@imposiblety
|
Imposiblety’den
“Baba…”
“Efendim meleğim?”
Minel sabaha karşı kâbus görerek uyanmış, daha da uyuyamamıştı. Minel’den önce uykuya düşkün olan, şirkete gitmeyeceği günler geceleri ayakta durup sabahları uyumayı tercih eden Gökhan’sa kızı uyumayınca gözünü kırpmamıştı. Yumuşak bukleleri okşayarak, dinlediği kâbus hakkında teselli edici sözler söyleyerek geçirmişti saatleri.
“Kötü yüyayay…” Yüzü asıldı kız çocuğunun biraz daha. “Ne zaman geçicek?”
Gökhan bu soruya tam bir cevap veremiyordu, Esra Hanım da net bir zaman söyleyemiyordu zira. Dürüst olmayı tercih etti adam. “Bilmiyorum inci tanem.”
Minel iç çekti, babasının boynuna biraz daha bastırdı başını. Adamın kendine has kokusu onu rahatlatıyordu, burada kâbuslardan da korunuyordu sanki.
“Ama hep yanındayım biriciğim, kâbus görüp uyandığında da hep yanında olacağım. Korkmaman için elimden geleni yapmaya çalışacağım.”
“Biyiyoyum babacım.”
Gökhan inci tanesinin saçlarından öptü uzun uzun, yanağını okşadı nazikçe, elini fazla bastırmaya adeta korkarak. Masal okuduktan sonra kızının yanaklarına ve ellerine krem sürmüştü cildinin kurumasını engellemek amacıyla. Teni daha bir yumuşaktı, daha bir hassastı bu yüzden.
“Yanakımı öpey mişin?”
Kaşlarını kaldırdı Gökhan, tabii ki öperdi ancak önce nedenini öğrenmeliydi bu isteğin.
“Şey… Kötü yüyada yanakıma vuydu, kötü adamyay. O yüsden…”
Minik öpücükler bıraktı adam kızın yanağına kız daha cümlesini tamamlamadan. “Kıyamam ben sana.” dedi sonra şefkatle, büyük bir şefkatle. “Kimse vuramaz sana artık biriciğim.”
“Şenin yanında… Şey, güvenyiyim.”
“Evet babam, evet güneşim.”
“Evimis de güvenyi.”
Duraksadı Gökhan. Minel güvenli (!) evlerinden ve onun yanından kaçırılmıştı. Kızının siyah giydikleri için korumalardan olduklarını zannettiği adamların yanına yaklaştıktan sonra kucaklanarak götürülüşünü, çırpınışını, kollarını eve doğru uzatarak ellerini tutacak birini arayışını izlemişti, görüntüler tüm detayıyla aklındaydı.
“Baba?”
Başını kaldırdı Minel, onu onaylamasını beklediği babasının neden sessiz kaldığını merak etmişti. Adamın mutluluk rengi gözlerinin bir noktaya daldığını görünce onun üzüldüğünü anladı.
“Noydu babacım?”
Gökhan gözlerini kırpıştırarak kurtuldu dalgınlığından. “Bir şey yok inci tanem.” dedi anında gülümseyip.
Minel inanmadı. “Hayıy.” Zayıf bir itiraz çıktı dudaklarından. “Biy şey oydu, şöyyemiyoyşun. Neden… Biz ayye değiy miyiz? Ayyeyey söyyey. Çocukum ama şey, anyayabiyiyim.”
Çocuk olduğu düşünülerek ona bir şey söylenmediğinde üzülüyordu çünkü aksine alışmıştı, Gökhan’ın ona kelimeleri basitleştirerek açıklamalar yapmasına ve ondan bir şey saklamamasına alışmıştı.
Derin bir nefes aldı adam.
“Tabii ki anlayabilirsin babacığım, sen çok zeki bir kızsın ama bazı şeyleri seni üzmemek, korkutmamak için sana anlatmak istemiyorum. Babalar bazen böyle yapar, kızlarını korumak için üzüntülerinin nedenini söylemezler. Sana güvenmediğim için değil bebeğim, ben herkesten çok sana güveniyorum, sen benim bir tanecik kızımsın, nasıl güvenmem?”
Gökhan’ın künyesiyle oynarken “Ama anyatmıcakşın.” diye mırıldandı inci tanesi. Gökhan onun üzüldüğünü anlayınca elini tutup avuç içine minik öpücükler bıraktı.
“Üzülmeye devam edersem söz, anlatacağım. Sen üzülme güzelim, tamam mı? Ben sana kıyamam.”
Babasını daha fazla zorlamak istemedi kız çocuğu. “Tamam.” diyerek kabullendi ufak anlaşmalarını. “Şana güveniyoyum babacım.”
Gökhan tebessüm etti, eskiden korkuyla dolu o açık yeşil harelere sahip kızdan bu cümleyi duymak dünyalara bedeldi.
On beş dakika kadar daha sessizce durdular, Gökhan Minel’in buklelerini okşadı, Minel de hissettiği güvenin tadını çıkardı.
Her ne kadar bu sıcak ortamdan, kızına sarılı durmaktan kopmak istemese de “Güneşim…” dedi yavaşça Gökhan. “Okula gitmek istiyordan kalkmamız lazım.”
“İştiyoyum.” diye mırıldandı kız çocuğu, ellerini babasının kollarına bastırarak doğruldu, gözlerini ovuşturdu. Gökhan bebeğinin dağınık saçlarına, kızarık yanaklarına, mahmur gözlerine ve toz pembe pijamalarına gülümsedi.
“Ne giyicez babacım? Hangi yenk?”
“Sen seç güzelim.”
Minel kendi sevdiği renkleri seçerse ya yeşil ya da mavi giyecekti Gökhan, kız çocuğu babasının giyinme odasını avcunun içi gibi bildiği için adamın pembe yahut sarı kıyafeti olmadığının ayırdındaydı, uyumlu giyecekleri günlerde bu renkleri seçmiyordu. Gökhan bu nedenden ötürü bu iki renkten birini duymayı bekledi.
“Şiyah giyeyim.” Babasının sevdiği rengi tercih etmek istemişti bu sefer inci tanesi.
Kaşlarını kaldırdı Gökhan. “Emin misin küçüğüm?” Biliyordu Minel’in siyaha bir sempatisi olmasının tek nedeninin kendisinin siyah sevmesi olduğunu. Kız çocuğu çok renkliydi yoksa, adamın koyu renklerle bezenmiş evine o küçücük eşyalarıyla bile tamamen başka bir atmosfer, çok daha sıcak bir atmosfer getirebilecek kadar renkliydi.
“Hıhı. Siyah giyeyim. Kucakına ayıy mışın beni, sana kıyafet seçicez.”
Yataktan kalktı Gökhan, tavşanını komodinin üzerinden alan Minel’i kucakladı, giyinme odasına giderken birkaç kez şakağından öpmüştü bu sırada. Minel herhangi bir durumda, rastgele bir olay sırasında babasının onu öpmesine alışkındı; gülümsemek haricinde bir tepki vermedi.
“Bunu giyeyim.” Polo yaka, siyah bir tişörtü gösteriyordu. Gökhan tişörtü alıp giyinme odasının ortasındaki, saatlerini barındıran adanın üzerine bıraktı.
“Pantoyon da…” Onlarca siyah pantolondan bol bir tanesini seçti kız çocuğu. “Şu. Şaat de seçeyim babacım, bıyakabiyiy misin beni?”
Gökhan tamamen meleğine ayak uyduruyordu, saniye bile beklemeden onu yere bıraktı ve kollarını kavuşturarak, gülümseyerek izledi kızının boyundan büyük dolabın çevresinde dört dönüp çekmeceleri karıştırarak hoşuna gidecek siyah bir saat arayışını.
“Bu. Koyyenye de aynı yenk şuyaşı.” Kayışları siyah, saatlerin gözüktüğü kısımsa gümüş bir saati seçmişti. Babasının künyesi de gümüştü, hem her daim taktığı saat de o renkteydi, bu yüzden adamın bu saati seveceğine emindi.
“Teşekkür ederim biriciğim, sana kendi kıyafetlerin konusunda yardım etmemi ister misin?”
Başını iki yana salladı inci tanesi, siyah kıyafetleri dolabının alt çekmecelerindeydi, boyu yetiyordu.
“O zaman tamam, ben şimdi giyineyim, sen giyinince bana seslen bebeğim. Kıyafetlerini giyerken yardıma ihtiyacın olursa da seslenebilirsin.”
Başını onaylar anlamda salladı Minel, odasına yürürkense düşündü. Bu kadar sakin, kibar ve sevimli bir şekilde konuşan babası için nasıl kaba diyebiliyorlardı?
Polo yaka, siyah tişörtünü alacaktı çekmecesinden ancak babasının onu sonbaharda hırkasız dışarı çıkarmayacağını hatırladı. Bu tişörtün üzerine hırka yakıştırmazdı, başka bir şey düşünmeliydi.
Siyah, babasına seçtiği tişörtle aynı marka süveterine takıldı gözü o sırada. Heyecanla gözleri parladı, süveteri çekmeceden çıkardı siyah, bol bir pantolonla birlikte. Daha sonra yatağa taşıdı o kıyafetlerini, şimdi beyaz bir gömleğe ihtiyacı vardı fakat gömlekleri askıdaydı.
“Babacım…” diye seslendi Gökhan’ın odasına yol alırken. “Giyebiyiy miyim?”
“Gel meleğim.” Gökhan Minel’in bu kadar kısa sürede giyinmeyeceğini biliyordu, bir şeye uzanamamış olmalıydı.
“Şey… Beyaz…” Durdu, rengin adı bu muydu? Tavşanının kulağıyla oynarken düşündü, halasının beyaz ve onu peri kızı gibi gösterecek elbisesi aklına geldi. Evet, halası o elbise için “beyaz” demişti, rengin adını doğru hatırlıyordu.
“Beyaz gömyekimi ayamıyoyum, yaydımcı oyuy muşun?”
“Tabii ki olurum inci tanem, geliyorum.” Yakasını düzelttikten sonra giyinme odasından çıktı, iki yana sallanan kızını görünce dayanamayıp saçlarını karıştırdı hafifçe.
“Hangi gömleğin?”
Dolabın önünde dururken askıdaki yedi tane beyaz gömleğe bakarak soruyordu bunu, kızının kıyafetleri konusundaki hassasiyetini biliyordu, doğru gömleği seçmezse Minel mutlu olmazdı. Gömleğe bir süre bakar, sonrasında “Diğey gömyekim babacım, yanyış oydu.” derdi.
Minel kısa, yakasını buradan görebildiği gömleğini işaret etti. “Şu.” Adam toz pembe, kalpli, ahşap askıdan gömleğini ona çıkarıp verdiğindeyse sevimli sevimli güldü. “Teşekküy edeyim!”
Gökhan yumuşak bukleleri bir kez daha karıştırdıktan sonra odadan çıktı, Minel’in onun için seçtiği pantolonu daha giymemişti, onu giyecekti.
Kız çocuğu önce gömleği giydi, gömleğin düğmeleri zaten kapalı olduğu için gömleği sadece kafasından geçirmesi yetmişti. Katlanan kısmı düzeltti, daha sonra zor bela süveterini üzerine geçirdi.
“Şöyye yapayım.”
Süveteri de düzeltince el çırptı neşeyle. Çok güzel oluyordu kombini, şimdi de pantolonunu giyecekti ve her şey tamamlanacaktı.
“Oydu!”
Gözleri parlayarak baktı aynasına, tavşanını alıp zıplaya zıplaya babasının odasına gitti ardından. “Babacım!” dedi çok büyük bir neşeyle, Gökhan irkildi bir an, gözlerini inci tanesine çevirdi.
“Bak, çok güzey oydum!” Etrafında döndü, babasının ona iltifat edeceğinden emindi.
Gökhan kızı tam turunu tamamlamadan kucağına aldı onu, boynundan öperken “Çok güzel olmuş benim meleğim yine.” diyerek şımartmaya başladı inci tanesini. “Her giydiği çok yakışıyor, bunlar da çok yakışmış. Saçları da çok güzel, gözleri de çok güzel. Bir tanecik benim kızım, en güzelim.”
Kıkırdadı Minel, kollarını adamın boynuna sararken yanağını omzuna yasladı. Utanmıştı ancak mutluydu.
“Babası bu kızı yer, yer.”
Gökhan uzun süredir içinde kalan şeyi yapan yanağını ısırdı Minel’in, kızı gülerek başını çevirince bu sefer de diğer yanağını ısırdı. Bu kız çocuğunun gıdıklanmaktan yahut ısırılmaktan kaçmak için giriştiği başarısız eylemler onu eğlendiriyordu.
“Yanakım… Şey, kıymızı oyucak.”
Şikayetçiymiş gibi dudaklarını büzdü inci tanesi ancak Gökhan bu cümlenin öyle bir anlam taşımadığını biliyordu, bu yüzden umursamayıp ısırdığı yerleri bu sefer de öptü.
“İyice kırmızı olsun, Pamuk Prenses olsun benim kızım.”
“Hayıy, inci pyensesiyim ben. İnci tanesi pyenşeş.”
“Öyle mi?” Telefonunu aldıktan sonra odasından çıktı Gökhan, Minel’in odasına girdi, dolabından siyah bir çanta aldı. “Bu olur mu güzelim okul için?”
“Hıhı.”
Merdivenleri yavaşça inerken sorusunun cevapsız kaldığını fark etti adam. Bu yüzden tekrar sordu. “Demek inci prensesisin güzelim?”
Başını salladı Minel hiç tereddüt etmeden. “Evet, öyyeyim. Aktunayayın inci taneşiyim ben, heykes öyye diyoy. Bu yüzden… Bu yüzden inci prensesiyim.”
Kendisi hakkında söylenenleri ve çıkan haberlerin bazılarını duymuştu kız çocuğu, herkesin ağzında “Aktunaların inci tanesi” sözü vardı, artık o da kendisini öyle benimsemişti.
“Doğru, öylesin babacığım.”
“Nasıl?”
Oturma odasına girdikleri için yemek masasında oturan aile üyeleri diyaloğun sonunu duymuştu, Engin de dahil olmak istemişti konuşmaya, yarın gerçekleşecek dava dolayısıyla bulanan ve Nida’nın anılarını sürekli dolandırdığı zihnini rahatlatmak için bal kızı iyi bir fırsattı.
“İnci pyenşeşiyim.” dedi kız çocuğu bunu tüm ailesi önünde söylemekten utansa da. “Şey, heykes… Heykes Aktunayayın inci taneşi diyoy, o yüsden.”
“Öylesin bir tanem.” diye onayladı Raif. “Ailemizin inci tanesisin sen.”
Doruk kenardan atıldı. “Sarı inci, bir tek bizde var. Bir tanecik.”
“Evet.” Başını salladı Kuzey ciddi ciddi, son zamanlarda Minel’le fazla vakit geçirememişti ve bunun vicdan azabını çekiyordu, arayı iltifatlarla kapatmaya çalışıyordu bir yandan da hafta sonu için Minel’in daha haberi olmayan planlar yaparken. “Biricik inci tanemizsin prensesim.”
“Kesinlikle.”
Ayaz’ın sesi boğuk çıkmıştı çünkü başı masaya gömülüydü, o kadar uykusu vardı ki annesi bıraksaydı akşam oluncaya değin deliksiz uyurdu.
“Bana söylenecek bir şey bırakmadılar güzelim.” Derin bir nefes aldı Hakan, ağırbaşlı olup ailesine öncelik vermek onun edeceği iltifatların önünü tıkamıştı. “Herkesin haklı olduğunu söyleyebilirim.” demekle yetindi.
Minel tebessüm ederek gizledi başını babasının boynuna. İşte bu yüzden biliyordu kombiniyle babasının karşısına çıktığı an iltifat edileceğini, tüm ailesi böyleydi.
“Yine iltifatlara boğuluyor sanki benim bebişim!”
Hale arkadan gelip kız çocuğunun yanağına sesli bir öpücük bıraktı, geri çekildiğinde bordo rujunun izini görüp güldü tatlı bir şekilde, nazikçe sildi izi.
“Hayacım…”
Başını kaldırdı Minel, halasının kıyafetlerini inceledi. Bordo, uzun kollu, şifon, kolları bol ama kendisi dar bir üst giyiyordu kadın. Altındaysa siyah, keten ve bol bir pantolon vardı.
“Ayakkabı ne giyicekşin haya?”
“Bordo stilettolarımı bebeğim.”
“Ne?”
Minel’in hayret dolu ifadesine güldü kadın. “Sivri burunlu, ince topuklu ayakkabılarım. Önlerini peri ayakkabılarına benzetmiştin, hatırlamıyor musun bebişim? Barbie Mariposa’nın da öyle ayakkabılar giydiğini söylemiştin, öyle ama düz.”
Başını salladı inci tanesi. “Şimdi hatıyyadım.” dedi tatlı tatlı. Bazı kelimeleri aklında tutamasa da onlar için yaptığı benzetmeler mutlaka kalıyordu dimağında, Aktunalar da bu yüzden dikkat ediyorlardı o benzetmeleri hatırlamaya.
“Aaa, hâlâ geçmediniz mi sofraya?” İçeri giren Gülten kaşlarını çattı hemen. “Geçin bakayım yerlerinize.” diye kızdı Gökhan ve Hale kendisine bakınca. Daha sonra Minel’e çevirdi mavilerini. “Günaydın canımın içi.”
“Günaydın babanecim.”
“Bu evdeki ayrımcılık ayrı bir boyuta ulaştı artık.” diye söylendi Doruk kendisi de inci tanesini herkesten ayırmıyormuş, Ayaz çocukken ona çizgi film izleyebilmesi için bir şartı olduğunu söyleyip masum çocuğu battaniyeye dürüm gibi sarmışken Minel’le patlamış mısır yiye yiye, inci tanesinin buklelerini okşaya okşaya Barbie izlememiş gibi.
“Katılıyorum ama şikayetim yok.”
Ayaz’dı konuşan, başını hâlâ masadan kaldırmamıştı. Yerine geçen Hale onu tişörtünün ensesinden tuttu. “Kalk oğlum, kalk. Utanmasan burayı da kendine yatak yapacaksın, azıcık nimete saygın olsun.”
Söylene söylene doğruldu Ayaz, Doruk “Halam haklı.” diyerek kuzenine bulaştı, kahvaltı masasında Engin ve Hale’nin her şeye maydanoz olma görevini bugün o, tek başına üstlenmişti sanki.
“Uykuşu vay Ayaz’ın, o yüsden.” diyerek savundu kız çocuğu uykudan kanlanmış gözlerle ters ters Doruk abisine bakan “ikizini”.
“Bence okuyyay böyye, şey, hep eyken oymamayı.” Herkes ciddiyetle dinliyordu inci tanesini, onun düşünceleri ve yorumları oldukça önemliydi, bunu da hissettirmek istiyorlardı.
“İşteyen geç gitmeyi.”
“Evet!” diyerek yükseldi Ayaz, az önce masa örtüsünün üzerine tükürüğünü akıtan o değilmiş gibi.
Minel Ayaz’a baktı, onu enerjikleştiğini görünce uyumayı oldukça seven babasını da bu konuya dahil etmeye karar verdi. “Şiyket de öyye. Babacım ve Ayazsım geç gidebiyiy, uykuyayı geyiyoy.”
Güldü Gökhan, babasına baktı. “Duydun mu baba?” dedi alaydan uzak, daha çok samimi bir şaka atmosferini yansıtan sesiyle. “Geç gelebilirim.”
Minel Aktuna şirket zincirinin başıymış gibi bir eminlikle onayladı babasını. “Evet.” Neden herkesin erkenden bir yerlere gitmek zorunda olduğunu anlamıyordu, mantıksızdı.
Gözlerini devirdi Engin. “Son zamanlarda hiç gelmiyorsun zaten, bir şey diyor muyuz?” İnci tanesine baktı sonra, yanlış anlaşılabileceğinin bilinciyle. “Sana sözüm yok bal kızım, çok haklısın her zamanki gibi ama dediğin baban için geçerli değil.”
“Neden?” diye sordu kız çocuğu, bu sefer her zamanki merakının aksine bir karşı çıkış vardı çocuksu tonlamasında. “Benim babam güzey biy… Şey, güzey iş yapıyoy. Çok çayışkan, çok kibay, sonya…”
Gökhan soluk renkli dudaklarında memnuniyet dolu bir gülümsemeyle kızının kendisini övüşünü dinleyip bukleleriyle oynarken kaşlarını kaldırmış bir halde Engin abisine bakarak üstünlük kurmayı da ihmal etmiyordu.
“Çok yakışyıkyı.” Durdu bir an Minel; dedesi, Hakan amcası ve Kuzey abisi gülünce anladı bunu demesinin alakasız olduğunu. Yanakları kızarırken gözlerini kaçırdı ancak “Evet, öyye benim babam.” diyerek sözlerini de bitirdi.
“Duydunuz.”
Gökhan’ın umrunda değildi nasıl bir iş adamı olduğu, o taraklarda bezi yoktu fakat tüm ailesinin önünde kızından bunları duymanın farklı bir boyutta gurur verici olduğunu da inkâr edemezdi.
“Tek artın bir kızının olması, seni övecek bir kızının olması.” diye homurdandı Engin, yanında oturan Arda başını babasının omzuna yasladı sessizce, adam kahverengi gözlerini ona çevirince “İstersen ben seni överim.” diye mırıldandı. Bu dünyadaki en sevdiği insan için utangaçlığını bir yana bırakabilirdi.
Engin oğluna gülümsedi, anında yok olmuştu yüzündeki o ekşilik. Bakışları bile değişmişti en değerlisine, aşık olduğu kadının ona bıraktığı paha biçilmez mirasa, bakarken.
“Teşekkür ederim oğlum ama gerek yok.”
Hoşuna giderdi, çok hoşuna giderdi Arda’nın onu övmesi fakat tüm ailede utangaçlığıyla ün salmış oğluna bir işkenceden farksız olurdu bu, Engin fedakâr bir babaydı, eşinin mezarına nefesi tıkana tıkana toprak attıktan sonra gidip oğlunu teselli edecek kadar fedakâr bir babaydı, aile içindeki bir iltifat yarışması için oğlunu utandırmazdı.
“Tamam.” diye kabullendi Arda, başını kaldırmadı Engin’in omzundan, babasının varlığını hissetmek onu rahatlatıyor ve genelde takıntışı düşüncelerle yorulan zihnini dinginleştiriyordu.
“Geydi yemekimiz.”
Çalışanlar kahvaltı tabaklarını önlerine bıraktığında demişti Minel bunu, yemek yemek onun için zor bir aktivite değildi artık, sevdiği şeyler bile oluyordu, nadiren de olsa ikinci bir tabak istiyordu hatta.
“Evet babacığım, geldi.”
“Hepşi bitecek.”
“Evet güzelim.”
“Tamam, yicem. Yemek yeyşem büyüyüm, sağyıkyı oyuyum. Yemek yemem geyek.”
“Öyle inci tanem, hepimizin yemek yemesi gerek ama senin daha çok.”
“Şey…” Üzerinde civciv olan çatalını alırken doğru kelimeyi aradı. “Çünkü ihtiyacım oyuyoy, çocukum diye.”
“Evet güneşim.” diyerek bir kez daha meleğini onayladı Gökhan, Minel artık kendisine denilenleri ezberlemişti ve onun söylemesine gerek kalmadan söylüyordu her bir şeyi, adama yalnızca “Evet.” demek, her “Evet.”ten sonrasına da farklı bir hitap biçimi getirmek kalıyordu.
Minel günlük neşesinin tebessümüyle tabağına döndü. Kendisi için daha küçük doğranan domates dilimlerinden birini ağzına attı. Ondan sonraki hedefi de top şeklindeki, şirin peynirlerdi.
“Bugün…” dedi tabağının belli bir kısmına geldiğinde. “Topyak ve Miyaç’ya Baybi evi yapıcaz.”
Bilmedikleri detayı ilk fark eden Hakan oldu. Dudaklarını peçeteyle nazikçe sildikten sonra “Miraç?” diye sordu kaşlarını kaldırıp. Biraz kaba olabileceğini düşününce boğazını temizleyerek zar zor tebessüm etti. “Yeni arkadaşın mı güzelim?”
“Hıhı. Onu da şevdim, çok kibay biyişi.”
Gökhan az önce kendisine edilen iltifatı şu an Miraç’ın almasının gerginliğiyle yanağının içini ısırdı, tabağına baktı inci tanesiyle göz göze gelmemek için, göz göze gelirse o çocuklar hakkında iyi bir şey söylemek zorunda kalabilirdi.
“Nereden anladın fıstığım kibar olduğunu?”
“Baybi evi yapayken… Yapayken beni dinyedi, iştedikim yenkte yegoyay koyduk. Sonya… Çok sakin biyişi, şevdim. Ayda abim gibi şakin.”
Miraç Arda kadar sessiz ve utangaç değildi fakat Minel yine de onun sakinliğini Arda abisine benzetmişti çünkü nasıl ki Arda ders çalışırken inci tanesi onun yanında sessizce boyama yapıyorsa Miraç legoları yerleştirmekle uğraşırken de sessizce oturmuş, kutudan lego seçmiş ve Miraç’ı izlemişti.
Masadaki tüm Aktuna erkeklerinin bakışları Arda’ya döndü, Arda yerinde rahatsızca kıpırdandı ancak genelin aksine bu seferki rahatsızlığının sebebi üzerindeki gözler değildi.
“Sanmıyorum.” diye mırıldandı, sesi kısık olsa da kendinden emindi. “Bana benzemiyordur.”
“Benzeyemez.” diyerek destek çıktı Ayaz. “Arda bir tane, Miraç da kim?” Minel’in karışık, biraz da hüzünlenmiş açık yeşillerine denk gelince cümlelerini “Tatlı bir çocuk.” cümlesiyle devam ettirmek zorunda kaldı. “Miraç tatlı bir çocuk. Çok tatlı.”
Gülümsedi inci tanesi, bir an ailesinin yeni arkadaşından hoşlanmadığını düşünerek mahzunlaşmıştı. “Evet.” dedi neşeyle. “Çok tatyı biyişi.”
“Daha çocuk olduğu için tatlı bulman normal prensesim, bu yaşlarda herkes tatlı olur.” Kuzey’in kimi avutmaya çalıştığı belirsizdi, masadaki tüm erkekler olabilirdi. Kadınlar olamazdı zira Gülten de Hale de hallerinden memnun duruyorlardı erkeklerin kıskançlıkla boğuşmalarını ancak bir şey diyememelerini izlerken. “Ben de tatlıydım.”
“Evet Kusey abicim, şen de tatyışın. Miyaç ve Topyak da tatyı, hepimis tatyıyız.”
“Ama ekleme.” diye yakardı Engin Minel’in duyamayacağı kadar kısık bir sesle. “O çocukları cümleye ekleme, niye ekliyorsun bal kızım?”
“Beyki bugün, bugün yeni aykadaşyayım oyuy. Topyak ve Miyaç’in aykadaşyayıyya, şey… Tanışabiyiyim.”
Gökhan bir anda sandalyesinden kalktı, inci tanesinin gözleri hızla ve endişeyle kendisine döndüğünde “Su alacağım.” dedi zar zor tebessüm ederek. Odadan saniyeler içinde çıktı.
Minel babasının arkasından baktı, daha sonra masaya döndü. Hemen önlerindeki sürahiyle göz göze geldi. Kaşları hafifçe çatıldı.
“Babam basen tuhaf oyuyoy.”
. . .
Engin Aktuna’dan
Yatağımda uzanırken aklımdaki yarınki dava vardı; ne düşünmem, ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum fakat güçlü olmalıydım, ondan emindim. Oğlum için güçlü olmak zorundaydım.
Nida, Nida’m, güzelim, sevdiğim kadın ölmeyebilirdi.
Yana döndüm, gözüme uylu girmiyordu saatlerdir. İşten gelince bal kızım biraz kafamı dağıtmıştı, sabah bahsettiği Barbie evini nasıl bitirdiklerini dizimde otururken anlatmıştı bıcır bıcır, Toprak ve Miraç denen çocuklardan bahsetmişti.
Arda ile sohbet etmiştim daha sonra, okulla alakalı sorular sormuştum ben sormadan bir sorun olsa bile dile getirmeyeceğini bildiğim için. “Her şey yolunda.” deyip gülümsemişti, odama dönmüştüm ben de.
Odama dönmüştüm ve düşüncelerim arasında boğulmaya başlamıştım.
Uyuyamayacağımı anlayınca kalktım, bu kattaki terasa çıkacaktım. Artık akşamları serin oluyordu, rüzgâr da esiyordu, o rüzgârı suratımda hissetmek iyi gelirdi.
Kapımı sessizce kapattım, terasa yürürken de sessizdim. Koltuğa oturdum, bulut yoktu gökyüzünde, ay ışığı bayağı bir yeri aydınlatıyordu. Başımı arkaya yasladım.
Ne olurdu Kubilay denen o, o… Her neyse, Kubilay denen o adam saçma sapan bir intikam hırsına sahip olmasaydı? Ne olurdu bize öfkeliyse bile bunu yalnızca iş dünyasındaki rekabetle gösterseydi?
Nida’m hayatta olurdu, hâlâ daha hissederdim onun sıcak nefesini. O güzel, ceylanları kıskandıracak kadar güzel kahve gözlerini gözlerime dikip bana tüm çevremi unutturacak şekilde gülümserdi. Etrafında dört dönüp ona iltifatlar eden Arda’mızın saçlarına öpücüklet kondururdu, uzun eteklerinin ucu rüzgârla uçardı, çocuklar gibi şen olurdu o esintilerle.
Tam nefes alırdım; aşkım bir toprağın altında, o soğuk toprağın altında gömülü kalmazdı. Bir mezar taşına sığmazdı güzelimin tüm hayatı, el ele tutuşurduk ve her seferinde o hayata yeni, güzel bir anı eklerdik. Öyle olması için uğraşırdım; Nida’mın gülmesi için, müzik notaları eşliğinde vurulduğum gözlerinden bir damla yaş akmaması için uğraşırdım.
Uğraşmıştım, uğraşmıştım ama olmamıştı, bir damın saçma sapan intikam hırsı onu bizden almıştı.
Yaşaran gözlerimi kapattım, meleğimin güzel yüzü geldi gözlerimin önüne. Sesini ilk duyduğum an, gözlerine ilk baktığım ve hiç unutamadığım o an…
.
“Her yerde varsın oğlum, yeter.”
Omuz silktim arkadaşımın dediğine, üniversitedeyken eğlenmeyip ne zaman eğlenecektim? Şirkete girip abim ve babamla çalışmaya başlayınca mı, Allah korusun!
“Konservatuar öğrencileri gelecekmiş müzik kulübü için.”
“Niye?” diye dalga geçtim. “Bizim müzik kulübü bir şey yapamıyor mu?”
Gözlerini devirdi arkadaşım. “Bizim gibi hiçbir şey bilmeyen insanlar gittiği için yapamıyorlardır belki, mantıklı geldi mi?”
Bakışlarımı görünce alay etmeyi bıraktı, oflayarak açıkladı. “Büyük bir gösteri yapmak istiyorlarmış bu sene sonu, konservatuar öğrencileri yardım edecekmiş o yüzden. Bizimkiler de onlara mı yardım edecekmiş, öyle bir şey.”
Ellerimi ceplerime soktum, yolun kenarındaki bir kızın bakışları bana değince başımı eğdim, ben hayatıma girecek bir meleği bekliyordum, inanıyordum ki o kız girince her şey değişecekti ve ben anında anlayacaktım, bu yüzden gözüm başka herkese kördü. On iki yaşında olan ama liseli gibi davranan kardeşim Gökhan bunları duysa herhalde “Çok masal okuyorsun.” deyip gözlerini devirirdi ama cidden inanıyordum böyle bir şey olacağına, hem Gökhan da vakti gelince ve aşık olunca anlayacaktı beni.
“Gel, gel, burası. Daldın yine bir yere. Gönül işi de bize mi söylemiyorsun?”
“Yok oğlum.” Gülüp ellerimi ceplerimden çıkardım. “Yok birisi, kaç kez dedim.”
Bana bakmadı bile arkadaşım. “Yakışıklı adamsın, illaki biri vardır ama bakalım ki ne zaman çıkacak kokusu.”
Anlatmaya çalışmaktan vazgeçtim, ne zaman bir yere dalsam böyle oluyordu bu çocuk, takmıştı kafayı benim gönül işlerime, anlatamıyordum doğru kişiyi beklediğimi ve o zamana kadar kimsenin olmayacağını, hayallerimdeki o periye ihanet etmiş gibi hissederdim başka biriyle sırf birisi hayatımda olsun diye bir yola girersem.
“Sonunda geldiniz! İnsanlar konservatuardan geldi de siz yoksunuz!”
Kulübün başkanına -o da arkadaşımdı- cevap vermek için kafamı kaldırdım ve o an, sanki her şeyin akışı değişti.
Beyaz, bol, uçuş uçuş bir üst giyiyordu bir gitar tutan ve benimle yaşıt olduğuna inandığım kız. Uzun, soğuk bir kahverengi olan saçları dalga dalgaydı; onlar sa rüzgârla uçacak gibilerdi. Aradığım melek, peri, her neyse, o kız bu kız mıydı?
“Herkes geldi mi?”
Sesi… Nasıl bir melodiydi o? İnanıyordum artık, tamamen inanıyordum. Aşık olacağım kız bu kızdı. Eğer kalbinde başka birine bir aşk beslemiyorsa, eğer o da beni isterse… Tuhaftı, aşık olmadığım halde olacağımı hissetmek ve bir insana ilk görüşte bu denli bağlanmak…
Başını kaldırdı, gözleri gözlerime değdi. Tebessüm etti. “Galiba geç kalanlar da gelmiş.” dedi sıcak bir şakacılıkla. Derin bir nefes alıp başımı başka bir tarafa çevirdim daha uzun süre bakmaktan kendimi alabilmek için, baktıkça bakasım geliyordu ancak ailem beni böyle yetiştirmemişti. Önce tanışmalıydım, o da beni tanımalıydı, sonra eğer o da isterse uzun uzadıya izleyebilirdim onu ve o güzel gözlerini. Öncesinde olmazdı, dayanmam lazımdı.
Gözlerim her saniye ona gitmeye çalışırken direnmek çok zordu.
Kulüp başkanının önceden koyduğu sandalyelere oturduk. İlkokula başlayan bir çocuk gibi heyecanlıydım. Aklımda onlarca plan dönüyordu, yardımsever bir insana benziyordu, hatta herkese yardım etmeye çalışan bir iyilik perisine. Gitar öğrenmeye başlasam ve yardımını istesem bana yardım eder miydi?
Deneyecektim, bu peri kızıyla tanışabilmek için piyano da öğrenirdim, gitar da. O hangi müzik aletini biliyorsa onu öğrenirdim.
.
Şakağıma bir damla yaş aktığını hissettiğimde hatıra yarım kaldı, başımı düzeltip sildim yaşı hemen, gözlerimi de açmıştım bu sırada.
Koltuklarda gördüğüm üç kişiyle irkildim, Gökhan kollarını kavuştururken homurdandı. “Öcü değiliz, merak etme.”
“Ne ara geldiniz siz?”
Saatine baktı Hakan abim. “Beş dakika oldu.” dedikten sonra gözlerini bana çevirip gülümsedi. “Uyuyamayacağını biliyorduk, odandan çıkmanı bekledik.”
Az önce ağladığımı görmüşlerdi, odamdan çıkmamı beklediklerine göre nedenini de biliyorlardı, bu yüzden bir açıklama düşünmek için kendimi yormaktansa başımı yine yasladım koltuğun arkasına. Gökyüzüne bakmak üzerimdeki bakışlara karşılık vermekten daha kolaydı.
“Gelmeyebilirsin.”
Gökhan’dı bunu söyleyen, yüzüne bakmadım, sesinden belliydi bir art niyetle bunu söylemediği. Hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi dursa da bizim için yapamayacağı şey yoktu kardeşimin, yöntemlerini tasvip etmesek de her zaman herkesi korumaya çalışıyordu. Bana Nida gittiği zaman ne kadar destek olduğu da bir gerçekti, pek empati yapamamasına rağmen hem de.
.
“Yine buradasın.”
Mezardan kaldırmadım gözlerimi, toprağın üzerindeki çiçeklerin yaprakları üzerinde gezdirdim parmaklarımı. Benim çiçek kokulum burada yatıyordu, ben nasıl gülecektim bir daha, yaşamaya nasıl devam edecektim?
“Abi, kalk, hadi.”
“Kalkamam.” Sesim titredi ama umursamadım, güçsüzlüğümü çok daha net gördükleri anlar şu son iki haftada çok olmuştu. Pek hatırlamadığım anlar vardı mesela, sanırım kendimi kaybettiğim anlar. Onları görmüşken bu halimi umursamamalılardı.
“Gündüz gelemiyorum, Arda var. Bari şimdi bırakın.” Başımı mermere yasladım. “Ben Nida’mın yanına gelmeden yapamam.”
Sessizlik oldu, beni burada bırakıp gitmeyeceğini bilmesem gitti zannederdim. Burnumu çektim, bu sessizliği Nida’mın gülüşlerini duymaya çalışarak doldurmak için elimden geleni yaptım ama kederle dolu zihnim o gülüşleri de kararttı. Kahkahasının her bir melodisi ayrı bir acı oldu yüreğime.
“Ben seni anlayamam.” Yanıma çöktü, elini omzuma koydu. “Aşık olmadım, olmam da. Bu acıyı bilmem o yüzden, pek acı bilmem zaten, bilirsin. Ama kalkman lazım abi, Arda var. Hadi o olmasa… Bizim için kalkmanı istemek bencillik mi olurdu, her ne şeyse… Ama Arda için dayanman lazım, her gece buraya gelemezsin.”
“Bilmiyorsun.” Başımı iki yana salladım. “Aşık da olmadın, baba da olmadın, bilmiyorsun.”
“Baba olmadım da babam var abi. Tartışıyoruz falan da çok iyi bir babamız var, hakkını yememek lazım. O böyle yapmazdı. Anneme…”
Durdu, çoğu zaman duygusuzdu ama bu cümleyi tamamlayamazdı, biliyordum; düşkündü bize, anneme.
“Neyse. Bizim yanımızda olurdu.”
Yanağımı silip doğruldum, acıyan gözlerimi gözlerine diktim. Karanlıkta vücudu pek seçilmiyordu ama gözleri parlıyordu.
“Gündüz yanındayım, bir an ayrılmıyorum. O benim canım, canımdan öte. Her şeyi yaparım oğlum için ama…”
Parmaklarımın arasından aktı gitti avcumdaki toprak.
“Nida’yı özlüyorum, hem Arda uyuyor. Yorulduğu için hep uyuyor, kontrol ettim. Bir gece baktım, yanında yatmasam da uyanmıyor. Gelebilirim buraya.”
Bir şey demedi, uzun bir süre sadece baktı. Beni zorla kaldıracağını düşündüm, sonra kavga edeceğimizi. Sabırsızdı çünkü Gökhan.
“İki gecede bir gel.”
Böyle demesini beklemiyordum. “Ne?”
“Nida yengemi de Arda’yı da canından çok seviyorsun, değil mi?”
Başımı salladım hemen, tereddüdüm yoktu.
“Bir gece Arda’yla uyu, onun yanında kal. Bir gece buraya gel. Yanına kim gelirse kovacağım, kimse seni rahatsız etmeyecek.”
Ne zaman mezarlığa gelsem dibimde bitiyorlardı, ne kadar gitmelerini istersem isteyeyim gitmiyorlardı, ben de konuşamıyordum Nida’yla rahatça. İki günde bir gelecektim ama rahat olacaktım, kimse bizi rahatsız etmeyecekti, olur muydu?
“Kimse gelmeyecek.”
“Gelmeyecek.” Kendinden emindi, gözlerinde hiçbir duygu yoktu, beni kandırmıyordu. “Evin kapısını bile kilitlerim, kimse gelmeyecek.”
Biraz düşündüm, kafam allak bullak olduğu… Neyse, düşündüm. “Tamam.” Başımı salladım. “Kimse gelmeyecek, iki günde bir.”
Derin bir nefes aldı. “Hadi.” dedi yavaşça. “Şimdi kalk.” Ondan duyduğum en yumuşak ses tonuydu. “Gökhan, oğlum…” dedikten sonra başımı eğdim, omuzlarım sarsılmaya başladı.
“Canım acıyor, dayanamıyorum.”
Beklemediğim bir şey oldu o an, bir abi gibi sarıldı küçük kardeşim bana. “Tamam.” Omzuma vurdu. “Tamam.” Başka bir şey demedi ya da diyemedi, teselli işinde hep kötüydü.
Gün ağarana kadar ağladım, hiç susmadım ve Gökhan yanımdayken kimse beni rahatsız etmedi, kardeşim sözünü tuttu.
.
“Kaç gündür dalgınsın, gelirsen daha çok üzüleceksin.”
Bir şey demedim, üzülecektim, doğruydu çünkü ihtimalleri düşünüyordum, bir şey yapamadığım için kendimi suçluyordum o zamanlar Kubilay’ı yalnızca şirketle alakalı biri sanmamıza rağmen. Nida’mın ölümünü bir kaza sanarken de kendimi suçlamıştım, şimdi tüm o duygular geri dönmüştü.
“Daha çok yıpranmandan korkuyoruz oğlum, yoksa anlıyoruz gelmek istemeni. Ben olsam ben de…”
Durdu babam, devam etmedi cümlesine. Annemi Nida’nın yerinde düşünmek istememişti. Burukça gülümsedim, kendisi için düşünmekten kaçındığı o gerçekliği yaşıyordum ben altı senedir.
“Gelmeyi çok istiyorsan, ancak böyle rahat edeceksen de…” Hakan abime baktım, ne söyleyeceğini babam ve Gökhan biliyordu sanki, onlar bakmamışlardı abime.
“Arda’yı da al, bir tatile çıkın. Okul sorun olmaz, Arda konuları önceden halletmiştir. Gelince de tekrar psikoloğa gitmeye başlarsınız, zaten ailecek gitmemiz lazım.”
Gökhan ve babam kaşlarını çatınca devam etti derin bir nefes alıp.
“En ufak şeyde endişeleniyoruz. Minel’in geçen gün ayağı takıldı diye on kişi yerimizden kalktık, yarım saat fazla uyudu diye hepimiz nefesini kontrol ettik. Evet, herkes kontrol etti, yalnızca birbirimizden haberimiz yoktu. Ben de sonradan fark ettim, daha doğrusu Kuzey ve Doruk’la konuşunca fark ettim.”
Alnımı sıvazladım, benim yaşadığım kaybetme korkusunu yaşıyordu tüm ailem, benim korkum da geri dönmüştü tabii. Tatil ve psikolog iyi bir fikir olabilirdi, hem Arda’yla da vakit geçirmiş olurdum.
“Tamam.” diye mırıldandım. “Mahkemeye geleceğim ama sonra tatil, psikolog.” Dudaklarımı ıslattım. “Tabii ki siz de geleceksiniz psikoloğa, ailecek.”
Kollarını kavuşturdu Gökhan. “Ben halimden memnunum.”
“Evinizdeki havuz için beş tane cankurtaran tutmuşsun, bu mu iyi halin?”
Babamın dediği cümleyle kaşlarımı kaldırdım. Az önce ağlamamın üzerime çöktürdüğü ağırlıktan kurtulmak için “Beş az olmamış mı?” diye dalga geçtim. “Havuzun her kenarında beşer tane olmalıydı.”
Gökhan bana baktı, bakışları bir değişikti. İlk başta anlamadım ama sonra gözlerim hayretle açıldı. “Saçmalama!” diye çıkıştım. “Yirmi cankurtaran tutamazsın!”
“Ben tutmayacağım, Kâmil tutacak.”
“Gökhan!” Babam kızınca kollarını kavuşturdu, bir şey demedi.
Kâmil’in on beş tane daha cankurtaran bulması gerekecekmiş gibi hissediyordum. |
0% |