@inci_aksoy
|
"Daha öncesinde de belirttiğim gibi Süsen Hanım, kanser tüm organlara yayılmış durumda. Kanserin vücudunuzdaki ilerleme hızını baz alacak olursak sadece kemoterapi uygulamak hiçbir işimize yaramaz. Uzun lafın kısası ameliyat şart gibi görünüyor. Şunu belirtmekte de fayda var ki; ameliyat başarılı geçse bile tedavinin olumsuz sonuç verme ihtimali yüksek. Buraya en son geldiğinizde tedaviyi reddetmiştiniz. Şu an kararınız nedir?" Süsen gözlerini anlık olarak doktorun ela harelerine dikti. O şefkat dolu irislerin ardındaki hikaye neydi? Kahramanı kimdi? Sonu nasıl olacaktı? Şimdilik doktorla ilgili her şey bir sır perdesinden ibaretti. Kimi durumlarda belirsizlik insanın içindeki karanlık kısımdır. Bilinmezlik, ister istemez insana acı verir: İlk başta beynin binlerce sorunun istilasına uğrar, yavaşça mantığın aradan çekilir ve düşüncelerinin esiri olursun. Omurganın en derinliklerinde bir titreme hissedersin. Bedenin kör kuyularda kaybolmuşçasına çaresizdir. Ufacık bir sarılma bile su kadar aziz, ekmek kadar mübarek bir şeymiş gibi görünür gözüne. Yalnızlığın vücut bulmuş halidir bu. Daha ne kadar kötü olabilir ki dediğin anda ellerin titrer, eklemlerin yok olmuş gibi hissedersin. Gözbebeklerin büyür, kalbin hiç olmadığı kadar hızlı atmaya başlar. Tüm bunlar yüreğinin derinliklerindeki saf korkudur. Yalnızlık yanında korkuyu, korku beraberinde stresi getirir. Tüm bu duygular ise belirsizlikten doğar. Yavaş yavaş tüm benliğini esir alır, etrafına uzun demir sütunlar örer ve ruhun o demir kafesin içerisinde can verir. Şu anda belki de belirsizliğin en karmaşık, bir o kadar da bariz halini yaşıyordu Süsen. Önünde iki yol vardı; ölmek ya da yaşamak. Yaşarsa her şeyi düzeltebilecek mi, düzeltemezse bunlarla yaşamayı öğrenemeyecek mi? Ölürse hatırlanabilecek mi, yoksa unutulup gidecek mi? Ya herrü, ya merrü yani. Her şeyden ziyade unutulmamak en büyük dileğiydi. Sevdiklerinin aklında iz bırakacak kadar sevilmiş miydi acaba, ya da akıllardan silinmeyecek acı demetleri mi hediye etmişti onlara? Sormadan bilinmez, sorsa da gerçeği kabullenmeyi yürek istemez. ''Ben tedaviyi kabul ediyorum çünkü yaşamak istiyorum. Biliyorum, bu biraz tuhaf; ne de olsa o ameliyat masasından hiç kalkamayabilirim ama en azından denemeliyim.'' diye cevapladı Süsen. Şansımı biraz fazla mı zorluyorum diye geçirdi içinden. İnsan işte, hep daha fazlasını ister ve asla elindekilerin bir gün kayıp gideceğini düşünmez. Kaybettiğini anladığı anda ise o tanıdık duyguyu hisseder, pişmanlık. Ardından elindekileri kaybetmek pahasına pişmanlıklarını telafi etmek için uğraşır. Bu çabanın elinden alıp götürdüklerini fark ettiğinde ise bu sefer de onlar için pişmanlık duyar ve bu döngü kişi, içi boşalmış bir deniz kabuğuna dönüşene kadar devam eder. Bazı doğal unsurlardan dolayı içi çürümüş, dış yapısı aynı kalmış cesetler gibi... ''Tamamdır, maalesef şu anda hastanemiz çok dolu ve ameliyat sırasının gelmesi aylar sürecektir, başka bir hastaneye naklinizi gerçekletirmemizi ister misiniz?'' Başını sallayarak onayladı. Hangi hastaneye naklini gerçekleştirildiğini duyamadı. Doktorun sesi kulak zarına doğru ilerlerken anlaşılmaz uğultulara dönüşüyordu. Midesinin bulandığını hissetti ve dayanabileceğini umdu. Kendisini ölüm fermanını imzalamış gibi hissediyordu. Üste tükürsen bıyık alta tükürsen sakal, her türlü ölecektim zaten diye düşündü. Doktorun kendisine seslendiğini seçebildi uğultuların arasından. ''Süsen Hanım, ilaç yazıyorum ağrılarınız için.'' ''Tamam.'' diyebildi sadece. Doktor reçetesini cevizden yapılma ahşap masanın üzerine koydu, Süsen bakışlarını masanın üzerine diktiğinde vazodaki solmuş iris (süsen) çiçeklerini yeni fark etmiş olacak ki gözleri fal taşı gibi açıldı. Kendisini toparladı ve masanın üzerindeki reçeteyi alırken ''O halde ben izninizi isteyeyim.'' dedi. Ayağa kalkarken koltuk hafifçe gıcırdadı. Kapıyı açarken doktora iyi günler diledi. Solmuş irislere ve etnik desenli vazoya son kez baktı... Odadan çıktıktan sonra derin bir nefes aldı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. İlk kez basit bir mide ağrısı ve strese bağlı hazımsızlık şikayetiyle gelmişti buraya, ardından ileri seviye kanser olduğunu öğrenmiş ve tüm tedavileri reddederek eve dönmüştü. Şimdiyse ameliyatın ve kemoterapinin iyi geçmesini ümit ediyordu. Şaşkın bakışlarını irislerinin ardına gizledi, her zamanki gibi dingin bakışları ve küçük tebessümüyle hastane koridorunda yürümeye başladı. Yürürken kahverengi saçları narince beyaz cildini okşuyordu. Uzun kirpikleri bakışlarını gölgeliyor, nereye baktığını ve ne düşündüğünü gizliyordu. Yere indirdiği bakışlarını kaldırdı ve etrafına bakmaya başladı. Çıplak duvarlar, beyaz zemin, yoğun ışık ve tekdüze insanlar... Sonun ve başlangıcın arasındaki o ince çizgi gibi... *** Neredeyse öğlen olmuştu. Danışmanın önüne geldiğinde hafifçe eğildi ve sesindeki tınıya dikkat ederek sordu: ''Doktor Sıla Yılmaz'ın odası neredeydi acaba?'' ''Affedersiniz, ne için gelmiştiniz? Öğle arasına girilecek, bu saatte sıra bulamazsınız.'' ''Sıla Yılmaz'ın arkadaşıyım, onu öğle arasında ziyaret etmeyi planlıyordum. Haber vermedim, hastanede değil mi?'' ''Ah, anladım!'' Evet hastanede, odası ikinci katta, asansörden çıktıktan sonra sola döneceksiniz. Soldan dördüncü kapı.'' ''Teşekkür ederim, iyi günler.'' ''Rica ederim size de iyi günler. Sıla Hanım'a haber vermemi ister misiniz? ''Hayır, gerek yok.'' dedi ve danışmanın önünden ayrılarak asansöre yöneldi. Asansörü beklerken yan duvardaki kat pusulasını incelemeye başladı. Ameliyathaneler dışında her şeyin yeri değişmişti neredeyse. Pusulada en üstlere çıktığında terasın altında yazan ''Morg & Yoğun Bakım Ünitesi'' yazısına geldiğinde şaşırmıştı, ''Tanrı'ya daha yakın olsunlar diye herhalde.'' diye düşündü bir an. Bunu düşünmesiyle birlikte de kafasını sağa sola salladı. Kapılar açıldığında içerisi hıncahınç doluydu, yavaşça kenara çekildi ve insanların asansörden inmesini bekledi. İçeride sadece iki kişi kalmıştı artık; kamburu sırtında bir teyze ve altı yedi yaşlarında, üzerinde hastane önlüğü, elinde porselen bebeği olan bir kız çocuğu. Kadın ve çocuk arasında bir bağlantı var gibi durmuyordu, her ikisi de asansörün farklı uçlarında öylece dikiliyorlardı. Yorgun ve solgun yüzlere sahiplerdi. Gözleri ışıltılarını kaybetmiş, ifadeleri donuklaşmış. Öylece boşluğa bakıyorlar sadece. Kat tuşuna bastıktan sonra kapının kapanmasını beklerken küçük kızın çantama asmış olduğum figürlü anahtarlığa baktığını fark etti. Yavaşça ona yaklaştı, eğilerek boyunun hizasına geldi ve figürün hoşuna gidip gitmediğini sordu. Asansör kapısı kapandı. ''Evdeki pelüş ayıma benziyor.'' dedi fısıldayarak. Figürü anahtarlık halkasından çıkardı ve usulca ona uzattı. Tekdüze hareleri bir anlığına Süsen'e ışıldayarak baktı ve küçük figürü parmaklarının arasına aldı. Dizlerinin yere değmemesine özen göstererek yere çöktü ve pembe ayıcık figürüyle oynamaya başladı. İkinci kat zili çaldı ve kapılar açıldı, o da dışarı çıktı. Odanın önünde beklerken ilk önce turkuaz kumaş eteğinin olmayan kırışıklıkların düzeltti, bu staj döneminden kalma bir alışkanlıktı ve hala üstünden atamamıştı. Sıla'nın kapısını iki kez tıkladı ve bir süre bekledi, cevap alamayınca yavaşça içeri girdi. Odanın hali her zamanki gibi içler acısı: Çöp kutusu taşmış, masa dosyalardan görünmüyor bile, kalemlik devrilmiş ve birkaç kalem yere düşmüş. ''Şu odayı ne zaman toparlamayı planlıyor acaba? Yakın bir tarihte olmadığı kesin. Odasına giren hastalar ne düşünüyor acaba? Hadi ben onun kaç yıllık arkadaşıyım, alıştım artık bu hallerine.'' diye geçirdi içinden. Yavaşça Sıla'nın koltuğuna oturdu. Bir süre bekledikten sonra sıkıldığı için bilgisayarı açtı ve arama motoru penceresine tıkladı. Son aramalarda bir yazı dikkatini çekti ve ''Merak ettiği şeye bak.'' diye mırıldandı. Geçmiş aramanın üzerine tıkladı ve okumaya başladı. Yazı güneş gözlüklerinin tarihiyle ilgiliydi ve güneş gözlüklerinin ilk Çinliler tarafından bulunup kumar oynarken veya mahkemede bakışlarını gizleyerek duygu ve düşüncelerini saklamak için kullandıklarına dairdi. Okuduğu metni sanki anlamakta zorluk çekmiş gibi tekrar ve tekrar okumuştu. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez, diye düşündü; ne güneş gözlüğünü mahkemede yalanım anlaşılmasın diye kullanmak ne de bunu araştırmak. Aniden kapının açılmasıyla neye uğradığını şaşırdı ve masanın üzerindeki kahve kupasını devirdi. Sıla koyu kahve irisleriyle bir süre kupanın ileri geri salınmasını seyretti. Süsen ayağa kalktı ve masanın karşısındaki koltuğa doğru ilerledi. Sıla fırsattan istifade edip koltuğuna oturdu ve dosya çekmecesini düzenlemeye başladı. ''Yirmi birinci yüzyılın ortalarına geldik neredeyse, teknoloji tarif edilemez bir seviyeye ulaşmışken sen hala şu kağıt parçalarından medet umuyorsun. İsraf, israf.'' Sıla'nın şaşkın gözleri bir süre üzerinde gezindi, ne diyeceğini bilemez gibi bir havası vardı. Kısa ama asırlar gibi gelen saniyelerin ardından bir tepki verebildi. ''Ha, anladım ya.'' '' Emin misin?'' ''Ne?'' ''Yemek yemeye inelim diyorum, Açsın belli, beynin kafatasını terk etmiş.'' ''Efendim?'' ''Yok bir şey.'' *** Sıla'yla üniversitenin ilk yıllarında tanışmışlardı. Tanıştıkları dönemde gayet olağan akışında ilerleyen arkadaşlıkları son yıl akıllara durgunluk verecek bir hızda gelişmiş, hatta kardeşliğe dönüşmüştü. Üniversitenin son iki yılını neredeyse hiç birbirlerinden ayrılmadan geçirmiş, yalnız tek bir nefes dahi almamışlardı. Mezuniyetin ardından Sıla bir yıllığına yurt dışına gitmiş, Süsen ise burada uzmanlığını aldıktan sonra kırsal kesimde bir sağlık ocağına atanmıştı. Tüm bu ayrılıklara rağmen ikilinin bağları zaman zaman incelse de kopmaması için her ikisi de ellerinden geleni yapmış, neticede dostluklarını devam ettirmeyi başarmışlardı. Arkadaşlıklarının onuncu yılını devirdikleri şu günlerde ise Süsen hayatındaki köklü değişiklikler nedeniyle epey sarsılmış, destek ararken her zamanki gibi arkadaşının eline tüm gücüyle sarılmıştı. Kırılmayacağını bildiği tek dala tutunmuştu. *** ''Ne dedin sen? Aldatıldım demek mi oluyor bu?'' Süsen şaşkınlıkla haykıran arkadaşının ağzını kapattı. "Evet, aldatıldım. Hem de kuzenimle aldatıldım. Niye bağırıyorsun, herkes duydu.'' ''Ne var ya, bir an şaşırdım ondan öyle oldu. Hem umursayacaklarını sanmam merak etme.'' ''Evet canım, neden umursasınlar ki? Aldatılmış biri ve bunu herkese duyuran arkadaşı akşam dedikodusu değeri taşımıyor çünkü.'' ''Merak etme, buradaki kimse seni tanımıyor. Hem sana söylemem gereken bir şey var, ya da boşver önemli bir şey değil. Kalkalım mı artık?'' Yine rahatsızlığından bahsedememişti. Ne zaman konuşmaya çalışsa ne olduğunu bilmediği bir şeyler onu susturuyordu. Ters bir şeylerin olduğunu fark eden Sıla konuyu fazla üstelemeyerek Süsen'in kendisinin anlatmasının en iyisi olduğuna karar vermiş olacak ki ''Ben bitirdim, hesabı ödemeye gidiyorum. Saat kaç bu arada?'' diyerek konuyu değiştirdi. ''13.44'' ''Ne, o kadar çabuk mu?'' ''N'oldu ki? ''Ameliyatım var hemen gitmem lazım.'' dedi ve aceleyle kalktı Sıla. Ardından ''Hesabı ben öderim sen uğraşma.'' diye seslenen Süsen'e dönüp bakamadı bile.
***
Öğle saatleri, gökyüzünün gri bir örtüyle kaplandığı, yağmurun durmaksızın pırıl pırıl yeryüzüne düştüğü bir zamandı. Şehir, sanki bir su altı dünyasına dönüşmüş; asfalt yollar, su birikintileriyle dolmuştu. Arabamın penceresinden sarkan damlalar, bir melodi gibi ritmik bir şekilde akıyordu, ama bu melodi huzur verici değil, aksine huzursuz ediciydi. Süsen yavaşça ilerlerken; silecekler, yağmur damlalarını savurmak için canla başla çalışıyordu. Her biri, suyun etkisiyle kayganlaşan yolda ona rehberlik ediyor gibiydi. Trafik ışıkları, bulanık bir sis içinde parıldarken, kalbinde bir tür huzursuzluk belirmeye başladı. Sanki doğa, bir şeylerin kötü gideceğini önceden haber veriyordu. Bir anlık dikkatsizlik, birkaç saniyelik bir dalgınlık... Aniden, önündeki araç frene bastı. Refleksle durmaya çalıştı, ama tekerlekler kaygan yolda çaresizce kaydı. Zaman sanki yavaşladı; her şeyin bir an için durduğunu hissetti. Derin bir nefes alıp, zihninin en derin köşelerine daldı. “Bu nasıl oldu?” derken, o an her şeyin sona ermekte olduğunu anlamıştı. Sonra, metalin metalle çarpmasıyla birlikte dünya yeniden hareket etmeye başladı. Şiddetli bir gürültü, kulaklarında yankılanırken, cam kırıkları etrafa savruluyordu. Su, bir şelale gibi içeri dolarken, aklımda yalnızca bir düşünce belirdi: Hayatta kalmak. İçinde bir boşluk hissetmişti; derin ve acımasız bir boşluk. Dışarıda insanların panik içinde koşuşturduğunu gördü; gözlerindeki yaş, yağmurla birleşip kayboluyordu. Solundaki pencereden bakan bir adam, çaresizlikle başını tutuyordu; bakışlarındaki acı, belki de Süsen'in içindeki korkunun bir yansımasıydı. Ambulans sirenleri, uzaklardan gelen bir melodi gibi kulaklarına dolmaya başladı. Yağmur hâlâ düşüyordu; her damla, yaşadığı dehşeti hatırlatıyor gibiydi. Etrafa bakarken, kalabalık içinde annesinin yüzünü görür gibi oldu . Onların varlığı, belki de bu kaostan çıkış yoluydu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes almak istedi ama göğsündeki ağırlık buna izin vermedi. Dışarıdaki karmaşa, içindeki dinginliği bozamıyordu. O an, bir şeylerin değişmesi gerektiğini fark etti; her kayıp, yeni bir başlangıcın habercisi olabilirdi. Sirenlerin sesi yaklaştı, hayatın ne kadar acımasız ve aynı zamanda ne kadar güzel olabileceğini düşünüyordu. Yeniden başlamak, belki de hayatın sunduğu en büyük hediyeydi. Yavaş yavaş, içinde bir umut filizlenmeye başladı; acının ardından gelen bir uyanış gibi... |
0% |