprak’a normal bir sınıf arkadaşı olduğunu kanıtlamaya o kadar odaklanmıştı ki annesinden bahsederken duraksamamıştı bile.
Toprak anneannesi ve babaannesinin izlediği dizilerdeki cenaze sahnelerini hatırladı. Birisi ölünce tüm o siyah giyinenler “Başın sağ olsun.” diyordu. Bu yüzden Toprak da ciddi bir ifadeyle konuştu. “Başın sağ olsun.”
“Ne? Ne demek o?” Başını tuttu Minel, saçlarına mı bir şey olmuştu? Buklelerini kontrol etti tombul parmaklarıyla.
“Birisi ölünce dersin. Annen öldü, o yüzden söyledim.”
Toprak’ın açıklamasını duyunca saçlarına dokunmayı bıraktı, babasının özenle bağladığı ponponlu tokalarını gevşetmeyi istemiyordu. “Başın sağ oyşun.” diye tekrar etti.
“Evet, öyle diyeceksin. Adın ne? Ben Toprak. Öğretmenler Minel dedi, adın Minel mi?.. Gerçekten mi? Tuhaf bir isim. Ne demek o?.. Benim adım Toprak, yerdeki topraktan. Minel… Minel ne?”
“Biymiyoyum.” Gözlerini kaçırdı inci tanesi. “Adım Miney ama şey, ayyem şöyyemedi ne demek.”
“Neden? Neden söylemediler?”
“Biymiyoyum.”
“Hiçbir şey bilmiyorsun.”
Minel ne diyeceğini bilemedi, kendini kötü hissetmişti. Tavşanına daha sıkı sarılırken yanakları utandığı için kızardı, buraya hiç gelmemeliydi, gitmek istiyordu.
Toprak kızın dolan gözlerini fark etti. “Ağlayacak mısın?” Başını yan yatırıp daha dikkatli bir şekilde baktı yeşil harelere, yanlış görmüyordu, Minel cidden ağlayacaktı. Ağlayan çocuklardan hoşlanmazdı, kendisi düşüp dizini çok kötü bir şekilde yaraladığında bile ağlamamıştı. “Ağlama.”
“Ağyamıcam.” diye itiraz etti Minel. Sesi zayıf çıkınca gözlerini kaçırdı. Toprak bıkkın bir nefes aldı, ilk günlerde diğer çocuklara yaptığı gibi bir konuşma yapmalıydı anlaşılan.
“Ağlaman için bir şey yok. Buraya oyun oynamak için geldik. İstemezsen gidersin. Zor değil. Ağlama. Ağlama sesi güzel değil. Akıllı çocuklar ağlamaz.”
Burnunu çekti Minel, zaten arkadaşı yoktu, ağlarsa onunla konuşan tek kişi de uzaklaşacakmış gibiydi. “Ağyamıcam.” diye tekrar etti, bu kez daha inandırıcıydı.
Toprak başını salladı göğsünü şişirerek, bir çocuğu daha sinir bozucu gözyaşlarından kurtarmıştı. “Ben arabalarla oynıcam.” diyerek ayaklandı, fazla bile hareketsiz kalmıştı. “Görüşürüz.”
Birkaç adım attı Toprak, bir tuhaflık hissedince durup arkasına baktı, artık oturmayan ve hemen arkasında olan Minel’le karşılaştı.
Kız çocuğu onunla konuşan kişinin yanından ayrılmak istemiyordu ancak Toprak kendisini fark edince utandığı için bahane buldu. “Ben de ayaba oynucam.”
“Sen mi?” Kaşlarını kaldırdı Toprak. “Bebeklerle oynasana.”
“Hayıy.” Gözlerini kaçırdı elbisesini sıkarken. “Ayaba oynucam. Benim evde de… Evde de ayabam vay.” Sadece bir arabası vardı fakat sonuçta vardı.
Omuz silkti Toprak, daha fazla bir şey söylemedi. Herkes istediği oyuncakla oynayabilirdi, o arabalarla oynayacaktı, ilgilendiği şey buydu.
Plastik çekmecelerden en sevdiği arabalardan üç dört tane alıp tişörtüne doldurdu, Minel Toprak’ın nasıl arabalar aldığına parmak ucuna kalkarak baktıktan sonra bir tane benzer araba seçti, seçtiği araba sarıydı.
Çocuk sınıfın erkeklerin araba oynadığı köşeye çekerken arkasındaki adım sesleriyle yine durup döndü. “Ben de oynucam, o yüsden geyiyoyum.” diye kendini açıkladı kız, Toprak ona kızmayınca kendine güveni yerine gelmişti.
“Bizimle mi oynayacaksın?”
“Evet.” Başını salladı.
Toprak erkeklerin yanına oturdu, hemen arabalarını arabalarına çarparak ortalığı karıştırmaya başladı. Minel nazikçe onun yanına çöktü, elbisesinin eteğini ve künyesini düzeltti, nasıl oynadıklarına baktı. Daha önce arabalarla oynamamıştı, sarı arabası komodininde dururdu yalnızca.
“Topğak duğ!” diye kızdı diğer çocuklardan biri. “Hep ağabalağı dağıttın, duğ.”
Toprak yaramaz bir şekilde güldü, çocukların arabalarını düzeltmelerine izin verdi. Haylazlıklarında pek yakalanmamasının en büyük nedenlerinden biri buydu, duracağı yeri bilirdi.
Toprak’ın sessizliğinden faydalanmak istedi Minel, tişörtünü çekiştirdi, çocuk ona bakınca “Naşıy oynucam?” diye sordu. “Ayabayayı mı çaypıcas? Kıyıyıyyay öyye.”
“Ne olurlar?”
“Kıyıyıyyay.”
Biraz düşündü Toprak. “Kırılırlar.” dedi sonra, bazı kelimelerini anlayamıyordu kızın, öğretmenlerine diyecekti tekrar, bu kızı kesin yanlış sınıfa vermişlerdi.
“Naşıy oynucaz Topyak?”
“Evde araban vardı, neden bilmiyorsun?”
Minel yakalandığı için utandı, gözlerini kaçırarak arabasına baktı. Bir kolu hâlâ tavşanına sarılıydı. “Şey…” dedi yavaşça. “Benim Kedi’m vay.” Konuyu Kedi’siyle değiştirmek mantıklı bir fikir gibiydi.
Toprak hayvanları severdi, bir akrabalarının evinin bahçesinde bir köpek vardı ve yürümeye başladığından beri o köpekle oynuyorlardı, enerjisini yakalayabilen nadir canlılardandı onu gördüğü an havlayıp kuyruğunu sallayan köpek. “Nasıl kedi?” diye sordu bu yüzden, ilgisini çekmişti.
Minel en sevdiği canlılardan birinden bahsedecek olmasının heyecanıyla konuştu. “Sayı kedi! Çok güsey! Küsküçücük çünkü… Şey, daha bebek. Asıcık yayamas, bebek oyduku için. Sonya… Tüyyeyi yumuşacık! Çok güsey. Şiyin patiyeyi vay. Beni çok şeviyoy. Kucakıma… Kucakıma ayınca sayıyıyoy.”
Toprak bahsedilen kediyi kafasında canlandırmaya çalıştı. “Adı ne?”
“Kedi.”
“Adını soruyorum.”
“Adı Kedi.” diye ısrar etti Minel, tavşanını gösterdi sonra. “Tavşanımın adı da Tavşan, kedimin işmi Kedi.”
Güldü Toprak, komiğine gitmişti böyle olması. Onun bir kedisi olsaydı adını Duman koyabilirdi, Zeytin veya Boncuk fakat Kedi koymazdı.
“Başka kedin olursa ne olacak? Ne koyacaksın adını?”
Minel duraksadı, bunu hiç düşünmemişti. Sarı elbisesinin tül eteğini sıkıp bıraktı düşünürken. “Şey… Oymucak başka kedim.” dedi en nihayetinde. Başka bir kedisi olursa Kedi üzülebilirdi.
“Arkadaş olurlardı, güzel olurdu.”
Başını iki yana salladı inci tanesi, kararlıydı. “Hayıy, üsüyüy. Babamın başka kısı oyşa, oyşa üzüyüyüm.” Gökhan’ın başka bir kız çocuğuna “güneşim” yahut “çiçeğim” dediğini düşünmek bile çadırına girip ağlamak istemesine yol açıyordu, Kedi’si de öyle hissedebilirdi.
“Kıskanç mısın?”
“Ne?”
Minel’in ifadesinden anladı Toprak kıskanç kelimesini açıklaması gerektiğini fakat bunu nasıl yapacağını bilemedi. Etrafına bakındı, açıklamanın bir yolu olmalıydı, pes edemezdi.
“Yani… Birisi başka birini… Şey, sevince üzülürsün. Bu kıskançlık.”
Minel dedesi ona açıkladığında anlamamıştı kıskançlığın ne demek olduğunu, adam örnek verdiğinde de tamamen örneğe odaklandığı için bir kelimeyi öğrenmeye çalıştığını unutmuştu ancak şimdi anlıyordu anlamını.
“Babam ayyemi şeviyoy, üzüymüyoyum. Kışkançyık oymas.”
“Öyle olmaz zaten, yani… Başka kızı olsa babanın… Üzülürüm dedin ya, kıskanç oluyorsun işte.”
Minel halının üzerine koyduğu arabaya baktı, kapışarını açıp kapatırken “Kötü mü öyye?” diye sordu çekine çekine. “Yayamas mı oydum?”
“Yooo…” Omuz silkti Toprak. “Ben de kıskancım, bir şey olmaz.” Babasını pek kıskanmazdı fakat annesinin komşu çocuklarına ilgi göstermesinden nefret ediyordu, yaptığı yanlış olmamalıydı, sonuçta annesi onun annesiydi.
“O saman tamam.”
Öğretmenler bir köşede duruyorlardı, birazdan çocukları toplayacak ve renkleri öğrenmelerine yarayacak bir oyun -çoğu çocuk üstün zekalı olmalarının etkisiyle renkleri biliyordu ama bilmeyenler de vardı, oyun onlar içindi- oynatacaklardı onlara. Oyundan önce gözlerini sınıfta gezdirdi içlerinden biri ve sabahtan beri tuhaf hissetmesinin nedenini buldu göz bebekleri: Toprak sakince oturuyordu.
“Baksana.”
Şaşkınca Minel ve Toprak’ı gösterdi. Minel’i ancak bu sabah tanısalar da kızın nasıl bir çocuk olduğu bakışlarından bile az çok belliydi, Toprak’la uzaktan yakından bir alakası yoktu fakat çocuk sınıfa geldiğinden beri onunla konuşuyorlardı.
“Belki artık yaramazlık yapmaz.”
Ümitli cümleye karşılık olarak başını iki yana salladı diğer öğretmen. “Belki de beraber yaramazlık yaparlar.” Göz göze geldiler, söz konusu Toprak’sa en uslu çocuk dahi yoldan çıkabilirdi.
.
.
.
Gökhan kapının önünden bir saniye dahi ayrılmamış, pantolonunun kirlenmesini umursamadan kaldırımın kenarına oturup Minel’in okulda olduğu süre boyunca yemek, maç ve araba videoları izlemişti. En son durağıysa kıvırcık saç videosuydu, bebeğinin buklelerini çok seviyor ve o buklelerin her zaman sağlıklı kalmasını istiyordu, ileride yapacağı saç bakımına şimdiden hazırlanmak en mantıklısıydı.
Çocuk sesi duyunca başını kaldırdı, duyduğu ses kızına ait değildi fakat anlaşılan bitmişti günleri, gümüş saatine baktı, ayağa kalktı, kayan künyesini düzeltti. Kaldırım velilerle dolmuştu ancak Gökhan fark etmemişti, algıları kızının sesi haricinde her şeye kapalı oluyordu.
Her biri birbirinden renki giyinen, öğretmenlerin anne babalarına teslim ettiği çocuklara pek bakmadı. Onun aradığı çocuk başkaydı, bacağını titretti, inci tanesi birkaç saniye içinde o binadan çıkmazsa endişelenecekti.
“Uyuyup kaykınca getiyicem ayabamı, göyücekşin.”
Kız çocuğunun oyuncak arabası olduğuna ısrarla inanmayan Toprak başını salladı fakat alaycıydı, kızın arabalarla nasıl oynandığından zerre kadar haberi yoktu, ne zaman oyuncak arabasıyla onun arabasına çarpsa “Öyye yapma. Kasa oyuy, güzey değiy.” cümlelerini duymuştu.
Minel kaşlarını çattı Toprak’ın yüz ifadesine, tam bir şey daha diyecekti ki babasını gördü, gözleri büyürken yüzüne çok büyük bir tebessüm oturdu. “Babacım!”
Öğretmenler gün boyunca sesi çıkmayan inci tanesinin bu haline şaşırdılar, kadınlardan biri Minel’i teslim edecekleri kişinin Gökhan Aktuna olduğundan emin olmak için kalabalığa baktı, adam uzun boyuyla kendisini belli ediyordu, öğretmen “Görüşürüz Minelciğim.” dedi bunun rahatlığıyla.
“Göyüşüyüs öğyetmenim! Göyüşüyüz Topyak!”
Toprak da “Görüşürüz.” diyecekti ancak kız çocuğu çoktan arkasını dönmüştü, omuz silkti annesinin yanına bir an önce gidebilmek için öğretmeninin kadını kalabalıkta seçmesini beklerken.
Gökhan Minel dizlerinin dibinde belirince Toprak’taki bakışlarını çekti. “Güneşim…” deyip kızını kucakladı hemen. Onu gülümser görmek rahatlatmıştı adamı.
“Seni çok özyedim.”
“Ben de seni çok özledim bebeğim.” Etrafına baktı, bir curcuna vardı. “Arabamıza gidelim, öyle konuşalım inci tanem, olur mu?”
“Oyuy.”
Gökhan arabasını park ettikleri yere ilerledi, adımlarında hiçbir tereddüt yoktu, kendini kaybederdi de arabasını kaybetmezdi.
Minel gününü anlatmak için sabırsızlanıyordu, hem babasının çantasına koyduğu kutudaki yiyecekleri de -üzüm, içi bayağı dolu olan bir yarım sandviç, bir çikolatalı kurabiye- bitirmişti, bunu da söyleyecekti.
Arabaya bindiklerinde ve yoldaki arabaların gürültüsü boğuklaştığında derin bir nefes aldı Minel. “Aykadaşyayıma adımı söyyedim.” diyerek anlatmaya başladı hiç beklemeden.
Gökhan kemerini takmak için bir hamle yapmadı, kızı tamamen gününü anlatıncaya kadar yola çıkmaya niyeti yoktu, yüz ifadelerini görmek istiyordu, arkasına döndü.
Babasının yüzünü görünce daha bir heveslendi inci tanesi.
“Önce şevmedim. Kimşe benimye konuşmadı. Ben de konuşmadım. Otuydum. Sonya… Sonya Topyak geydi. O benimye konuştu. Önce şey, ona kısdım.”
Gökhan kaşlarını çattı, Minel bunu görünce açıklamaya girişti öfkelenme nedenini.
“Çünkü bana dedi ki, dedi ki… Öğyetmenin çocukuşun. Küçükşün dedi. Ben de dedim ki hayıy. Sonya dedim ki babam dışayıda. O da dedi ki… Annen öğyetmen. Ben dedim ki annem öydü, o saman şey dedi, şey… Başın sağ oyşun. Öyünce öyye diyoyuz, öyye dedi.”
Gökhan Toprak’ı zerre kadar sevmese de derin bir nefes alıp gülümsemeyi başardı. “Evet babacığım, öyle diyoruz.” dedi yavaşça.
“Sonya, şey… Ayabayayya oynadık. Çünkü başka konuşmadım, o yüsden Topyak’ya oynadım. Dedim ki ayabam vay… İnanmadı bana. Uyuyup kaykınca ayabamı götüyücem. Şayı ayabamı… Göyünce anyıcak, yayan söyyemedim. Ben iyi çocukum.” Başını sallayarak kendini onayladı.
“Evet bebeğim, sen iyi bir çocuksun. Toprak seni fazla tanımadığı için yanlış düşünmüş olabilir.” Baba olmanın ne kadar zor olduğunu şu an daha iyi fark ediyordu, ılımlı konuşmak ve tebessüm etmek bayağı güçtü.
“Evet, yanyış düşündü. Oyabiyiy. Şey, biy de… Kıskançım ben, öyye öğyendim.”
“Anlamadım biriciğim.”
Gökhan, Minel’in Aktunaların kıskançlık genlerinden aldığının ve kendisini konusu açıldığında kıskandığının farkındaydı ancak bu konunun nereden çıktığını anlamamıştı.
“Konuşuyken öyye öğyendim. Başka kısın oyşa üzüyüyüm. Şey… Başka biyine güneşim demicekşin, di mi?”
“Demeyeceğim inci tanem, sen benim biriciğimsin.”
“Biy tanecikim.” diye şımardı kız. Gökhan yanağını okşadı. “Öylesin güzelim.” derken gözleri adeta parlıyordu, kızının ona şımarmasından daha güzel ne olabilirdi?
“Şimdi evimise gideyim, heykeşe okuyumu anyatıcam. Aykadaşım oydu! O da üç yaşında. Şey, aykadaşıs demedik ama… Ama oynadık, aykadaşız, di mi?”
Derin bir nefes aldı Gökhan. “Tabii.” diyerek başını salladı. Kızının ilk yaşıt arkadaşı bir kız olamaz mıydı? Doğru düzgün sevinemiyordu bile, kıskançlık zor işti.
“Ayabayayya oynamayı öğyenicem. Güsey oynucam.”
Gökhan arabayı çalıştırmıştı, bu yüzden bakışlarını Minel’e çeviremedi fakat bu, kıskançlığı onu ele geçirmişken konuşmasına engel değildi. “Onun yerine başka bir arkadaş edinebilirsin çiçeğim, beraber sevdiğin oyunları oynayabileceğin bir arkadaş.”
Minel bir süre sessiz kaldı, elbisesinin eteğiyle oynarken camdan dışarı bakarak düşünüyordu. “Ayaba oynamayı şevebiyiyim.” dedi sonra. “Topyak aykadaşımya oynayız. Sevdikim oyun oynayız.”
“Şu an sevdiğin oyunlardan bahsediyorum bebeğim. Evcilik, yemek yapma, Barbie bebekler… Seninle oynuyoruz, onlar babacığım.”
“Topyak beyki bebek şevey. Oynayabiyiyiz, uyuyup kaykınca soyucam.”
Gökhan’ın kafasını duvarlara vurmasına az kalmıştı. İki aydır el bebek gül bebek baktığı, bir dediğini iki etmeyip modadan toz zerresi kadar anlamadığı halde beraber moda tasarımcılığı bile oynadığı meleği bir çocuk için arabalarla oynamayı öğrenmek istiyor, Toprak severse bebeklerle oynayabileceklerini söylüyordu.
“Güzel olur biriciğim.”
Minel gülümsedi, iki yana sallanarak şarkı söylemeye başladı. Gökhan boynunu iki yana esnetti, Minel mutlu olduğu sürece geri kalan tüm durumların önemsiz olduğunu kendisine hatırlatmaya çalıştı.
Eve geldiklerinde kız çocuğu garajdan dış kapıya kadar olan yolu koştu, çantası babasındaydı fakat tavşanını kendi almıştı. Kapı bir çalışan tarafından açıldığında “Meyhaba.” dedi sevimli sevimli, içeri girdi.
“Koşman ne işe yaradı çiçeğim? Yine beni bekliyorsun.”
Anlamadı inci tanesi. “Hı?” dedi başını kaldırıp, ponponlu tokalardan çıkan saç tutamları sallandı, Gökhan bu haline gülüp yere çömeldi, bağcıklarını çözdü.
“Teşekküyyey babacım.”
İçeri zıpladı kız. “Babane, dede!” diye seslendi atom karınca gibi oturma odasında bir anda belirmeyi görev edinerek.
“Bir tanem, hoş geldin.”
Raif Minel’i böyle neşeli görür görmez rahatlamıştı; gün boyu Gökhan’ı aramış, Minel’in nasıl olduğunu sormuş fakat “Bilmiyorum, okulda.” cümlesinden başka bir yanıt alamamıştı.
“Hoş buydum dedecim.”
Minel koltuğa çıktı, daha sonra dedesinin onu almasına beklemeden adamın dizlerine yerleşti. Bu İstanbul beyefendisini de çok seviyordu, dedesinin güçlü havası ona kendini çok ama çok değerli ve dokunulmaz hissettiriyordu.
“Babanem neyde?”
“Lavaboya gitti bir tanem, birazdan gelir.”
“O saman, şey… O geyince anyatıcam, oyuy mu? Babanem de… Babanem de duymayı, sonya üsüyüy.”
Raif şefkatle yanağını okşadı bu evde olduğu ve sürekli sağlıklı yemekler yediği süre boyunca hastanede kaybettiği kiloları geri alan kızın. O hastanedeyken neler düşündüğünü, ne kadar vicdan azabı çekip kaç kez ufak bir mezarlıkla alakalı kâbuslar gördüğünü bir o bir de Allah bilirdi.
“Sen nasıl rahat hissedersen dedem.”
Gökhan her zamanki tekli koltuğuna oturdu fakat telefonunu çıkarmadı cebinden, kızı kendisine yönelik olmasa dahi bir şeyler anlatırken onu dinlemiyormuş gibi gözükmek istemiyordu. Her cümlesi dinlenmeye değerdi ve bunu bilmeliydi.
“Canımın içi, hoş geldin!”
İpek, gözlerinin mavisinde bir gömlek ve lacivert, kumaş bir pantolon giyen Gülten fazlasıyla şık gözüküyordu hafif dalgalı, taranmış, beyaz saçlarıyla. Minel babaannesine hayranlıkla -en güzel bulduğu kişi halası olsa da babaannesi de çok güzeldi, yaşını bile göstermiyordu ve çok zarifti- baktı; kollarını kaldırdı ayırdına bile varmadan.
Gülten Minel’i kucaklarken güldü eşinin bozguna uğramış ifadesine. Minel’in onun kucağından kendisine bir anda gelmesini beklemiyor olmalıydı.
“Hoş buydum babane. Şeni bekyedik çünkü okuyumu… Okuyumu anyatıcam. Sen de duy diye iştedim. Güzey yaptım mı?”
“Çok güzel yaptın babaanneciğim, ben çok merak etmiştim okulunu. Dinlemek istiyorum hemen.”
“Geyçekten mi?”
“Gerçekten tabii ki, dedenle babanı arayıp durduk ama baban bir şey söyleyemedi, o sırada okuldaydın çünkü.”
Minel iyice heveslendi bunları duymasıyla, babasına anlattığı leyleri babaannesi ve dedesine de anlatmaya başladı. Toprak kısmı geldiğinde Raif Gökhan’a baktı, oğlunu azıcık tanıyorsa Toprak’tan hoşlanmamış olmalıydı. Yanılmıyordu, Gökhan’ın yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı.
“Uyuyup kaykınca ayabamı götüyücem, sonya dicem ki… Şey, bebekyeyye oynayabiyiy miyiz?”
Raif Minel’in saçlarını okşadı, kızın açık yeşil gözleri kendisine çevrilince “Onun yerine bebeklerle oynamayı deven çocuklarla arkadaş olabilirsin bir tanem.” diye bir öneri sundu benzerini Gökhan’ın söylediğini bilmeden.
“Ama şey, Topyak aytık aykadaşım. O yüzden onunya oynamak iştiyoyum. Topyak’ı sevdim.”
Yanağının içini ısırdı Gökhan, başını başka bir yöne çevirdi. Sevdim, diyordu. Nasıl ki Gökhan başka birine “güneşim” demeyecekse ona göre Minel de başka birinden böyle bahsetmemeliydi, haksızlıktı.
İnci tanesi fark etmedi babasının bu hallerini, saçlarını geriye itti. “Kıyafetyeyimi değişicem.” diyerek babaannesinin kucağından indi, üst katta mutlaka bir çalışan olurdu, ondan kendisine kıyafet vermesini rica edecekti.
“Kıymısı bayık göyde, kıvyıya kıvyıya yüzüyoy. Bayıkçı Hasan geyiyoy, oytaşını atıyor. Kıymızı bayık…”
Sallana sallana odadan çıktı.
“Sakın Toprak hakkında olumsuz bir şey söylemiyorsunuz.” dedi Gülten Minel’in şarkı sesi uzaklaşır uzaklaşmaz, ailesini tanıyordu, Hale’ye yaklaşan her erkekle nasıl alay ettiklerini veya iyi bir hareketine dahi nasıl bir memnuniyetsizlikle yaklaştıklarını hatırlıyordu.
“Minel’imin ilk arkadaşı ve daha ikisi de çocuk. Tatlı kıskançlıklar tabii ki olabilir ama bu yüzden canımın içini üzerseniz, ona kendini kötü hissettirirseniz çok fena bozuşuruz.”
Gökhan bıkkın bir nefes aldı, tabii ki öyle bir şey yapmayacaktı. Kızı ileride sevgilisiyle onu tanıştırmak için geldiğinde bile meleğine hiçbir şey belli etmeyecek, tebessüm edip saçlarını okşayacak, çocuğa olabildiğince kibar davranacak fakat inci tanesi odadan çıktığı an o çocuğu eleştirebileceği her yönden eleştirecek ve kızını üzmemesi için birazcık (!) korkutacaktı.
“Biz öyle şeyler yapacak insanlar mıyız bir tanem?”
Raif’e kaşlarını kaldırarak baktı Gülten. Suat’ı nasıl çembere alıp korkuttuklarını, güya İstanbul beyefendisi olan eşinin nasıl ciddi ve korkutucu bir sesle “Kızımın gözünden tek bir damla yaş akıtırsan sana dünyayı dar ederim.” dediğini dün gibi hatırlıyordu.
Raif eşinin gözlerinden anladı hangi hatıraları gözünün önüne getirdiğini, kaşları çatıldı. “Suat farklı bir mevzuydu.” O gencin Hale’yi ne kadar üzdüğünü hatırlatınca öfkeli bir nefes aldı. “Ona az bile yaptım.”
“Yaptık.” diye düzeltti Gökhan. Hakan abisi kendisini tutup şiddete başvurmanın Ayaz’ın velayet davasını etkileyebileceğini söylemeseydi ablasının gözyaşlarını görmenin öfkesiyle ne yapacağından emin değildi.
Gülten ses çıkarmadı bu sefer, Suat’a fazlasıyla öfkelenmişti o da, aile üyelerine kızmak çelişkili olurdu.
Minel toz pembe, rahat kıyafetlerini giydikten sonra komodininden toz pembe çoraplar çıkardı; onları da giyip beyaz terliklerini ayağına geçirdi.
“Gideyim tavşan, Kedi’ye bakayım. Şonya boyama yapıcaz, sonya yapbos. Akşam beyki, şey, babam isin veyiyşe çisgi fiym izyeyiz. Tom ve ceyi oyabiyiy.”
Merdivenlerden indi, oturma odasına girdi. “Baba, tokayayımı çıkayıy mışın?” diye sordu direkt olarak, sarı ponponlar uymuyordu pembeye.
Gökhan “Gel güzelim.” dediğinde inci tanesi dizlerinin dibinde bitti, tokaları buklelere oldukça dikkat ederek çıkardıktan sonra kızının bebek kokulu saçlarına uzun bir öpücük bıraktı. “Canını acıtmadım babacığım, değil mi?”
“Acıtmadın Mineycim.” Gökhan’ın yanağına kısa bir öpücük kondurdu. “Teşekküy edeyim, çok kibay biyişişin.” Babasının bir şey söylemesini beklemeden arkasını döndü, koridora çıktığında adamın arkasından seslenişini duydu. “Çantana koyduğum yemekleri yedin mi?”
“Yedim, hepşini bitiydim!” diye seslendi gururla.
Minel Kedi’yle oynarken Raif Gökhan’a takıldı. “Sana çekmemiş, ilk günden kavga ederdi yoksa.”
Sırıttı Gökhan, kaşının üzerini başparmağıyla kaşıdı. Meleğinin onun gibi olma imkânı yoktu, ailesine az çektirmemişti okuldayken bile.
.
“Ya bir şey olduysa? Yaralanmış mıdır?”
Elini tuttuğu, kaldırımdaki kalabalığın arasında insanlara çarpmaması için uğraştığı eşine baktı Raif. “Sence? Ben karşı taraftan endişeliyim.”
Bugün Gökhan’ın anaokulundaki ikinci günüydü ve onu okula bıraktıktan yalnızca bir saat sonra kavga ettiği haberini almışlardı.
“Bugün de kapıda beklemeliydik, sana söylemiştim.” diye sitem etti Gülten. Raif derin bir nefes aldı, tane tane konuştu. “Biz arabaya binip yola çıkıncaya kadar anaokulun kapısından bize baktı, biz gidinceye kadar içeri girmedi, farkındasın, değil mi? Ayrıca iki sokak aşağıda oturuyorduk Gülten, beş dakikaya oradayız.”
Gülten Raif’in haklı olduğunu biliyordu ancak anne yüreği endişelenmeden, vicdan azabı çekmeden duramıyordu. Yine de Gökhan’ın bizzat seçtiği, “Bu okula gidicem, diğerini istemiyorum.” dediği büyük okulun binasına girinceye kadar sessiz kalmayı başardı.
“Oğlum? İyi misin anneciğim?”
Gülten içeri girdiğinde Gökhan başını kaldırdı, annesinin endişesini anlamıyordu. “İyiyim.” dedi bıkkınca.
Gülten Gökhan’ın sözüne güvenmedi, kahverengi saçları son derece dağınık olan çocuğun üzerini kontrol etti. Raif bu kontrolü odaya girer girmez yapmıştı ancak müdahale etmedi eşine, kendisi oğlunun iyi olduğunu görmeden içi rahat etmezdi, biliyordu.
Kavga ettiği diğer çocuğun anne babası on beş dakika sonra ancak gelebildiler, bu sürede Gökhan oflaya puflaya oturdu koltukta, ara sıra kavga ettiği çocuğa kötü kötü baktı.
“Neden çıktı kavga?”
Diğer veliler de çocuklarını kontrol ettikten sonra herkesin merak ettiği soruyu Müdür’e sorduklarında kadın derin bir nefes aldı. “Bunu ben de merak ediyorum ancak Gökhan şu ana kadar anlatmadı kavgayı başlatma nedenini.”
Gökhan omuz silkti. “Söyledim.” dedi umursamazca. “Annemle babam gelmeden anlatmam. Size anlatırsam… Anlatırsam onlar da soracak, onlara da anlatıcam. İki kez olucak, saçma.”
Raif oğlunun saçlarını okşadı. “Artık anlatsan mı peki?” dedi sakince, öfkesinin Gökhan’da ters teptiğini öğreneli çok olmuştu.
“Tamam, anlatıcam.” Fazla rahattı altı yaşındaki çocuk, her gün kavgaya karışıyormuş gibiydi. “Sınıfımısdaki kızın saçını çekti, ben de onu ittim. Böyle oldu.” Omuz silkti. “Bu kadar.”
“Oğlum?” Diğer çocuğun annesi inanamazca baltı oğluna. “Hangi kızın saçını çektin?”
“Melisa’nın!” diye kızdı diğer çocuk, Gökhan’a baktı çatık kaşlarla. “Melisa benim ikizim, onun çektim saçını. Başka biri değil.”
“İkizin olsa da çekemezsin!” Gökhan bu konuda çok ciddiydi, az önceki umursamazlığı kaybolmuştu. “Ben ablamın saçını hiç çekmedim. Çekilmez, öğrenmedin mi? Kız kardeşini… Kız kardeşini koruyacaksın, sen onun… Şey…” Kelimeyi bulamadı, hışımla etrafına baktı. “Canını acıttın!”
Raif kavga nedenini duyunca Gökhan’ın bu hassasiyeti karşısında gururlanmamış değildi fakat Gökhan’ı kavga etmesi konusunda cesaretlendirmek istemediği için belli etmedi. Gülten de aynı fikirdeydi, oğlunun saçlarında gezdirdi parmaklarını yalnızca, bu onu sakinleştirirdi.
“Sen de beni ittin! Canım acıdı!”
“Özür dilemicem! Hak ettin! İyi ki yaptım!”
Raif uyarırcasına baktı Gökhan’a. “Gökhan…”
Gökhan kollarını kavuşturup çatık kaşlarını bir saniye olsun düzeltmeden arkasına yaslandı, haklı olduğunu düşünüyordu. O bile yaramaz bir çocuk olmasına rağmen hiçbir zaman kızlara bulaşmaz, onların oyuncaklarına dokunmazdı. Bu çocuğun da ikizine iyi davranması gerekiyordu, o ablasıyla ne kadar şakalaşırsa şakalaşsın ona vurmazdı mesela.
“Size demiştim.” diye söylendi Müdür bir orta yol aramaya, çocukları barıştırmaya çalışmadan önce. “Okula gelmek istemiyorum, sonra böyle oluyor.”
.
“Hakkını yiyorsun oğlumun, ilk gün kavga etmedi. İkinci gün etti.”
Raif “Doğru.” deyip başını salladı. “Ben bunu nasıl unuturum? İkinci gün.” Gülten ona dirseğini vurduğunda sahte ciddiyetini bir kenara bırakıp güldü.
Gökhan anne babasına bakarken onlara ilk gün onların kapıda beklediğini bildiği için hiç kimseyle kavga etmediği gerçeğini söylemesi gerektiğini düşünüyordu ancak vazgeçti, uğraşamazdı.
Ayaklandı, işlerinin birikmesini istemiyordu, kızı oynarken dosyalarını halletmeliydi, ona masal okuyacak vakti bulması önemliydi.
O Toprak masal okuyabilir miydi? Okuyamazdı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |