Yeni Üyelik
33.
Bölüm

🐣66🐣

@imposiblety

Ayaz Aktuna’dan

 

Kollarımı kavuşturdum. Toprak onu kızdırmıştı ama hâlâ ondan bahsediyordu, arkadaşım diyordu bir de. İlk günden arkadaş mı yapılırdı? Çok çabuk güvenmişti, bence onları ayırmalıydık.

 

“Sayı ayabamı götüyücem, göşteyicem. Yayan söyyemedim, ayabam vay. Oynamayı, şey, biymiyoyum ama öğyenicem.”

 

Yanağımın içini ısırdım, bana bakıp konuşmamı beklediğini anlayınca “Bence başka bir arkadaş edinebilirsin.” dedim hızlıca. “İstediğin oyunları oynayabileceğin bir arkadaş.”

 

Dudakları büzüldü. “Heykeş öyye dedi.” dedi kafası karışık bir şekilde.

 

“Herkes kim? Kim öyle dedi?” diye sordum benimle aynı fikirde olanları anlamak için. Böylece bir birlik oluşturabilirdik.

 

“Babam, dedem, şen… Abimyeyye ve şey, amcamyayya konuşmadım.”

 

“Anneannem?” Kaşlarımı kaldırdım, ailenin kadınlarından destek alamayacağımızı biliyordum ama soracaktım, destek destekti, belki Toprak’ı sevmeyecekleri tutardı. “Annemle konuştun mu?”

 

“Babaneme anyattım. Hayamı da… Hayamı da ayadım, okuyumu anyattım.”

 

“Bir şey demediler mi?”

 

Ayakta duruyordu, yatağıma çıktı cevap vermeden önce. Düşmemesi için sırtından tuttuğumda gülümsedi. “Teşekküy edeyim ikiscim.”

 

Tüm olumsuzluk kayboldu, ben de gülümseyip saçlarından öptüm. “Rica ederim bebeğim.” Kız kardeşim olması çok tuhaf bir histi, dünyanın en öfkelisi bile olsam beni sakinleştirirdi, öyle bir hava veriyordu.

 

“Hayam dedi ki, dedi ki… Aykadaşın oymaşı güzey. Babanyay biy şey… Biy şey deyşe, şey, üsüyme. Ben onyaya kızayım. Böyye dedi. Anyamadım. Soydum. Dedi ki… Büyüyünce anyıcakşın.”

 

Annem tabii ki böyle demişti, diğer türlü düşünmem hataydı. Şimdi Toprak’ı savunurdu bize günlerce, eve de davet ederdi kesim, “Minel’in ilk arkadaşı.” derdi.

 

“Hey şey büyüyünce, neden öyye? Ne zaman büyücem?” Minel’e baktım, ne dediğini duymuştum ama anlamamıştım. “Ne dedin?” diye sordum bu yüzden.

 

“Hey şey büyüyünce diyoyyay, ne zaman büyücem? Topyak dedi ki küçüksün… Ama şey, okuya büyüyünce gidicem. Okuya gittim, haya küçüküm. Ne oyucak? Yanyış yeye mi gittim geyçekten?”

 

Kafasının arkasındaki buklelerle uğraşırken “Hayır bebeğim, doğru yerdesin.” dedim hiç tereddüt etmeden. “Sen Toprak’a bakma, yanlış söylemiş.”

 

Başını salladı. “Tamam.” Alnından öptüm. “Sen boyama yapmaya devam et, ben bir tuvalete gidip geleceğim.” Ayağa kalktım, odamın kapısına ilerledim.

 

“Neyeye?” Arkamı döndüğümde şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. “Buyda da… Buyda da vay tuvayet.” Odamın içindeki banyoyu gösteriyordu.

 

“Şey…” Enseme götürdüm elimi, Minel’in zeki ve dikkatli olduğunu unutmuştum, bazen normal üç yaşındaki çocuklar gibi saf olmasını istiyordum. “Başka bir tuvalete gitmek istedim, hem bacaklarım açılsın.” Odadan çıktım başka bir soru sormaması için.

 

“Arda!”

 

Kapısını pat diye açıp içeri daldığımda irkildi, başını kitabından kaldırdı. “Ayaz, bir şey mi oldu?” Ayaklandı hızlıca.

 

“Herkes iyi, otur.” dedim yatağına zıplayıp sırtüstü yatarken. Derin bir nefes aldı, günlük kıyafetlerimle nevresimin üzerine yatmama sinir olduğundan emindim, sırıttım.

 

“Eee, nasılsın?”

 

“İyiyim, teşekkür ederim, sen nasılsın?”

 

“Ben de iyiyim, Minel’den tuvalete gideceğim diye kaçtım.”

 

Kaşlarını çattı, kitabını kapatıp koltuğuna oturdu. “Cümlen çok kaba.” dedi ciddi ciddi. “Minel duyarsa hüzünlenir.”

 

Durdum, ne dediğimi düşündüm. “O anlamda değil.” dedim sonra. “Ondan sıkıldığım için kaçmadım oğlum, öyle bir şey yapmam. Niye sıkılayım ben Minel’den?”

 

Bir şey demedi, doğru söylediğimi biliyordu. Minel’le vakit geçirmeyi seviyordum, çok fena güldürüyordu beni, şirindi bir de.

 

“Gerçek öyle değilse neden yalan söyleyerek kaçtığını açıklama imkânın var mı?”

 

“Birincisi…” dedim başımı sallayıp. “Yalan söylemedim, dönerken tuvalete gideceğim. Ben bebeğime yalan söylemem, en son bir şey sakladım diye benden kaçtı tüm gün.” Dersimi almıştım, onu bir kez daha çadırında ağlarken bulmamak için her şeyi yapacaktım.

 

“İkincisi de…” Bıkkın bir nefes verdim. “Toprak yüzünden geldim.”

 

Kaşlarını çattı. “Toprak? Hatırlayamadım.”

 

“Hatırlayamadın çünkü düne kadar hayatımızda böyle gereksiz bir detay yoktu.” Dediğimi anlamamıştı, hızlı hızlı anlattım. “Minel’in okuldan arkadaşı, ilk günden nasıl hemen arkadaş ediniyorsa… Çok bilmiş, kibirli bir şey.” Yüzümü buruşturdum.

 

“Üç yaşında bir çocuk için bu ifadeleri kullanman sence doğru mu?”

 

“Gayet doğru!” diye kızdım, Arda da bana destek vermezse çıldırırdım herhalde. “Hem… Minel’in arabalarla oynamayı bildiğine inanmamış, Minel her şeyi bilir, ona mı kaldı inanmamak?”

 

“Fakat Minel cidden arabalarla oynamayı bilmiyor.”

 

Dikkate almadım itiraz edişini, söylenmeye devam ettim. “O da bebeklerle oynamayı bilmiyordur, Minel bir şey diyor mu? Bu düpedüz… Neydi lan o kelime, rencide!.. Rencide ediyor Minel’i.”

 

“Biraz hassas davrandığını düşünmekteyim.”

 

Bıkkınca baktım Arda’ya, en büyük şeyi başta söylemeyi unutmuştum. “Minel’in herkese anlattığı, ‘Sevdim.’ dediği Toprak erkek.”

 

Hafifçe doğrulup sırtımı yatağın başlığına yasladım, kollarımı kavuşturup Arda’yı izledim. Yavaş yavaş kızardı, ona baktığımı görünce gözlerini kaçırdı. “Ola…” Elini ensesine attı. “Olabilir. Minel erkek çoğunluklu bir çevrede yetiştiği için ilk arkadaşının da bir erkek olması gayet tabii.”

 

Böyle filozof filozof konuşuyordu ama emindim kıskandığına, Aktunaların genlerinden kaçış yoktu, hepimiz kıskançtık, dünyanın en iyi kalpli insanlarından falan olan Minel bile öyleydi.

 

“Nasıl bir çocukmuş?” Alayla baktığımda kendini savundu. “Minel’in ilk arkadaşını tanımak amacıyla soruyorum, lütfen şöyle bakma Ayaz.”

 

“Tamam, bakmıyorum.” Ayağa kalktım, Minel sıkılmıştı kesin odamda, tuvalete uğrayıp yanına gidecektim.

 

“Nereye?”

 

“Odama.”

 

“Konuşuyorduk.”

 

Sırıttım yerinde duramayışına. “Minel sana anlatır.” deyip çıktım odadan, Minel onun yanına gelinceye kadar meraktan hiçbir şey yapamayacaktı.

 

Koridordaki tuvaletlerden birine girdim, saçlarımı düzelttim parmaklarımla. Daha sonra ellerimi eşofmanımın ceplerine sokup odama yürüdüm.

 

“Neyde kaydın Ayascım? Canım şıkıydı çok.” diye şikâyet etti ben içeri girer girmez. Saçlarını karıştırdım. “Arda abinin yanına da uğradım bebeğim.” Doğruyu söylemekte fayda vardı.

 

“Beyabey gidebiyiydik Ayda abime, bana şöyyeyebiyiydin.”

 

Saçlarını karıştırdım bir kez daha, bir şey demedim. Boyamasına devam etti konuşmayacağımı anlayınca.

 

İlk geldiği günü hatırlıyordum da çok değişmişti her şey. Çok korkmuştu odama geldiğinde, ben ona oyundaki bir şey için kızdığımda. Ben de ona niye kızdıysam, saçmaydı lan, şu tip bir oyun için üzülür müydü?

 

Bukleleriyle oynamaya başladım, gülümsedi başını kitabından kaldırmadan. Şimdi itiraz falan ediyordu, kızıyordu bize, mantıklı da kızıyordu, bir şey diyemiyorduk, söyleniyordu bir de, kapılara çok söyleniyordu, dedem o yüzden ustalarla konuşuyordu dün, tüm kapıların kollarına falan baktıracaktı herhalde.

 

Her şey değişiyordu, iyi ki değişiyordu. Bu kıvırcık olmasa ne yapardık acaba? Düşünmek bile kötüydü, cidden kötüydü. Minel hastanedeyken bunu düşünüp ne kadar ağladıysam gözlerim birkaç gün daha acımaya devam etmişti.

 

“Yenk oyunu da oynadık gündüs.”

 

Kaşlarımı kaldırdım. “Öyle mi bebeğim?” dedim ilgili ilgili. Toprak’ı anlatmaktan ne oynadığını anlatamamıştı, hepsi onun yüzündendi.

 

“Hıhı.” Başını salladı. “Yeni yenkyey, yenkyey öğyenicem.”

 

“Öğrenirsin.” Benden çabuk öğreniyordu bir şeyleri, birkaç aya “yavruağzı” falan gibi antin kuntin renkleri bile öğrenip bize karşı çıkmaya başlardı hatta. “O şadece mavi değiy, bus mavişi.”

 

“Şey…” Dinlediğimi anlaması için başımı salladım, devam etti. “Heykeş biyiyoy yenkyeyi, ben biymedim, kötü mü öyye? Akıyyı çocuk değiy miyim?”

 

“Saçmalama Minel.” dedim hemen, böyle devam ederse gerçekten okula başlayınca çok yorardı kendini, çocuk gibi olmalıydı. Mesela ben anaokulundayken renk oyunu oynattıklarında “Renk körüyüm.” deyip kaçmaya çalışmıştım, Doruk abim öyle yaparsam kurtulacağımı söylemişti çünkü. İşe yaramamıştı tabii, uyanık annem öğretmenlere çoktan söylemişti renk körü olmadığımı, öyle olduğumu söylersem inanmamaları gerektiğini.

 

“Sen akıllı bir çocuksun, olmasan da sıkıntı yok. Bir şeyleri bilmemen önemli değil, hiçbirimiz umursamıyoruz.”

 

Yaşıtım biriyle konuşuyormuş gibi davrandığımı fark edince boğazımı temizledim, yanlış anlayabilirdi dediklerimi, Kuzey abimin bu durumda ne söyleyeceğini düşünüp konuşmaya devam ettim.

 

“Tabii ki yeni şeyler öğrenmelisin, kendini geliştirmelisin ama bir şeyleri önceden bilmemen sorun değil. Önemli olan öğrenmeye çalışman. Hem biz seni her türlü seviyoruz, Aktunaların inci tanesisin sen.”

 

Haberlerde kaç kez “Aktunaların inci tanesi” lafını duyduysam artık alışmıştım, ben de öyle diyordum bazen Minel’e.

 

“Biymemek şoyun değiy, öğyenicem. Yenkyey de öyye, öğyenebiyiyim.”

 

“Evet, öğrenirsin. Benim ikizimden kaçar mı?”

 

Yumruğunu havaya kaldırdı. “Kaçmas!” Bunu yapmayı ona ben öğretmiştim, gülüp yumruğunu öptüm, çok şirin oluyordu.

 

Elini indirdi gülüp. “Şiyin oydum, di mi?” dedi sevimli sevimli. Kendini de biliyordu, yanaklarını sıktım canını acıtmayacak şekilde. “Evet, çok şirin oldun.”

 

“Hayama benziyoyum.”

 

Durdum bir an, sonra başımı salladım. Annemle Minel’in dış görünüş olarak hiçbir benzerlikleri yoktu -annem esmerdi, düz saçlıydı, çocukluğundan beri uzun boyluydu, kahverengi gözlüydü; Minel’se beyaz tenli, sarı, kıvırcık saçlı ve yeşil gözlüydü- ama Minel’in annemi bir anne figürü olarak gördüğünü biliyordum, benzemediklerini söylesem üzülürdü.

 

“Şey… Doyuk abime gidicem ben, geyicek mişin? Sonya Ayda abime gideyis.”

 

Yapacak işim yoktu, ders çalışmayı sevmezdim. Bu yüzden “Gel, gidelim.” dedim elimi uzatıp. Kitabını aldım, o da tavşanını alıp elimi -işaret parmağımı- tuttu.

 

“Köştebekgiyyey…” İki yana sallanarak bir şarkı mırıldanmaya başladı, şarkıyı bilmiyordum, söyleyemedim ama ben de iki yana sallandım. Umrumda değildi tuhaf gözükmek, ikizimle vakit geçiriyorduk, kim ne diyebilirdi?

 

Doruk abimin kapısının önüne geldiğimizde elimi bıraktı, kapıya vurdu. “Doyuk abicim, geyebiyiy miyiz? Ayas ve ben… Giyebiyiy miyiz?”

 

“Gelebilirsin fıstığım. İstiyorsan sen de gel Ayaz.”

 

Doruk abimin Minel’e ve bana seslenirken sesinde oluşan farklılığı umursamadım, içeri girdim kapı kolunu aşağı indirdikten hemen sonra bebeğimin elini tekrar tutarak, Doruk abim kıskanabilirdi.

 

“Abicim, bis geydik.”

 

“Hoş geldin fıstığım.”

 

Abim sandalyesini döndürüp eğilerek kollarını açtı, Minel gülümseyip elini elimden kurtardı, afalladım, bu kadar çabuk satılmayı beklemiyordum.

 

Gidip Doruk abimin boynuna atladı, kollarımı kavuşturdum. Sanki günlerdir görmemişti, bu sevgi gösterisi neydi?

 

“Önce Ayaz’ın yanına gittim çünkü ikisim, şonya, şey… Ayda abime gidicem çünkü şen deyş, deyş yapıyoyşun ama Ayas gitmiş Ayda abime. Şen yanyız kaydın, o yüsden buyaya geydim.”

 

Doruk abim Minel’in yanaklarından öptü birkaç kez, aralarına girmedim, Doruk abimin derslerden yorulduğunu fark ediyordum, azıcık dinlenirdi Minel’le.

 

“İyi yaptın fıstığım.”

 

Minel’i dizine oturtturduktan sonra bana baktı. “Sen de mi geldin?” diye burun kıvırdığında gözlerimi devirdim. “Evet, ben de geldim.”

 

“Neden geldiysen, biz fıstığımla otururduk. Sana gerek mi vardı?”

 

Cevap verip eşit derecede sinir bozucu, kaba bir şey söyleyecektim ki Minel’i fark ettim. Kıyafetiyle oynarken bize bakıyordu ama gülmüyordu, ne diyeceğimi bekliyordu hafif bir korkuyla. Anladım bizi ciddi sandığını, onunla hiç bu tarz konuşmadığımız için anlamıyordu abi kardeş olmanın bazen böyle bir şey olduğunu.

 

“Şaka yapıyoruz bebeğim, ciddi değiliz.”

 

Doruk abim başını eğip Minel’e baktı hemen, yüz ifadesini görünce “Evet abim.” diye onayladı beni. “Şakalaşıyoruz, kavga etmiyoruz. Ben Ayaz’ı seviyorum, Ayaz da beni seviyor.”

 

“Geyçekten mi? Kavga yok, di mi?”

 

“Yok.”

 

Başını Doruk abime yasladı. “Kavga şevmem.” dedi yavaşça. “Eşki evde hep, şey, öyye. Aykut da öyye. O yüsden sevmiyoyum.”

 

Geçmişinden pek bahsetmezdi Minel, bazen böyle bir iki cümle ederdi sadece. Öğrenmek istiyordum ben ama, merak ediyordum ona ne kadar kötü davrandıklarını. İkisi de ölmüştü, Kubilay denen adam da müebbet hapis isteğiyle yargılanacaktı ama yine de…

 

“Niye Aykut diyorsun?” Bana baktığında devam ettim, sesim yumuşaktı, korkutmak istemiyordum onu. “Baban olduğunu zannediyordun, niye Aykut diyordun o zaman da?”

 

“Şey…” Gözlerini kaçırdı, elini yumruk yapacakken Doruk abim hemen tuttu parmaklarını. Avuç içi yara oluyordu Gökhan dayım tırnaklarını azıcık uzadıkları an kesse bile.

 

“Baba diyince kısdı çok. O yüsden… Babama da… Babama da önce baba demedim. Çünkü düşün yaptım ki kızacak bana, Aykut kısdı. Dedi ki baba yok.”

 

Doruk abimle bakıştık, dayıma baba dememe nedenini alışamaması zannetmiştik bunca zaman, korktuğu için demiyordu demek ki. Bunu söyleyecektim dayıma.

 

“Başka bir şey söyledi mi sana fıstığım? ‘Baba yok.’ mu dedi sadece?”

 

Biraz düşündü Minel, bu sırada Doruk abimin parmağını sıkıyordu. “Vuydu biy de.” dedi yavaşça. Gözleri bir yere daldı, bir şey demedik düşündüğü için, Doruk abim saçlarını okşadı sadece.

 

“Ben kötü şey yapmadım, yayamas değiyim. Baba… Baba diyebiyiyim. Yayamasyık oymaz. Aykut kötü, o yüzden vuydu, beni şevmediki için, yayamas… Yayamaz oydukum için değiy. Yayamaz oyşam, şey… Çocukyay yayamaz oyabiyiy.”

 

“Evet.” diye onayladım hemen. Böyle diyordu ama tereddütlüydü hâlâ; hak verdiğimizi görüp kötü bir şey yapmadığını, asıl kötülerin onlar olduğunu anlamalıydı. “Çocuklar yaramaz olabilir. Ben yaramazdım mesela.”

 

“Ben de yaramazdım.” dedi Doruk abim de. “Bir sürü şey kırdım, babamın yatağında zıpladım, bebekken dosyalarından birini de yemişim.”

 

“Ne?” Gözleri büyüdü Minel’in, hak veriyordum şaşkınlığına, bu hikâyeyi ben dinlediğimde ben de şaşırmıştım.

 

“Babam dosyalardan birini alçak bir masanın üzerinde bırakmış, ben de kağıtların köşesini yemişim. Abim babama seslenip kağıtların geri kalanını kurtarmış.”

 

Kuzey abim üç yaşındayken bile abiydi, doğuştan yükleniyordu herhalde bu skill.

 

“Çok komikşin Doyuk abi.” Güldü şirin şirin. “Kâğıt yenmes.”

 

“Biliyorum fıstık ama o zaman bebektim.”

 

Minel burnunu havaya dikti. “Ben bebekken yemedim, şen yemişsin kâğıt. Şaf bebek.” Kollarımı kavuşturup zevkle izledim bu hallerini; bazen fark ederek, bazense fark etmeden çok iyi kafa buluyordu bizim aileyle.

 

“Saf mı, ben mi?” Kendini işaret etti Doruk abim, şaşırmıştı. Neye şaşırıyorsa… Habire “Şaka yaptım.” diye diye dalga geçiyordu Minel’le, üstün zekâlıydı benim ikizim, tüm o şakaları hatırlayıp kendisi kullanıyordu sonradan.

 

“Evet, şen.” Hiç tereddüt etmemişti Minel. Çok güzel bir Aktuna yetişiyordu, sırıttım keyifle. “Kusey abim yememiş. Ben yemedim. Şen yedin.”

 

Doruk abim gözlerini kırptı birkaç kez. “Demek öyle…” dedi sonra. Ben ne olduğunu anlayamadan da Minel’i gıdıklamaya başladı.

 

“Doyuk abi! Duy!” Yardım etmek için araya girmekle kenarda durmak arasında kaldım. Sonra durmayı seçtim. Doruk biraz ciddiyetsiz olabilirdi ama güçlüydü, fazla fazla güçlüydü, boşuna Arın abiyle spor salonuna gitmiyordu sürekli.

 

“Ayas, yaydım et!”

 

Ama…

 

Derin bir nefes aldım, dayanamazdım bendem yardım istemesine. Kollarımı çözüp ayağa kalktım, Doruk abimin bir boşluğundan yararlanıp Minel’i çekip aldım, sonra yere bıraktım. Böyle anlarda atom karınca gibi oluyordu, bir dakikada Gökhan dayımın yanına uçacaktı.

 

“Yakayayamazşın beni, kaçıyoyum!” Tavşanını pat diye alıp kayboldu ortadan, kapıyı da açık bıraktı.

 

“Amcamın yanına gidecek, değil mi?”

 

Başımı salladım omuzları çöken Doruk abime. “Evet, şansına küs.” Gülümsedim sahte bir şekilde. Gökhan dayımdan Minel’i almasının imkânı yoktu, ancak akşam yemeğinde denk geldiklerinde gıdıklamaya devam edebilirdi, o da dayım Minel’in yanından bir saniyeliğine falan ayrılırsa.

 

“Niye alıyorsun Minel’i? Ne güzel gıdıklıyordum!”

 

Omuz silktim. “Yardım istedi, ben ikizimi yüzüstü bırakmam.”

 

“Ben ikizimi yüzüstü bırakmam.” diye beni taklit ettiğinde gözlerimi devirdim. “Azıcık büyü Doruk abi, çocuk musun sen?”

 

Kaşlarını kaldırdı. Bu bakışı biliyordum, benim de kaçma vaktim gelmişti, yoksa kafamı ovalar gibi saçlarımı karıştıracaktı. Elinden de kurtulamazdım, sinir bozucu abilik konusunda tecrübeliydi.

 

“Sana iyi dersler.”

 

Kaçamadım.

 

Başımı kolunun altına aldı, ben kusacak gibi hissedinceye kadar saçlarımı karıştırdı. En son onu ittirdiğimde geri çekildi, insafa gelmişti herhalde.

 

“Çok güzel yaptın saçlarımı, aferin!”

 

Sırıttı, birbirimize benziyorduk alaycılık konusunda ve sinirimi bozuyordu bu durum, aileye bendem bir tane yeterdi, Doruk abim bir tık daha ciddi olamaz mıydı?

 

“Eskisinden daha güzel oldu, emin ol. Berberine gitsen bana teşekkür eder seni o saç stilinden kurtardığım için.”

 

Gözlerimi devirdim parmaklarımla saçlarımı tararken. Asla vazgeçmeyecekti saçlarıma bulaşmaktan, asla.

 

“Neyse, sen niye geldin Minel’le?” Sandalyesine geri oturdu. “Normal kıskançlığın değil sanki, bir şey mi diyeceksin?”

 

Koltuğuna otururken ciddileştim. “Evet, konu seni kıskanmam değil. Konu Toprak.”

 

“Toprak?” Başını kaşıdı. “Toprak kim? Benim lügatımda öyle biri yok, niye son filmlerde ortaya çıkan Captain Marvel gibi davranıyor bu Toprak kişisi? Kim bu Toprak?”

 

Ben daha kim olduğunu anlatmadan yükselmişti, işte istediğim tepki buydu. Bol bol birbirimizi gazlayabilirdik.

 

“Minel’in ilk arkadaşı.”

 

Bir iki saniye durdu. “Kız mı, erkek mi?”

 

“Erkek.” Arkama yaslandım tepkisini daha rahat görebilmek için.

 

Kaşlarını çattı önce, sonra kelimenin anlamını bilmiyormuş gibi “Erkek?” diye tekrarladı dediğimi. “İlk arkadaşı, Toprak, erkek.”

 

Başımı salladım. “Evet, öyle.”

 

Sessiz kaldı bir süre, gözleri bir noktadaydı, kaşları hâlâ çatıktı. Keşke telefonumu getirseydim, o sindirene kadar oyun oynardım en azından. Belki Minel’le yaptığımız çiftliğe bakardım, tüm kaynaklarımızı hayvan yemi, çikolata, pasta veya çiçek buketi üretmek için harcıyordu, elimizde bir şey kalmayınca da “Bitti Ayas, napıcaz?” diye soruyordu masum masum, ben de arkasını topluyordum.

 

“Minel istediği herkesle arkadaş olabilir.”

 

Doruk abimin bana destek olacağını bil… Bir dakika, ne?

 

“Ne? Nasıl? Toprak diyorum, ilk arkadaşı diyorum. Sürekli övüyor, erkek diyorum.”

 

Yüz ifadesi değişmedi, ciddi ciddi “Fıstığım herkesle arkadaş olabilir.” diye tekrar etti bir de. Ben tam isyan edecektim ki devam etti. “Ama herkes fıstığımla arkadaş olamaz.”

 

Rahatlamıştım, derin bir nefes verdim. Aklım çıkmıştı beş dakikada, kimseden destek bulamayacağımı zannetmiştim.

 

“Nasıl bir çocuk bu Toprak? Ne anlattı Minel?”

 

Minel’in bana anlattıklarının kötü kısımlarını anlattım Doruk abime. “Böyle biri.” diye bitirdim sözlerimi sonra.

 

Başını yana eğdi. “Kibirli.” dedi memnuniyetsiz memnuniyetsiz. “Çok bilmiş, hoşuma gitmedi. Bir de herkese bulaşmış, Minel’i kötü etkileyeceğini düşünüyorum.”

 

“Bence de. Hem inanmamış araba olayına, yalan mı söyleyecek Minel?”

 

“Evet. Bir de arabasını götürüyor, niye kendini kanıtlamak zorunda benim fıstığım? Arkadaşlık arkadaşına koşulsuz şartsız inanmak değil midir? Niye inanmıyor Minel’in arabalarla oynamayı bildiğine?”

 

Minel cidden arabalarla oynamayı bilmiyordu, nasıl oynadığını bana anlatmıştı da en son arabaları konuşturup doktorculuk oynattığından bahsetmişti ama ikimiz de görmezden geldik bunu.

 

“Bu konuyu aile olarak istişare etmeliyiz.”

 

“İstişare?”

 

Elini geçiştirir gibi havada salladı. “Danışma, konuşma gibi bir şey işte. Arda’nın kelime dağarcığının onda biri sende olsaydı keşke.”

 

Ayağa kalkarken “Yok, kalsın.” dedim. “Antin kuntin kelimelerle uğraşamam.”

 

.

.

.

 

Hakan Aktuna’dan

 

“Yakayayamadın beni.”

 

Minel’in Doruk’a bakarak söylediği cümleyle Doruk gülümsedi. “Amcamın yanına kaçtın, yoksa yakalardım seni.”

 

Anlaşılan yine Minel’in Doruk’a bir şey yaptığı fakat sonrasında gıdıklanmaya dayanamayıp kaçmaya çalıştığı bir senaryo yaşanmıştı.

 

“Yakayayamadın işte, dedim. Babam beni kuytaydı, gıdıkyayamadın.”

 

Gökhan kolunu Minel’in omzuna atıp onu kendine çektikten sonra saçlarına bir öpücük bıraktı. Masanın altını babamın anneme hediye aldığı işleme örtü dolayısıyla göremiyordum fakat emindim ki Minel mutlulukla ayaklarını sallamıştı.

 

“Tabii ki kurtaracağım.”

 

“Benim güçyü kocaman babam…”

 

Minel her zamanki gibi şarkılarından birini söylemeye başladı, hafifçe gülümseyerek başımı eğdim. Bir hafta kadar sonra kendi evimize geçtiğimde yemek masalarında söylenen bu şarkıları özleyecek ve Aktunalar olarak yiyeceğimiz akşam yemekleri için hafta sonunu iple çekecektim.

 

Çalışanlar hepimizin kaselerine annemin yapılmasını özellikle söylediği o sağlıklı çorbalardan doldurduktan sonra Gökhan hiç beklemeden “Çorban bitecek.” dedi. “Tamam mı güzelim?”

 

“Tamam. Ben saten, saten yiyoyum. Bugün veydikin hey şeyi yedim. Göydün, di mi?”

 

“Görmeme gerek yok bebeğim, bana yediğini söyledin. Sana inanıyorum.” Birkaç saniye durdu, çorbasına dönerken “Ben Toprak gibi değilim.” dedi.

 

“Toprak?” Kaşlarımı hafifçe çattım, soru Engin’dendi ama ben de Toprak’ın kim olduğunu bilmeyenlerdendim. Galiba Kuzey de benimle aynı durumdaydı çünkü onun da kaşları çatılmıştı.

 

“Minel’in okuldan ilk arkadaşı.”

 

Hale’ye baktım; Gökhan, Doruk, babam, Ayaz ve Arda’nın aksine mutlu gözüküyordu. Anlayamadığım şeyler vardı, herhalde bu durum Minel’in okulla alakalı söylediklerini işten geç geldiğim için dinleyememiş olmamla alakalıydı.

 

“Sana söylemiştik bebişim, mutlaka arkadaşın olacak, seni sevenler olacak. İlk günden arkadaş edinmişsin, çok güzel bir şey bu.”

 

“Evet.” Gözlerimi Engin’e çevirdim. Gözleri herkesin üzerindeydi, büyük bir ihtimalle o da benim gibi neyi kaçırdığını bulmaya çalışıyordu. “Bu çok güzel bir şey, nasıl tanıştınız arkadaşınla?”

 

“Şey… Şonya geydi Topyak. Çünkü uyumuş.”

 

Ayaz “Sorumsuz.” diye söylendi. Kaşlarımı iyice çattım, Ayaz olaylara kolay kolay ciddiyetle yorum yapmazdı.

 

“Heykeşye konuştu. Şonya beni göydü. Önce düşündü ki öğyetmen çocukuyum. Çünkü şey, küçük düşündü beni. Öyye dedi. Sonya dedim ki hayıy. Sonya inandı. Beyabey oyun oynadık, ayabayayya… Ayabayayya oynadık. Yayın şayı ayabamı götüyücem, ayabam oydukuna inanmadı.”

 

“Arabalarla mı oynadınız?” Doğru duyduğumdan emin olmak için soruyordum çünkü Minel bebeklerle oynardı, bunu cinsiyetçilik yaptığım için söylemiyordum, bir oyuncak mağazasına ne zaman gitsek arabalarla dolu olan reyonları tamamen atlayıp bebeklerin olduğu yere gidiyordu.

 

“Evet. Topyak öyye iştedi, ben de oynadım. İyk aykadaşım.” Gökhan başını diğer tarafa çevirdi, Ayaz kollarını kavuşturdu, babam tabağına baktı.

 

“Galiba küçük bir not geçmem lazım.” Doruk’a baktım, sahte bir şekilde gülümsedi. Bu tebessümün ardını biliyordum, hoşumuza gitmeyecek bir cümle söyleyecekti. Kaşığımı kenara koyup peçeteyle dudaklarımı sildim.

 

“Toprak erkek.”

 

Tepki vermemeliydim, tabii ki olabilirdi. Minel neşeli, arkadaş canlısı bir çocuktu. Şu anda da büyüyünce de erkek arkadaşları olacaktı ve onlardan bahsedebilirdi, bu durum da gayet normaldi. Kıskançlık gibi bir duyguya kapılmamalıydım, mantıklı bir insandım.

 

“Evet, eykek. Şey, kıvıycık saçyayı vay. Çok güsey saçyayı.”

 

Kıvırcık saçları güzel bulabilirdi, kendi saçları da kıvırcıktı ve biz buklelerini övüyorduk, onun da Toprak’ın saçlarını güzel bulması normaldi.

 

“Senin saçların daha güzel bal kızım, boşver Toprak’ın saçlarını. Ne gerek var ona?”

 

“Öyle demiyoruz Engin, öyle demiyoruz canımın içi.” Annemin uyaran sesiyle arkasına yaslandı Engin, kollarını kavuşturup homurdandı.

 

“Toprak’ın saçlarının da kıvırcık olması çok hoş canımın içi, birbirinize benziyorsunuz, ne güzel.”

 

“Evet, bensiyoyuz. Beyki, şey, sayıyı seviyoy. Uyuyup kaykınca soyucam.”

 

Gökhan yüzünü sıvazladı, aynısını ben de yapmamak için elimi yumruk yaparak masadan indirdim. Mantıklı olmalıydım, kıskanacak bir şey yoktu. Söz konusu üç yaşında iki çocuktu. Arkadaşlık etmelerinden daha güzel ne olabilirdi?

 

“Topyak’ı şevdim.”

 

Ama bu kadar da olmazdı.

 

Gökhan “Ben bir su alıp geleceğim.” diyerek masadan kalktı. Hale yüzü odadan çıkmadan önce gördüğüm kadarıyla kızarmış Gökhan’ın arkasından “Soğuk su.” diye seslendi. “İyi gelir.”

 

“Dalga geçme.” Hale’ye sitem eden Engin’di, haklı bir sitemdi, babam bile müdahale etmemişti.

 

“Neden şu aymaya gitti babam?” Minel bana bakıyordu, fark edince boğazımı temizleyip “Susadı güzelim.” gibi oldukça düz bir cevap verdim.

 

“Ama şu vay maşada.” O ana kadar dikkatimi çekmeyen fakat masanın rahatça görülebilir bir konumundaki su dolu sürahiyi işaret etti. Dudaklarımı ıslattım, zihnim sanki işlemeyi durdurmuştu.

 

Gaye ile ayrıydık ve ona olan aşkım artık küllenmişti, Hale de Suat’la yaşadıklarından sonra bir sevgili fikrinden uzak duruyordu. Dolayısıyla bir insanı kıskanmamı gerektirecek bir durum son yıllarda başıma hiç gelmemişti, üç yaşındaki yeğenimin bir arkadaşından bahsetmesi sanırım bu yüzden beni bu kadar etkilemişti, kıskançlığıma olan bağışıklığım ve bu duyguyla başa çıkmayı öğrenmiş mantık mekanizmam körelmiş olmalıydı.

 

“Sürahideki suyu sevmiyor baban, o su beklemiş.”

 

Saçma açıklamam karşısında Minel haklı olarak gözlerini kırpıştırdı, diyecek bir şey bulamamış olmalı ki ördekli kaşığını çorbasına daldırdı. Derin ve sessiz bir nefes bıraktım.

 

Prenses gibi davrandığım ve onu lilalı pijamalarıyla moda dergisini karıştırır halde bulduğum andan, yeğenim olduğunu daha bilmediğim halde ona kalbimdeki babalık iç güdüsünden dolayı değer vermeye başladığım andan beri her istediğini yaptığım yeğenim Toprak istediği için arabalarla oynadığını söylüyordu.

 

“Bebeklerle de oynayabilirlerdi, Toprak daha anlayışlı olmalıydı.” Kuzey’in yalnızca benim duyabileceğim kadar kısık bir ses tonuyla dillendirdiği cümleye başımı sallayarak onay verdim, daha sonra bu jestle yetinemeyerek konuştum. “Kesinlikle. Centilmen olmayı öğrenmesi gerek.”

 

Minel gibi konuşmuştum, zaten şu anki kıskançlığım da çocukçaydı ancak kendime engel olamıyordum. İnternette denk geldiğim videolarda karşıma çıkan ve kızlarını parktaki çocuklarla oynarken, onlara gülerken görünce kaşlarını çatan babaları mantıksız buluşum aklımın arka planında oynuyordu. Büyük konuşmuştum.

 

Aktuna kıskançlığımızı bir kenar bırakırsak Minel’in ilk günden arkadaş edinmesi ve okul hakkındaki korkularının neredeyse tamamen yok olmuş olmaması yabana atılacak bir durum değildi, artık soğuyan çorbamı içmeye devam ederken kendime bunu hatırlatıp durdum.

 

“Halacığım?”

 

Gökhan mutfaktan geri geldiği an ona yaslanıp endişeyle “İyi mişin babacım?” diye soran ve Gökhan’a hareketleri konusunda daha dikkatli olması gerektiğini hatırlatan Minel başını kaldırdı. Hale’nin bu ses tonu yalnızca ona yönelik oluyordu ve inci tanemiz de bunu biliyordu.

 

“Efendim Mineycim?”

 

İster istemez gülümsedim, bu ufaklığa çok fazla şefkat duyuyordum. Etrafa tamamen sevgi yayıyordu; hiçbir zaman sevgisiz bir aile olmamış, aksine birbirine delilercesine aşık bir çiftin çocukları olmanın verdiği ekstra sevgiyi tatmıştık fakat bu kız çocuğu farklıydı, çok koşulsuz bir sevgisi vardı.

 

“Yarın seninle kuaföre gidelim, olur mu? Okulunun çıkışında seni babaannenle ben alırız, gideriz.”

 

Minel önce hevesle başını salladı, sonraysa durdu. Yine geçmişinin aklına geldiği düşüncesiyle kaşlarım çatıldı. O insan müsveddelerinin yaptıkları şeyleri duydukça öfkeden kendimi tanıyamayacak hale gelecekmiş gibi hissediyor ve bunu her gün yapmaya çalıştığım spor rutinime de yansıtıp çoğu egzersizin yerini siyah bir kum torbasına bırakıyordum.

 

“Şey, babam duymucak mı dışayda?” Gökhan’a baktı, gözleri mahzundu. “Okuydan gitmek işteyşem napıcam? Geyemezşin o saman, oyda mı kayıcam… Kayıcam hayamyay geyene kaday?”

 

Okul fikrine ne kadar alışmış gözükürse gözüksün hâlâ korkuyordu, okuldan oldukça mutlu bir şekilde bahsedişinden sonra açıkçası böyle olmasını beklemiyordum fakat anlayabiliyordum, yeni bir ortama giriyor ve yeni insanlar tanıyordu, hayatına şu ana kadar giren insanlardan da bir tek bize tam anlamıyla güvenebilmişti, zor olmalıydı.

 

“Hayır bebeğim, ben yine dışarıda beklerim. İsterseniz sizi kuaföre ben bırakırım, ne dersin abla? Daha iyi olur, değil mi?”

 

Hale hızlıca başını salladı. “Tabii, ben de zaten onu kastetmiştim. Minel’i okuldayken o isteyinceye kadar, tamamen alışıncaya kadar yalnız bırakmayacağız. Böylece bir terslik olursa hemen senin yanına gelebilecek. Ben de öyle düşünüyordum.” Her kelimeyi tane tane söylüyordu, amacı inci tanemize her koşulun onun istediği gibi olmasına uğraşacağımızı anlatmaktı.

 

“Zaten Gökhan dışarıda beklemese bile…” Yeşilleri Engin’e döndü, dudaklarının kenarına ufak bir tebessüm filizi yerleşti. Engin ve Doruk onu o kadar güldürüyorlardı ki onlar bakarken farkında olmasa da hemen gülümsemeye başlıyordu. “Öğretmenler onu aradığında hemen okula gidebilir. Biz de gidebiliriz, öğretmenlerde hepimizin numarası var.”

 

Başımı salladım, doğruyu söylüyordu. Ayaz dahil olmak üzere tüm Aktunaların numarası öğretmenlerde vardı. Aile doktorumuzun ve son olanlardaki desteğinden sonra ailemizin en güvenilen çalışanı olan Kâmil’in de numarası olması gerekiyordu, yanlış hatırlamıyorsam Gökhan onlardan da bahsetmişti.

 

“Geyçekten mi?”

 

Hiç beklemedim. “Gerçekten amcam. Senin rahat olman için her şeyi düşündük, herkesle konuştuk. Sen bizim için çok değerlisin ve bunu herkese söylüyoruz.”

 

Yanakları kızardı, bu haline gülümsedim ve Gökhan’ın kollarının arasına saklanacağını düşündüm ama yapmadı. Onun yerine “Biy tanecikim, di mi?” diye sordu.

 

“Evet babacığım, bir taneciksin.”

 

Aktunaların inci tanesi ne kadar değerli olduğunu artık biliyordu.

Loading...
0%