Yeni Üyelik
34.
Bölüm

🐣67🐣

@imposiblety

Imposiblety’den

 

Minel okula özel olan terliklerini açık mavi çoraplı ayaklarına geçirdikten sonra pantolonunu, doğrulunca tişörtünü düzeltti. Hırkasının kollarını aşağı çekti, yere bıraktığı tavşanını ve sarı arabasını aldı. Sınıfta yalnızca birkaç kişi vardı, anlaşılan erken gelmişti.

 

Dün arabalarla oynarken onlarla olan çocuklardan birini aradı gözleri, tanıdıklık ona rahat hissettiriyordu zira.

 

Gözlüklü, kahverengi saçlı, beyaz tenli, kırmızı bir uzun kollu tişört giyen çocuğu gördüğünce çekingence de olsa yanına ilerledi. “Meyhaba.” derken onun kendisini hatırlamasını umuyordu.

 

“Meğhaba, gel, otuğ. Topğak biğazdan geliğ.”

 

Minel heyecanlandı kabullenilmesinin etkisiyle, dizlerinin üzerine oturdu. Babaannesi onu halı olmayan yerlere oturmaması konusunda tembihlemişti, bir bacağını hafifçe kaldırıp zemine baktı, halı vardı.

 

“Minel mi senin adın?”

 

Çocuğa baktı, başını salladı. “Hıhı, Miney.” dedi yavaşça. “Senin adın ne?”

 

“Miğaç.”

 

İnci tanesi daha önce böyle bir isim duymamıştı, tekrar etti. “Miğaç.”

 

Miraç derin bir nefes alıp başını iki yana salladı. “Hayığ, Miğaç değil, Miğaç.” Söylemediği bir harfin isminin ortasında olmasından daha sinir bozucu bir durumla karşılaşmamıştı üç yıllık ömrü boyunca.

 

“Öyye dedim, Miğaç.”

 

Miraç pes edip omuzlarını çökertti, Minel’le bu hususta anlaşamayacakları belliydi. Toprak gelince Minel’e isminin doğrusunu söylerdi. Tüm harfleri doğru söyleyebiliyordu arkadaşı bazen dili şürçüyor olsa da.

 

Sessizlik olduğunda, Miraç legolarla uğraşmaya devam ettiğinde Minel ne yapacağını bilemedi. Tavşanıyla şu an konuşamazdı, Miraç ne konuştuklarını duyabilirdi. Kalkıp giderse de kabalık etmiş olurdu ve yeni arkadaşına böyle bir harekette bulunmak istemiyordu.

 

“Ayabamı getiydim.”

 

Sessizlik böyle bir cümleyle bozulduğunda Miraç ilgiyle başını kaldırdı, burnuna kayan gözlüklerini düzelttiğinde daha net gördü sarı, metal arabayı. “Aaa…” dedi elini uzatırken. “Çok güzelmiş, bakabiliğ miyim?”

 

Minel tebessüm ederek başını salladı arabasını Miraç’ın parmaklarına bırakırken. “Dikkatyi oy, oyuy mu?” diye kibarca uyarmayı da ihmal etmedi. Başka bir oyuncağı olsa sıkıntı olmayabilirdi fakat bu araba önemliydi, babasının araba sevgisinin bir göstergesiydi bir nevi ve Minel Gökhan’ın değer verdiği her şeye değer verirdi.

 

“Kapılağı da açılıyoğ. Çok güzelmiş, güle güle kullan.”

 

Minel gülümsedi. “Teşekküy edeyim.”

 

Miraç Minel’in başka bir şey demeyeceğini fark edince legoları öne itti. “Bak, bunlağla da oynayabiliğiz.”

 

Minel renk renk legolara baktı. “Bunyayya oynamayı biyiyoyum.” dedi yavaşça, bu sefer gerçekten biliyordu, bunlarla bina inşa edebilirlerdi.

 

“Baybi evi yapabiyiyiz.”

 

“Ne?” Şaşırdı Miraç, legolarla çok sık oynamasına rağmen bu tarz bir şeyi hiç düşünmemişti.

 

“Baybi evi. Odayayı oyuy, mutfakı da oyuy. Güsey biy ev.”

 

Miraç önlerindeki parçalara baktı, sonra arka çaprazındaki kutuya uzandı. Yeterince parça olduğundan emin olunca “Yapabiliğiz.” dedi odaları nasıl içleri boş yapacağını düşünürken.

 

Minel ellerini çırptı neşeyle, bildiği bir şeyi yapacaklardı. Hem sonrasında buradaki Barbie bebeklerle o evde oynayabilirlerdi.

 

Minel Miraç’ın planlamasına güvendi, çocuk ne zaman “Şuğaya lego koyabiliğ misin?” dese sessizce başını sallayıp sarı veya pembe bir lego seçerek oraya taktı. Miraç gözlerini kısıp dikkatle odaları ayarlarken Minel meraklı ve masum gözlerle izliyordu Barbie evlerinin temelini tebessüm ederek.

 

“Ben geldim!”

 

Toprak içeri girdiğinde Minel gözlerini o tarafa çevirdi, ses çıkarmayıp evlerine döndü, Toprak yanlarına gelirdi. Hem o sırada Miraç “Şuğaya da lego lazım.” demişti.

 

Beş dakika kadar geçti, Toprak herkese bulaştıktan sonra Miraç ve Minel’in yanına geldi. “Ne yapıyorsunuz?” dedi kaşlarını kaldırıp.

 

“Yegoyayya ev, Baybi evi.”

 

“Ne?”

 

“Yegoyayya Baybi evi yapıyoyuz.”

 

Toprak Minel’in bazı kelimelerini çözmeye çalışırken cidden zorlanıyordu, en azından legolar halının üzerindeydi, yarım kelimelerle görselleri birleştirebiliyordu.

 

“Ben de yapıcam.”

 

Yere oturdu. Minel “Yapabiyiyşin.” dedi kibar kibar. “Ama bosmak yok, güzey ev yapıyoyuz, tamam mı?”

 

Toprak “Bozmazsak eğlenceli olmaz.” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştı fakat inci tanesi Miraç’la harcadıkları emekler konusunda katıydı, kaşlarını hafifçe çattı. “Bozucakşan oymas, oynayamayız. Öyye oynamıyoyuz biz, di mi Miğaç?”

 

“Miğaç?” Güldü Toprak. “Miğaç değil, Miraç, Miraç!” dedi sonra, el hareketleriyle de arkadaşlarının isminin doğru telaffuzunu vurgulayarak.

 

“Miyaç mı? Ama Miğaç dedi Miğaç.”

 

“R’leri söyleyemiyor. Sen de söyleyemiyorsun.”

 

Minel bunu ailesinden duymuştu, şaşırmadı. “Büyüyünce söyyücem.” dedi hiç tereddüt etmeden. “Küçük oydukum için öyye.”

 

“Küçük olduğunu kabul ettin!” Bir detayı işaret eder gibi işaret parmağını uzattı Toprak. “Bak, gördün mü, bu sınıfta olmamalısın işte. Küçüksün.”

 

Minel kaşlarını çattı. “Hayıy.” Kaç kez daha itiraz etmesi gerektiğini bilmiyordu, Toprak neden ona inanmıyordu ki?

 

“Çocukum diye öyye… Öyye dedim. Üç yaşındayım. Şen de üç yaşındaşın. Sonya… Miyaç da üç yaşında. Bu yüsden aynı şınıftayız. Bana biy kes öyye deme, şevmiyoyum.”

 

Toprak itiraz etmedi bu sefer, bir tartışmanın peşinde değildi hâlâ daha ikna olmamış bir tarafı barındırsa da. Legolara çevirdi hareketsiz duramayan ellerini, yerinde kıpırdandı.

 

“Bosmak yok.”

 

Minel’in uyarısıyla ofladı. “Tamam.” Bu kız gerçekten oynamaktan anlamıyordu. Önce arabalarla kaza yapmalarını istemeyip onları konuşturmaya çalışıyordu, sonra da legoları yıkmayacaklarını söylüyordu.

 

Bir saat kadar legolarla uğraştılar. Toprak yerinde duramayışının etkisiyle on kez kalktı, sınıfı dolaştı, bazen insanlara bulaşmayı da ihmal etmedi. Miraç ve Minel ise sabitlerdi, mühendis edasıyla çalışıyorlardı renkli, plastik bloklarla.

 

“Bunu buyaya…”

 

Minel parmağının sıkışmaması için dikkat ederek bir yeri gösterdiğinde Miraç başını salladı. “Haklısın.” Minel tebessüm etti, Miraç’ın ona hak vermesini seviyordu çünkü yalnızca ilk beş dakikada Miraç onun gözünde legoların bilirkişisi olmuştu. Her şeyi çok iyi planlamasının bundaki etkisi büyüktü.

 

“Yeşil de koyalım. Şuraya gelsin.”

 

Toprak nadiren samimi bir şekilde bir isteğini belirtiyordu, bu yüzden Minel onu dinledi, yeşil bir legoyu aldı sonraki parça olarak.

 

“Neyeye?”

 

“Şuraya.” diye bir kez daha gösterdi Toprak. Minel oraya baktı. “Ama…” diye mırıldandı. “Oyaya koytuk yapıcas.” Toprak bir şey söyleyemeden “Oyşun.” diyerek teselli etti kendini. “Koytukumuz yeşiy oyabiyiy. Pembe ve şayı, şey, yatak yapayıs bebeke.”

 

“İki koltuk yapabiliğiz.” Miraç Minel’in üzülmesini istemiyordu, onunla oynayan ve r’yi söyleyemeyişiyle dalga geçmeyen, kendisi de r’yi söyleyemeyen bu kızı sevmişti. “Diğeğ koltuk sağı oluğ.”

 

“Geyçekten mi?”

 

“Geğçekten. Evi biz yapıyoğuz, istediğimiz oluğ.”

 

Toprak atladı hemen. “İstediğimiz olursa garaj yapalım. Arabalarımız oraya. Dışarıda kalırlarsa çarparlar.” Kendi arabalarının çizildiği zaman gelmişti aklına, babasının ne kadar öfkelendiğini hatırlıyordu. Arabalarını kim çizdiyse onu bulup ona taş atmak istemişti babasını öyle görünce. Babasını onun dışında kimse kızdıramazdı.

 

Araba denince Minel’in aklına sarı arabası geldi. “Topyak!” dedi yakındaki birkaç çocuğun kendilerine bakmasına, hatta bir tanesinin irkilmesine neden olacak yükseklikte bir sesle. “Ayabamı getiydim!”

 

Toprak meraklandı, kaşlarını hafifçe kaldırdı, Minel arabasını yanından alıp Toprak’a uzattı gururla, yalan söylememişti, bu araba da kanıtıydı.

 

Toprak metal arabayı aldı, kapıları ve boyayı, tekerlekleri inceledi. “Güzelmiş.” Minel’i sinir etmeyi seçip “Çok çirkin.” demekti planı fakat arabayı görünce takdirini gösterme dürtüsüne engel olamamıştı.

 

“Di mi?” dedi Minel hevesle. “Ben şeçtim. Babamda da…” Rengin ismini hatırlamaya çalıştı, dünkü oyun ve babasının sürekli söylediği o renk… “Şiyah vay.” Yavaşça konuşmuştu, bir iki saniye daha düşününce emin olup daha yüksek bir sesle tekrarladı. “Babamda da şiyah ayaba vay.”

 

“O da böyle mi?”

 

Miraç’a baktı. Başını iki yana salladı. “Hayıy, faykyı. Bisim ayabamızdan o, böyye değiy. Ama, şey, adını biymiyoyum.”

 

Aile üyelerinin hiçbirinde aynı model olmadığı için “bizim ayabamıs” demesi arabalarını anlatmaya yeterli olmuştu şu ana kadar, arabalarının özel ismini öğrenmeye gerek duymamıştı.

 

“Soğun değil. Heğkes ağaba bilmez.”

 

Tebessüm etti Minel, anlayışla karşılanınca mutlu oluyordu ister istemez. Sevgi dolu bir ortam istiyordu gittiği her yerde, Aktunalar onu bir sevgi denizine alıştırmışlardı zira.

 

“Çocuklar!..”

 

Öğretmenlerine çevrildi başları, kadın tüm bakışların üzerinde olduğundan emin olunca gülümsedi. “Hep beraber oynayacağımız oyunumuza artık başlayalım mı?”

 

Minel hiç beklemeden ayağa kalktı, tişörtünü ve hırkasını düzeltip tavşanıyla arabasını aldı. “Uyuyup kaykınca evimizi bitiyiyiz.” dedi Toprak’a, yeşilleri Miraç’a döndü sonra, çocuğun akşının legolarda kaldığını anlayınca onu teselli etmek istedi.

 

“Uyuyup kaykınca yapayız, üzüyme. Oyun oynucaz, mutyu oymayıyız.”

 

Kollarını kavuşturdu Toprak, bu sınıfça oynanan oyunlar onu sıktığı için Minel’in Miraç’a yönelik cümlesi kulağına çok saçma gelmişti. “Sen hep mutlusun.” diye söylendi. “Biz olamıyoruz. Bir de oyun oynayacağız, daha kötü.”

.

.

.

 

Hale Aktuna’dan

 

“Tamam Gökhan.” dedim bıkkınca. Başımın etini yemişti sabahtan beri. “Asla saçını düzleştirmesini söylemeyeceğim Minel’e, saçları böyle çok güzel, kıvırcık saçlı olması çok güzel, düzleştirmeye ihtiyacı yok. O istemediği sürece kimse böyle bir şey için öneride bulunmayacak, salondakilere de söyleyeceğim.”

 

Başını salladı sesimdeki bezgin tona aldırmayıp. “Evet, aynen böyle. O salondaki hiç kimse ‘Saçını düzleştirsek daha iyi olur.” gibi bir cümle kurmayacak.”

 

Başımı salladım, annem de aynı hareketi yaptı. Ne kadar bıkarsak bıkalım Gökhan’ın içini rahat ettirmeye çalışıyorduk zira bu kadar hassas olma nedeninin Minel’in ileride dış görünüşüyle alakalı özgüvensizlik yaşamaması olduğunu biliyorduk. Geçen günlerde onu ergenlik dönemlerinde çocukların yaşadığı özgüvensizliklerle alakalı bir makale okurken yakalamıştım ve bunu anneme de söylemiştim çünkü kitap yüzü açmayan Gökhan’ı o halde görmek tuhaftı.

 

Trafiğin sesine ekstra bir ses eklendiğinde başımı okula çevirdim, rengarenk kıyafetli insancıklar bahçeye çıkmaya başladı öğretmenlerin eşliğinde. Çok şirinlerdi, annelik duygum kabarıyordu böyle küçük çocukları görünce ama dikkatim dağılmamalıydı, bebişimi bekliyorduk.

 

“Mavi giymişti, değil mi?”

 

“Evet. Açık mavi tişört, kot giyiyor. Üzerinde lacivert, ince bir hırka var. Saçları bağlanmamış. Çantası da küçük, açık mavi çantası. Tavşanı da yanında. Arabası da tabii.” Yüzünü ekşitti. “Toprak benim kızıma inanmadığı için meleğim arabasını buraya taşımak zorunda kaldı.”

 

Duyan arabanın Minel’in taşıyamayacağı boyutta bir oyuncak olduğunu düşünürdü gerçekte ufak, metal bir araba olmasına rağmen. Başımı iki yana salladım, ben sıramı savmıştım, Aktuna kıskançlığıyla uğraşma sırası Minel’deydi. En azından benim gibi bir halası vardı ve ona bariyer olacaktım.

 

Gözlerimi bahçede gezdirdim, birkaç saniye içinde bebişim dışarı çıktı. Yiyecektim bu kızı, nasıl bu kadar tatlı olabilirdi? O kısa, lacivert hırkası, tavşanı… Isırmak şart olmuştu artık.

 

Bizi gördüğü an gözleri ışıldadı, el salladı hemen. Biz de el salladık, öğretmenlerin ondan önceki çocukları ailelerine teslim edişinden sonra ancak çıkabildi bahçeden.

 

“Göyüşüyüz Topyak, göyüşüyüz Miyaç.”

 

Alt dudağımı ısırdım gülmemek için, bugün Minel’in kızlarla arkadaşlık kurmaya başlayıp Toprak’tan uzaklaşacağını düşünen kardeşime inci tanemizin “Miraç” isimli yeni bir arkadaşı olması büyük bir darbe olmalıydı.

 

“Ben geydim!”

 

“Hoş geldin güneşim.”

 

Gökhan Minel’i kucağına alan ilk kişi oldu, araya girmedim, Minel eğer bir konuda endişeliyse veya okulda az da olsa canı sıkılmışsa Gökhan’a sarılınca unuturdu, dolayısıyla bu sarılışa ihtiyacı vardı.

 

“Hoş buydum babacım.”

 

Minel’in saçlarından birkaç kez öptü Gökhan, bu sırada gözleri Toprak ve Miraç’taydı. Ben de baktım çocuklara, ikisi de çok şirinlerdi, tebessümüme engel olamadım.

 

“Arkadaşların ne kadar şirinmiş canımın içi.”

 

Gökhan anneme baktı, bir şey demedi ama yanağı çökmüştü, yanağının içini ısırıyordu anlaşılan. Gülümseyişim bir sırıtışa dönüştü. “Sakin ol ablacığım.” dedim alaycı bir tonla. “Annem doğruyu söylüyor sonuçta, çok şirin çocuklar.”

 

“Evet, hepimis şiyiniz.”

 

Gökhan gözlerini bebişime çevirdi. Bir şey söylemek için ağzını açtı, sonra derin bir nefes alıp gülümsedi. “Evet.” Onaylamasına şaşırarak kaşlarımı kaldırdım, annemin de bunu duyup duymadığını anlamak için o tarafa bakacakken Gökhan yine kendini belli etti. “Sen çok şirinsin meleğim.”

 

Minel anlamadı Gökhan’ın Toprak ve Miraç’a şirin demekten özellikle kaçındığını, dikkat etmemiş olmalıydı, yoksa mutlaka fark ederdi benim zeki bebeğim.

 

“Haya, babane…”

 

Hanımefendinin dikkatini çekebilmiştik nihayet, neyse, suçlayamazdım onu, çocukken ben de babamla vakit geçirmeyi veya bir toplulukla karşılaşınca önce ona koşmayı tercih ediyordum.

 

.

 

“Canını acıtmıyorum bir tanem, değil mi? Şu anda iyisin.”

 

Başını sallayamadı Hale zira saçları babasının parmaklarındaydı, bu yüzden “Evet.” dedi şirin bir ses tonuyla. “Canımı acıtmıyorsun baba.”

 

Raif tebessüm etti; hafifçe öne eğilip Hale’nin düz, koyu kahverengi saçlarına uzun bir öpücük bıraktı.

 

“İşlerin nasıl gidiyor? Yine yoruluyor musun?”

 

Sekiz yaşında olmasına rağmen yetişkin bir insanmış gibi şirketi soran kızına yumuşacık bir ses tonuyla cevap verdi adam. “Bazen günümüz rahat geçiyor, bazense yoruluyorum.”

 

“Ya…” Yüzü asıldı Hale’nin, babasına kıyamazdı hiç. “Çalışma o zaman babacığım, olmaz mı? Paramız var, evimiz de var.”

 

Kız çocuğu toz pembe, daire şeklindeki pufunda rahatsızca kıpırdansa da söyledi aklındaki cümlenin geri kalanını da. “Kıyafetlerimiz de var.” Yeni kıyafetler alamamak kâbus gibi geliyordu ancak babası yorulmayacaksa katlanırdı.

 

Raif güldü. “Önemli değil güzelim.” dedi yavaşça. “Eve geldiğimde ve sizi gördüğümde…” Durdu, daha spesifik olmalıydı sevgisini ifade ederken.

 

“Anneni, Hakan abini, Engin abini, seni, Gökhan’ı gördükten sonra yorgunluğum tamamen geçiyor. Mesela şu an çok güzel dinleniyorum, dünyanın en iyi tatili.”

 

Kızının saçlarını örmekten daha güzel bir dinlenme şekli olabilir miydi?

 

Hale tebessüm etti, babasının böyle şeyler söylemesini seviyordu. Her ne kadar her zaman, her koşulda “Ben bir prensesim.” diyebilecek bir kızmış gibi gözükse de aslımda ona sevgi gösterilmesine ihtiyacı vardı kendisine bu sevgiyi, özeni göstermeye devam edebilmek için.

 

Raif parmaklarını nazikçe ve yavaşça gezdiriyordu kızının saçlarında. Gülten Hakan’a hamileyken, doğuma iyice yaklaştıklarında saçlarını kendi örememeye başlamıştı çok çabuk yorulduğu için. Raif eşi bunu ona söylememesine rağmen fark etmiş ve saç örmeyi öğrenerek ondan sonraki her an, doğumdan sonra dahi Gülten ne zaman saçını örmek istese o örmüştü. Dolayısıyla isterse saniyeler içinde örebilirdi tüm saçını ancak kızıyla geçireceği vaktin tadını çıkarmak istiyordu.

 

“Sınıfımdaki kızlardan biri, şey, kalemime çirkin dedi. Ponponlu kalemime, senin aldığın.”

 

Kaşlarını kaldırdı Raif, Hale’yi azıcık tanıyorsa kızı o kızı rahat bırakmayacaktı. Belli etmedi yine de böyle düşündüğünü. “Sen ne dedin bir tanem?” diye sordu sakin, hatta Hale’nin uykusunu getiren bir ses tonuyla.

 

“Onun çantasından kesinlikle daha güzel olduğunu söyledim. ‘Modadan anlamadığını belli etme.’ de dedim.”

 

Dudağının kenarı kıvrıldı Raif’in; hoşuna gidiyordu Hale’nin bu tatlı, küfürsüz karşılık verişleri. Kızı saçlarını savurup ellerini beline koyunca daha da bir şirin buluyordu onu.

 

“Bir örgün bitti, şimdi kurdeleyi takıyorum.”

 

Ses çıkarmadı Hale. Babası ancak diğer örgüye başladığında konuştu. “Gökhan arabalarından birini yine kırdı.” Niyeti kardeşini şikâyet etmek değildi, yalnızca olanları anlatmak istiyordu. Hem Gökhan daha iki yaşındaydı, babası ona kızmazdı.

 

“Fırlattı mı?”

 

“Camdan aşağı attı.”

 

Derin bir nefes aldı Raif, Gökhan’dan önce üç çocuk yetiştirmişti ancak söz konusu Gökhan olunca ilk kez baba oluyormuşçasına ne yapacağını bilemiyordu.

 

“Onunla bu konuda konuşmalıyım.”

 

Gökhan’la bazen o her şeyi anlayabilecekmiş gibi iletişim kuruyordu Raif. “Oğlum?” diyordu. “Bu kadar yaramazlık fazla değil mi? En azından birkaç gün belirlesek, sadece o günlerde yaramaz olsan?”

 

Gökhan babasına bakıp gülüyordu sadece, adam da iki yaşındaki oğlunun şirinliğiyle ne demeye çalıştığını unutuyordu.

 

“Konuşabilirsin babacığım ama dinleyeceğini düşünmüyorum.”

 

Hale’nin bu evdeki en uğraştığı kişi Gökhan’dı. Gökhan’ı oyunlarına alet edebilmek ve küçükken giydiği prenses kıyafetlerini ona giydirebilmek için Gökhan’ın peşinde koşuyordu her daim. Pek başarılı olamıyordu ancak vazgeçmiyordu, önünde sonunda başaracaktı.

 

“Ben de düşünmüyorum ama baba olmak bazen dinlemeyeceğini bildiğin halde bir şeyler anlatmak oluyor.”

 

“Sıkılmıyor musun?” Hale başını arkasına çevirdi, Raif anında örgüdeki parmaklarını gevşeterek bir tanesinin saç tellerinin acımasını engelledi.

 

“Anlamadım güzelim.”

 

“Baba olmaktan sıkılmıyor musun?” Ciddiydi Hale, duyacağı cevaptan korkuyordu ancak sormak istiyordu. “Dört çocuğuz. Sonra, şey, bazen kavga ediyoruz.” Gözlerini kaçırdı. “Annemle sıkılmıyor musunuz? Yani, bizimle uğraşmaktan…”

 

Raif “Bu da nereden çıktı?” deyip kızarsa, konuyu kapatırsa biliyordu kızının aklında bu sorunun kalacağını. Hem kızına kıyamazdı, ona öfkelenemezdi.

 

“Sıkılmıyoruz babacığım. Sizin varlığınız bizim hayatımıza mutluluk katıyor. Çok farklı bir şey sizin olmanız, çok farklı, çok güzel.”

 

Saçlarına upuzun bir öpücük bıraktı Hale’nin. Evlat sevgisi gerçekten çok farklıydı; Hakan’ı kucağına aldığı ilk andan itibaren, hatta onun haberini aldığı, baba olacağını duyduğu ilk andan itibaren kalbinde yeşeren baba sevgisi daha önce tattığı hiçbir sevgiye benzemiyordu.

 

“Ama yoruluyorsunuz. Bebekken, bebekken ağlayınca yorulmadınız mı?” Gökhan’ın daha küçükken ne kadar ağladığını hatırlıyordu, kendisi ve abileri de öyle olmalılardı.

 

“İllaki yoruluyoruz canımın içi ama anne baba olmanın olayı da bu.”

 

Cümlelerine çok dikkat ediyordu Raif, kızını kırmak en büyük korkularındandı.

 

“Emek vermezsen güzel sonuçlar elde edemezsin, konu aile olmakta da böyle. Emek veriyoruz anne babanız olarak, size daha güzel bir aile olmak için uğraşıyoruz. Yorulsak bile size gülümseyebilmek için… Anne baba olmak böyle bir şey güzelim, yorulmak da bunun bir parçası, bunun için size kızabilir miyiz biz? Bu bizim görevimiz, anne baba olmanın bir parçası.”

 

Hale biraz bekledi, tüm cümleleri sindirdi, anladığından emin olunca konuştu yavaşça. “Anne baba olmayı sevdiğiniz için yorgunluk önemli değil.”

 

“Evet bebeğim, aynen öyle.”

 

Hale tuhaf buldu bu durumu, kendisi yorulunca prensesliğinin etkisiyle babasına şımarırdı. Yorulmak ve umursamamak, hiç ama hiç ona göre değildi. Omuz silkti, bunu düşünmesine gerek yoktu, nasılsa çocuktu, büyüyünce de anne olmayacaktı.

 

 

“Bebişim…” Gökhan’ın kollarından aldım bebeğimi, yanaklarından birkaç kez öptüm. “Oh, nasıldı günün?”

 

“Güseydi hayacım, biy aykadaşım oydu, yeni aykadaş.”

 

“Miraç mı?”

 

Başını salladı, bukleleri hareket edince daha da öpesim geldi onu, yeğenim olduğu için demiyordum ama çok sevimliydi. “Hıhı, Miyaç. Önce dedi ki adı Miğaç. Ama şey, y’yi söyyeyemiyoy. Topyak öyye dedi. Adı Miyaç.”

 

“Toprak söyleyebiliyor herhalde her harfi.” diyerek tahmin yürüttü annem. Minel anneme baktı, yine kafasını salladı. “Evet babane, hey şeyi…” Ellerini açıp gözlerini büyüttü. “Hey şeyi söyyeyebiyiyoy!”

 

“Ben de her şeyi söyleyebiliyorum.”

 

Hepimiz Gökhan’a baktık, Minel Gökhan’ın kıskançlığını fark etmedi. “Evet babacım.” dedi ciddi ciddi. “Sen de hey şeyi söyyüyoyşun.”

 

Kendime engel olamayıp güldüm, teselli eder gibi davranıyordu, bazen Minel’in etrafındaki her şeyi fark ettiğini ama bizimle dalga geçmek için fark etmiyormuş gibi davrandığını düşünüyordum.

 

“Şimdi…” Gümüş saatime baktım. “Gitmemiz lazım, kuaföre yetişelim.”

 

“Geç kayıyşak…” Annem onu kucağımdan alıp öptüğü için cümlesi yarıda kalsa da anneme gülümsedikten ve onun yanağına ufak bir öpücük kondurduktan sonra devam etti. “Noyuy?”

 

“Bir şey olmaz bebeğim.” dedim umursamazca. “Bizi geri çeviremezler.” Olay çıkaracak ve bu yüzden içeri alınacak değildim, sonuçta ben zarif bir kadındım, onlar bizi geri çevirmek istemeyeceklerdi, bunu bildiğim için öyle söylemiştim.

 

“O saman tamam.” Başını anneme yasladı, Gökhan “Araba şurada.” deyip yolun karşı tarafındaki otoparkı işaret ettiğinde o tarafa ilerledik.

 

“Yenkyeyi… Yenkyeyin basıyayını öğyendim. Aytık şiyahı biyiyoyum, babamın şevdiki yenk. Kıymızıyı da biyiyoyum. Kıymısı bayık…”

 

“Aferin benim güzelime.”

 

Ayaklarını salladı Gökhan onu takdir edince, elini öptüm. “Seninle gurur duyuyorum bebişim.” dedim “gurur”un anlamını bilmeyebileceğimi düşünmeme rağmen. Ona bunları söylememiz önemliydi, şu an anlamasa da önemliydi, küçücük bir bebeğe “Seni seviyorum.” demek gibiydi biraz, anlamasa da hissederdi.

 

“Guyuy… Şey, şaykı mı? Ne duyuyoyuz?”

 

Gülümsedi annem. “Hayır canımın içi, gurur bir duygu. Mutluluk gibi, üzüntü gibi.”

 

“Kötü mü, güsey mi?”

 

“Güzel, çok güzel bir duygu. Biriyle gurur duyuyorsan ona bir sürü ‘Aferin.’ demişsin gibi olur. Yaptığı bir şeye çok sevindiğin anlamına gelir.”

 

Ayaklarını salladı, mutlu olmuştu. Yerdim ben bu kızı, ısırıp gıdıklardım bir de ama ne yazık ki sokaktaydık, bunun için eve gitmeyi beklemem gerekiyordu.

 

“Şimdi kuaföye gidicez tavşan. Hayamya, babanemye… Babam… Şey, baba, bekyicekşin, di mi?”

 

Dikiz aynasından baktı Gökhan koltuğuna oturttuğumuz Minel’e. Ben öndeydim, annem kaşla göz arasında benim buraya oturmamı sağlamıştı bebişimle kendisi daha rahat konuşabilmek için.

 

“Bekleyeceğim biriciğim, kapıda olacağım.”

 

Ellerini çırptığını duydum. “Şüşyü saçyayımızya ayabamızya dönücez.”

 

Güldü Gökhan, benim kokoşluğuma hep laf ederdi; şimdi kızı süsle, modayla, saçla alakalı bir şey deyince hoşuna gidiyordu. Büyük konuşmamak lazımdı, ben “Ben bir çocuğun sorumluluğunu alamam.” deyip yirmi üç yaşında anne olduğumda öğrenmiştim bunu.

 

“Gündüs… Yenk oyunundan önce, şey, yegoyayya Baybi evi yaptık. Ama bitmedi, yayın devam edices.”

 

“Miraç ve Toprak’la mı yaptınız bebişim?”

 

“Benim kızım tek başına da Barbie evi yapabilir.” diye söylendi Gökhan, ona döndüğümde bana bakmadı yola odaklandığı için fakat devam etti. “Çok zeki, her şeyi planlar ve güzelce yapar. Başka birine mi ihtiyacı var? Niye olsun?”

 

Minel babasını masum masum izliyordu, tavşanının tulumuyla oynuyordu bir yandan. Gökhan’a cevap vermedim onun ne diyeceğini merak ettiğim için.

 

“Şey, evet. Kendim yapabiyiyim. Ben güçyü, ceşuy pyenşeşim. Ama, ama… Biyeyyey yaydım edebiyiy, aykadaşyay edebiyiy. O yüzden beyabey yaptık evi. Miyaç hey şeyi… Hey şeyi düzenyedi. Topyak da yaydım etti. Yegoyayı ben şeçtim.” Gülümsedi gururlu gururlu.

 

“Bence en önemli görev seninmiş.” Gerekli boyuttaki, uygun renkteki legoları kutuda bulmak ve uzatmak, kolunu o kadar süre havada tutmak zor olmalıydı. Bebeğim çok güzel bir iş başarmıştı. “Aferin bebeğim.”

 

“Evet canımın içi, aferin.”

 

Minel hemen Gökhan’a baktı, onun bir şey demesini bekliyordu. Biliyordum ki bizi ne kadar severse sevsin, bana ne kadar hayran gözlerle bakarsa baksın Gökhan’ın varlığı onun için bir başkaydı. Onun onayını almadan hiçbir şey yapmazdı tüm dünya onu desteklese bile.

 

“En güzel Barbie evini yapacağına eminim güneşim.”

 

Minel gülümseyip başını cama çevirdi, kuaföre gidinceye kadar da bizimle konuşmadı daha, tavşanına sarılıp dışarı bakarak mırıl mırıl tavşanıyla konuştu.

 

Gökhan arabayı güzellik salonunun otoparkıma park ettiğinde “Geydik.” dedi Minel heyecanla. Bu kadar mutlu olduğuna göre bundan sonraki tüm randevularımda benimle olacaktı.

 

“Evet canımın içi, geldik.”

 

“Babacım, buyda mı bekyicekşin?”

 

“Evet babam, beni aradığın an seni alabilirim, tamam mı?”

 

Başını salladı Minel, müdahale etmedim “Neden ihtiyacı olacak canım?” diyerek, biliyordum Gökhan’ın bunu bebişimi rahatlatmak için söylediğini.

 

“İştedikim zaman ayabiyiyşin.”

 

“Evet çiçeğim.”

 

Arabadan inmiştik, Gökhan’ın Minel’le diyaloğunun bittiğini de anlayınca Minel’i koltuktan aldım. Boynundan öptüm güzellik salonuna ilerlerken.

 

“Napıcas şaçyayımıza?”

 

“Biz bakım yaptıracağız bebeğim, senin saçlarının da kesimini düzeltiriz. Manikür pedikür de yaptırırız, belki masaj. Her şey olabilir, ne istersen.”

 

“Çocukum diye… Yapmazyayşa? Noyucak?”

 

Saçlarını okşadı annem. “İstediğimiz şeyleri yaparlar canımın içi. Sadece kimyasallı şeyleri yaptıramayız sana, sağlığına zararlı.”

 

“Sis de yapmayın, hepimiz sağyıkyı oyayım.”

 

Bir şey demedik ikimiz de. Olumsuz bir cevap verirsek endişelenecekti sevdiği herkesin sağlığını çok fazla düşündüğü için. Olumlu bir yanıt verirsek de yalan olacaktı.

 

“Hoş geldiniz Gülten Hanım, Hale Hanım, Minel Hanım.”

 

“Hoş bulduk.”

 

Minel’in başı göğsüme yaslanmıştı, bu yüzden yüzünü göremiyordum ama herkesi incelediğine emindim, buradaki kızları güzel bulduğundan ve burada olduğumuz süre boyunca onlara hayran hayran bakacağından emin olduğum gibi.

 

“Biz baştan sona bir bakım yaptırmaya geldik, sizin de bize bu konuda yardımcı olacağınızı düşünüyorum.”

 

Anneme baktı kadınlardan biri. “Tabii.” diyerek eliyle salonun içerisini işaret etti. “Buyurun lütfen.” Saatler sürecek bakım maceramız da böyle başladı.

 

.

.

.

 

Gökhan Aktuna’dan

 

Meleğimin sesini duyar gibi olunca telefonumu cebime koydum, başımı yana çevirip camdan baktım. Ablamın elini tutmuş, bir şeyler anlatarak geliyordu. Gülümsedim haline, çok sevimliydi benim bebeğim.

 

Altı saate yakındır buradaydım, bir ara onlara yemek sipariş etmiştim. Annemle ablam sıkıntı değildi, fazla acıkmazlardı ama benim çiçeğim sık yemeye alışıktı, hem ona okul için verdiklerimi yedi mi bilmiyordum.

 

“Biz geydik babacım!”

 

Ablam kapıyı açar açmaz söylediği şeyle “Abla…” diye seslendim. “Minel’i arkaya oturtma, bana ver.” Biliyordu inci tanemi o koltuğa oturtmadan trafiğe çıkmayacağımı, herhalde anlamıştı saçlarıma bakıp iltifat etmek için onu yanıma istediğimi.

 

Minel’imi kollarımın arasına bıraktığında “Babacığım…” dedim bukleleri normalden daha şekilli, biraz da kısalmış saçlarını geriye iterek. “Çok güzel olmuşsun, benim biriciğim tam bir güneş olmuş.”

 

Avuç içini öptüm, yanağını omzuma yasladı, yanakları kızarmıştı ama bana bakıyordu, devam etmemi istiyordu.

 

“Hep güzelsin, kuaföre gelmene gerek yok ama gelince de çok güzel olmuş saçların.” Birkaç kez öptüm kendi şampuanı değil de farklı kokan saçlarından.

 

“Şey… Oje de şüydük.” Tırnaklarını da uzattı, mavi ojelerine baktım. Ablam biliyordu beni, çocuklar için uygundu herhalde bu sürdüğü.

 

“Çok yakışmış bebeğim.” Elini aldım. “Dur.” dedim yavaşça. “Daha dikkatli bakayım.” Küçük tırnaklarına çizilmiş tavşanları inceledim. Çok seviyordum böyle süslü olmasını, babasının prensesiydi benim kızım.

 

“Tavşanlar da çok güzel olmuş, çok yakışmış.” Bu elemanı bu kadar sevmesi sinirimi bozsa da katlanıyordum, hastanedeyken beni çok teselli etmişti o tavşan.

 

“Geyçekten mi?”

 

“Gerçekten tabii ki çiçeğim. Benim kızıma…” Kızaran yanağını okşadım. “Her şey çok güzel olur, o ne isterse.”

 

Gözlerini kaçırıp yüzünü gizledi boynuma, gülüp ensesinden öptüm. İltifat istiyordu ama duyunca da utanıyordu, ne yapacaktım ben bu melekle?

 

“Biz de geldik Gökhan.”

 

Ablamın sesini duyunca hatırladım onların da arabaya bindiğini, başımı kaldırdım. “Siz de güzel olmuşsunuz.” dedim pek incelemeden. Zaten baksam da fark etmezdim saçlarındaki değişiklikleri, bir tek çiçeğimin buklelerini çok iyi tanıyordum.

 

“Bakmadın bile.”

 

Derin bir nefes aldım. “Baksam da ‘Güzel oldunuz.’ diyecektim, bir şey değişmiyor.” Gözlerini devirdi ablam, ağzının içinde söylendi ama bir şey demedi, Minel yanımda olduğu içindi büyük ihtimalle. Yoksa “odun” gibi bir şey duyardım ondan.

 

“Şimdi seni arkaya oturtalım babam, olur mu? Trafiğe çıkacağız.”

 

Başını salladı. “Böyye gidemeyis.” diye mırıldandı, sesinin kısık olma nedeni utancıydı. “Kaza oyabiyiy, kuyayyaya uymayıyız… Güvenyikimiz için.”

 

“Evet bebeğim.”

 

Arabanın içindeyken meleğimi arka koltuğa uzatırsam koltuk altlarını acıtabilirdim, bacaklarını da çarpabilirdi. Bu yüzden indim, annemin oturmadığı tarafın kapısını açıp Minel’i koltuğuna oturttum, kemerini bağladım.

 

“Teşekküyyey babacım, çok kibayşın.”

 

“Rica ederim biriciğim.”

 

Alnından öpüp yerime geçtim, eve dönmeliydik hemen. Akşam yemeği yiyecektik daha, sonra Minel’e süt içirip masal okuyacaktım, ondan önce de oyun oynamalıydık, bugün hiç vakit geçirmemiştik ve böyle olduğunda rahat uyuyamıyordum; çiçeğimi ihmal etmiş gibi hissediyordum, onu üzmüşüm gibi.

 

“Güzey kısyay oyduk, güsgüzey.”

 

Dikiz aynasından baktım, çok mutlu gözüküyordu. Hep böyle mutlu olacaksa onun için bir kuaför ayarlayabilirdim, inci tanem istediği an evimize gelirdi. Belki güzellik salonunun atmosferini sevmişti, o zaman… Satın mı alsaydık orayı?

 

“Biz zaten güzeldik canımın içi, Aktunalara has bir kural bu.”

 

Annemin sesiyle düşünmeyi bıraktım, bu olayı Kâmil’e söyleyecektim. İki seçenek de mantıklıydı, ikisini de ayarlardı.

 

“Evet bebişim, biz her zaman güzeliz, asla şaşmaz. Sen de bir Aktunasın, bu kural senin için de geçerli.”

 

“Aktunayay hep güzey. Şey, biy de yakışyıkyı, di mi?” Bir süre sessiz kaldı ama cümleyi bitiriş şeklinden biliyordum başka bir şey daha söyleyeceğini, ablama “Sözünü kesme.” diye mırıldandım bu yüzden.

 

“Çünkü babam… Babam çok yakışyıkyı.”

 

Dudaklarım kıvrıldı ister istemez, ailem dışında hiç kimsenin dediklerin umursamıyordum, kızımın dedikleriyse bir başkaydı. Karnımı bile tuhaf yapıyordu meleğimin iltifatları.

 

“Ya, demek öyle. Neden çok yakışıklı peki baban?”

 

Dikiz aynasından bebeğime baktım, yanakları hafifçe kızarmıştı ama sessiz kalmadı, cevap verdi ablama.

 

“Babamın mutyuyuk yengi… Gözyeyi vay. Çok güsey mavi. Saçyayı güzey, yenkyeyi, şey, adını unuttum. Ama güzey yenkyi saçyay, kışaçık biy de, çok şiyin.”

 

Güldü hafifçe, ben de güldüm, kısa saçlarım yüzünden “şirin” denileceğim aklıma gelmezdi.

 

“Şakayyayı da güzey. Uzun değiyyey, kısa değiyyey. Çok güzeyyey. Sonya… Dev adam benim babam, heykeşten usun. Çok güçyü, maşayyaydaki kyayyay gibi. Bu yüsden… Bu yüsden yakışyıkyı.”

 

Cümlesini bitirmişti, tam teşekkür edecektim ki ekledi. “Çok. Çok yakışyıkyı.”

 

Şu an araba sürmeseydim kızarıncaya kadar gıdıklardım onu, sonra da kızaran yanaklarını ısırırdım. Bazen öpmek de yetmiyordu, bir ısırma isteği geliyordu, ben bile şaşırıyordum kendime.

 

“Babasına hayran bir kızımız daha büyüyor.”

 

Annem konuşmuştu, ablamın da babam hakkında böyle şeyler söylediğini hatırlıyordum, hâlâ oluyordu, onu kastetmişti herhalde. Her seferinde gülen babamı da anlıyordum artık, kızından iltifat almak bir başkaydı.

 

“Şey… Gamseyeyi de vay babamın.” Annemin dediğini takmayıp beni övmeye devam etmesi sırıtmama neden oldu, hep beni övüp savunacak birini yetiştiyordum galiba.

 

“Çok güzey gamzeyey. Güyünce oyuyoy, çok seviyoyum öyye. Babam hep, şey, güymeyi. Öyye düşün yaptım çadıyımda… Çadıyımdayken.”

 

İlk kez çadırında onu ağlatmayacak bir şey düşünmüştü, ablama verdiği sözdendi herhalde, rahat bir nefes aldım, yavaş yavaş her üzücü şeyi atlatacaktık meleğimle.

 

“Sen gülersen ben de hep gülerim babacığım.” dedim benden bir tepki beklediğini fark ettiğimde. “Senin mutlu olman yeter.”

 

Dikiz aynasından bana uzun uzun baktı, kırmızı ışıkta beklediğimiz için rahatça bakabiliyordum, sonra bir anda dişlerini gösterecek şekilde güldü. Benim gülmem için yapıyordu. O böyle yaparken ben gülmez miydim?

 

“Bu çocuğun alaycı olmadan gülümseyebildiğini Minel’le öğrendim, sen biliyor muydun anne böyle bir özelliği olduğunu?”

 

Minel gamzelerime baktığı için bozmadım gülüşüme ama ablama bakarak kaşlarımı kaldırdım. “Bak.” dedi arkasına dönerken. “Şu bakışlara bak, korkunç.”

 

“Öyle deme oğluma, gülümsemeyi sevmiyor olabilir. Hem kızına gülümsüyor ya, o yeter.”

 

“Evet, bana güyüyoy. Bak haya! Çok güsey gamzeyeyi de vay.”

 

Ablam başka bir şey demedi, biliyordu Minel’in bana söylenecek herhangi ters bir şeyi kabul etmeyeceğini. Evdeki hiç kimse ona benim kaba olduğumu söyleyemiyordu mesela, kaşlarını çatıp “Benim babam kibay biyişi.” diye kızıyordu. “Ben teşekküy edicem diye… Diye etmiyor.”

 

Yolun geri kalanı sessiz geçti, beş dakikada uyumuştu meleğim çünkü. Geceleri hâlâ kâbus görüyordu, saçlarını okşadığımda tekrar uykuya dalsa bile sabah yorgun uyanıyordu. Okulunu öğleden sonra yapabileceğimizi söylemiştim uyuyabilmesi için ama istememişti, ben de ısrar etmemiştim onu üzmemek için.

 

“Uyandıralım mı?”

 

Eve geldiğimizde annemin fısıltıyla sorduğu soruya “Hayır.” diye cevap verdim. “Siz çıkın, ben onu alırım.” Sessizce arabadan çıktılar, ben de bebeğimin kemerini çözüp başını düzelttim. Kesin boynu ağrıyacaktı, arabaya ufak bir minder alsam iyi olurdu, uyuyunca başını oraya yaslardım.

 

“Baba…” Onu kollarıma aldığım an mırıldanmasıyla başımı eğdim. “Ayaba, tavşan…” Alnından öptüm. “Tamam bebeğim, alacağım eşyalarını.”

 

Gereksiz elemanı ve arabayı çantasına koyup çantayı aldım, bu arada sessizdi ama gözlerini açmıştı. “Uyu güzelim.” dedim arabanın kapısını kapatırken. “Ben seni yemek hazır olunca uyandırırım.” Bunu dememi bekliyormuş gibi kapattı gözlerini.

 

Sırtına rüzgâr gelmemesi için hızlı hızlı eve girdim, babam oturma odasından çıkıyordu. “Uyuyor.” dedim hemen, ses çıkarırlarsa tamamen ayılırdı, az da olsa uykusunu almasını istiyordum.

 

Basamakları yavaşça, meleğimi sarsmamaya çalışarak çıktıktan sonra odama girdim. Üzerimi değiştirirken sesini duyabilmek için onu kendi odasına götürmemiştim.

 

Çantasını yana bıraktım. Hırkasını çıkardım, örtüyü beline kadar çektim. Giyinme odama girip bulduğum ilk lacivert tişörtü -kıyafetlerimiz uyumlu olunca mutlu oluyordu- üzerime geçirip rahat bir şort da giydikten sonra yanına döndüm.

 

“Baba…” dedi saçlarını okşadığımda. “Efendim biriciğim?” diye fısıldadım. Konuşmadı, iki elini de parmaklarıma sarıp yan döndü, uyumaya devam etti. Açılan sırtını örttüm hemen, çok çabuk hastalanıyordu.

 

Yarım saat kadar uyudu, Ayaz içeri girdi sonra. “Dayı…” dedi sessizce. “Yemek hazır. İstersen tepsi…”

 

Sözünü kestim. “Yok aslanım, geliyoruz şimdi.” Minel ailemizle beraber yemek yemeyi seviyordu.

 

Gitmedi Ayaz, bana bakmaya devam etti. Kaşlarımı çattım. “Bir şey mi oldu?” Okulunda bir terslik mi çıkmıştı? Ayaz birisi terslik çıkarınca bana söylerdi hep, ben de kimseye haber vermeden hallederdim.

 

“Yok, sadece…” Ensesini kaşıdı. “Minel sana baba demiyordu ya, o seni babası olarak görmediği için değilmiş. Aykut baba deyince ona kızmış, Minel derse senin de kızacağını düşünmüş, o yüzden.”

 

Gözlerimi kırpmadım birkaç saniye, Ayaz’a bakmaya devam ettim. Meleğim beni daha önce kabullenmişti ama o adam yüzünden baba diyememişti, beni sevmediği için değildi.

 

Derin bir nefes alırken başımı salladım, biriciğime baktım. Vicdan azabım hafiflemişti sanki; ondan kaçmak için şirkette olduğum günlerin, meleğime bir gülümsemeyi çok gördüğüm zamanların vicdan azabı… Kalbi çok büyüktü benim kızımın, o halime rağmen çok daha önce beni babası olarak görmeye başlamıştı.

 

“Babacığım…” dedim bu düşüncelerle. “Uyan.” Yanağını okşadım, saçlarını. Gözlerini yavaş yavaş açıp bana bakınca kucağıma aldım onu, boynundan öptüm. “Seni çok seviyorum.”

 

Ayılmamıştı daha ama gözlerini ovuştura ovuştura cevap verdi. “Ben de şeni seviyoyum.”

 

Ayağa kalktım, hâlâ daha bizi bekleyen Ayaz’ın yanına yürüdüm. Minel’in elini tutup avuç içini öptü Ayaz. “Günaydın bebeğim.”

 

“Günaydın.” Başka bir şey demedi Minel, açıklama yaptım Ayaz’a üzülmemesi için. “Ayılmadı, ayılınca tepki verecek.”

 

Başını salladı. “Biliyorum dayı, beş dakika lazım.”

 

Onu yemek masasındaki boyuna uygun sandalyeye oturttuğumda yeşilleri ancak kendine gelmişti. Herkese baktı. “Ben geydim.” deyip gülümsedi.

 

“Hoş geldin ballım, ne kadar güzel olmuş saçların.”

 

“Evet fıstığım. Her zaman güzelsin, şimdi başka bir güzel olmuşsun.”

 

“Bence de güzel olmuşsun abiciğim.”

 

“Cidden prensesim, buklelerin çok güzel duruyor. Zaten senin saçların hep çok güzel.”

 

Her taraftan iltifat alınca o kadar mutlu oldu ki ayaklarını sallamaya başladı hemen, bana baktı, ben gülümseyip saçlarını okşadığımda ellerini masanın altından çıkarıp tırnaklarını gösterdi.

 

“Ojeyeyim de vay.”

 

“Çok güzel olmuşlar bir tanem, tavşanlar da çok güzel olmuş.” Babam ablamdan alışkındı oje yorumu yapmaya, o mesafeden bile tavşanları görüp bir şey diyebilmişti bu yüzden.

 

“Evet güzelim, çok hoş duruyorlar. Kıyafetinle de uyumlu olmuşlar.”

 

Oje rengini kombinine uygun seçmişti, bunun fark edilmesiyle daha da neşelendi. Başını önüne eğip tabağına baktı utangaç bir şekilde, kolumu omzuma sarıp onu kendime çektim, saçlarından öptüm.

 

“Gökhan…”

 

Babama baktım, Minel kaşığıyla oynamaya başlamıştı bu sırada, çorbalar daha gelmemişti çünkü.

 

“Yemekten sonra çalışma odamda konuşalım, davayla ilgili.”

 

Kubilay denen o adamın nasıl bir durumda olduğunu detaylarıyla bilmek istiyordum, bu yüzden babam tüm avukatlarla görüşüp bana bilgi veriyordu sürekli. Gün yüzü görmeyecekti o, benim meleğimin canını acıtması bile böyle düşünmeme yeterken o adam onu benden almaya çalışmıştı tamamen.

 

“Ben de geleceğim.”

 

Engin abim de ciddileşiyordu ne zaman Kubilay konusu açılsa. Nida yengemin ölümünden o adamın sorumlu olduğunu bilmek de… Minel’e hiç bulaşmasa dahi aynı muameleyi gösterirdik ona, abimin gözlerinde hiç görmediğim bir öfke vardı çünkü, karşımıza çıksa benden önce ona saldıracakmış gibi duruyordu hatta ve bu tuhaftı, söz konusu bendim lan.

 

“Çayışıcak mısınız baba? Maşay okumucak mışın?”

 

“Biraz çalışacağız bebeğim, sonra sana masal okuyacağım. Biraz da kuru meyve yeriz, olur mu?”

 

“Oyuy.”

 

Dava sonuçlandığında ve o adam o müebbet cezasını aldığında Minel’e anlatacaktım Kubilay’ın bir daha hiçbir zaman hapisten çıkmayacağını. Tüm suçlarını veya davanın detaylarını anlatmazdım tabii, küçüktü daha ama karşımıza çıkamayacağını da bilmesi gerekiyordu. Rahatlamasını istiyordum, daha fazla korkmamasını.

 

Yemek her zamanki gibiydi. Ablamla Engin abim birbirlerine ve herkese bulaşırken ben Minel’le ilgilendim, yiyemediği birkaç yemekte ona yardımcı oluyormuş gibi yapmak için kaşığımın ucuyla yemeğinden yedim, en son ağzını sildim kedi desenli peçetesiyle.

 

“Şen çayışıyken Kedi’yye oynucam babacım; çayışman bitince, bitince yanıma geyebiyiy mişin? Kapıya vuyuyşan, şey, anyayım. Sonya masay okuyuz.”

 

“Tamam bebeğim.” Alnından öptükten sonra ayağa kalktım, onu sandalyesinden indirdim. Atom karıncalığını gösterip merdivenlere koştu, önce tavşanını alacaktı kesin, asla ayrılmıyordu ondan.

 

Babamın büyük çalışma odasına girdiğimizde deri koltuğa çöktüm. “Ne diyor avukatlar?” dedim hiç beklemeden.

 

“Neredeyse kesin, müebbet yatacak.” Başımı iki yana esnettim. “Dava iki gün sonra, değil mi? Bir değişiklik yok?”

 

“Yok.” diye cevap verdi Engin abim. “Olsaydı avukatlar bana haber verirdi. Özellikle söyledim.” Bakışlarımızı görünce derin bir nefes aldı. “Duruşmayı izleyeceğim.”

 

“Oğlum, emin misin?”

 

Gözleri bir yere daldı, babamın masasından bir kalem alıp çevirirken gözlerimi ondan ayırmadım. Hakan abime söyleseydim iyi olurdu, Engin abimin bir tatile ihtiyacı vardı, Arda’yla giderlerdi.

 

“Eminim, görmek istiyorum. Belki o zaman içim rahatlar.”

 

Haklıydı, ben de izlemek istiyordum duruşmayı. O adama hiçbir şey yapamamıştım, kızımın nefeslerinden emin değildim çünkü o sırada, benim de içimde dinmeyen bir öfke vardı, duruşma belki rahatlatırdı bizi.

 

“Beraber gideriz.”

 

Yanımdaki koltuğa oturdu Hakan abim, ne zaman geldiyse fark etmemiştik.

 

“Babam da gelir, daha iyi olur.”

 

“Tabii ki geleceğim, oğullarımı yalnız bırakmam.”

 

Engin abim babama gülümsedi, bense o tarafa bakmadım, gülümseyeceğim kadar nahif bir ilişkimiz yoktu onunla ama cidden iyi adamdı babam, benden iyi olmasa da iyi bir babaydı bir de.

 

“Neyse.” dedim ayağa kalkarken, konuşma beklediğimden kısa sürmüştü, kızımla daha çok vakit geçirebilecektim yatma saati gelmeden önce. “Ben kızımın yanına gidiyorum. Biricik kızımın, kıvır kıvır saçlı, şirin kızımın yanına gidiyorum.”

 

“Görmemişin bir kızı olmuş.”

Loading...
0%