Yeni Üyelik
3.
Bölüm

PROLOG

@inci_aksoy

"Daha öncesinde de belirttiğim gibi Süsen Hanım, kanser tüm organlara yayılmış durumda. Kanserin vücudunuzdaki ilerleme hızını baz alacak olursak sadece kemoterapi uygulamak hiçbir işimize yaramaz. Uzun lafın kısası ameliyat şart gibi görünüyor. Şunu belirtmekte de fayda var ki; ameliyat başarılı geçse bile tedavinin olumsuz sonuç verme ihtimali yüksek. Buraya en son geldiğinizde tedaviyi reddetmiştiniz. Şu an kararınız nedir?"

Süsen gözlerini anlık olarak doktorun ela harelerine dikti. O şefkat dolu irislerin ardındaki hikaye neydi? Kahramanı kimdi? Sonu nasıl olacaktı? Şimdilik doktorla ilgili her şey bir sır perdesinden ibaretti.

Kimi durumlarda belirsizlik insanın içindeki karanlık kısımdır. Bilmemek, ister istemez insana acı verir: İlk başta beynin binlerce sorunun istilasına uğrar, yavaşça mantığın aradan çekilir ve düşüncelerinin esiri olursun. Omurganın en derinliklerinde bir titreme hissedersin. Bedenin kör kuyularda kaybolmuşçasına çaresizdir. Ufacık bir sarılma bile su kadar aziz, ekmek kadar mübarek bir şeymiş gibi görünür gözüne. Yalnızlığın vücut bulmuş halidir bu.

Daha ne kadar kötü olabilir ki dediğin anda ellerin titrer, eklemlerin yok olmuş gibi hissedersin. Gözbebeklerin büyür, kalbin hiç olmadığı kadar hızlı atmaya başlar. Tüm bunlar yüreğinin derinliklerindeki saf korkudur.

Yalnızlık yanında korkuyu, korku beraberinde stresi getirir. Tüm bu duygular ise belirsizlikten doğar. Yavaş yavaş tüm benliğini esir alır, etrafına uzun demir sütunlar örer ve ruhun o demir kafesin içerisinde can verir.

Şu anda belki de belirsizliğin en karmaşık, bir o kadar da karmaşık halini yaşıyordu Süsen. Önünde iki yol vardı; ölmek ya da yaşamak. Yaşarsa her şeyi düzeltebilecek mi, düzeltemezse bunlarla yaşamayı öğrenemeyecek mi? Ölürse hatırlanabilecek mi, yoksa unutulup gidecek mi? Ya herrü, ya merrü yani.

Her şeyden ziyade unutulmamak en büyük dileğiydi. Sevdiklerinin aklında iz bırakacak kadar sevilmiş miydi acaba, ya da akıllardan silinmeyecek acılar mı vermişti onlara? Sormadan bilinmez, sorsa da gerçeği kabullenmeyi yürek istemez.

''Ben tedaviyi kabul ediyorum çünkü yaşamak istiyorum. Biliyorum, bu biraz tuhaf; ne de olsa o ameliyat masasından hiç kalkamayabilirim ama en azından denemeliyim.'' diye cevapladı Süsen.

Şansımı biraz fazla mı zorluyorum diye geçirdi içinden.

İnsan işte, hep daha fazlasını ister ve asla elindekilerin bir gün kayıp gideceğini düşünmez. Kaybettiğini anladığı anda ise o tanıdık duyguyu hisseder, pişmanlık. Ardından elindekileri kaybetmek pahasına pişmanlıklarını telafi etmek için uğraşır. Bu çabanın elinden alıp götürdüklerini fark ettiğinde ise bu sefer de onlar için pişmanlık duyar ve bu döngü; kişi, içi boşalmış bir deniz kabuğuna dönüşene kadar devam eder. Bazı doğal unsurlardan dolayı içi çürümüş, dış yapısı aynı kalmış cesetler gibi...

''Tamam, maalesef ki şu anda hastanemiz çok dolu ve ameliyat sırasının gelmesi aylar sürecektir, başka bir hastaneye naklinizi gerçekle...''

Doktorun sesi kulak zarına doğru ilerlerken anlaşılmaz uğultulara dönüşüyordu. Midesinin bulandığını hissetti ve dayanabileceğini umdu. Kendisini ölüm fermanını imzalamış gibi hissediyordu. Üste tükürsen bıyık alta tükürsen sakal, her türlü ölecektim zaten diye düşündü. Doktorun kendisine seslendiğini seçebildi uğultuların arasından.

''Süsen Hanım, ilaç yazıyorum ağrılarınız için.''

''Tamam.'' diyebildi sadece.

Doktor reçetesini cevizden yapılma ahşap masanın üzerine koydu, Süsen bakışlarını masanın üzerine diktiğinde vazodaki solmuş İris (süsen) çiçeklerini yeni fark etmiş olacak ki gözleri fal taşı gibi açıldı. Kendisini toparladı ve masanın üzerindeki reçeteyi alırken ''O halde ben izninizi isteyeyim.'' dedi. Ayağa kalkarken koltuk hafifçe gıcırdadı. Kapıyı açarken doktora iyi günler diledi. Solmuş İrislere ve etnik desenli vazoya son kez baktı...

Odadan çıktıktan sonra derin bir nefes aldı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Basit bir mide ağrısı ve strese bağlı hazımsızlık şikayetiyle gelmişti buraya, ileri seviye kanser olduğunu öğrenmiş bir vaziyette gidiyordu. Şimdilik ameliyatın ve kemoterapinin iyi geçmesini ümit ediyordu.

Şaşkın bakışlarını irislerinin ardına gizledi, her zamanki gibi dingin bakışları ve küçük tebessümüyle hastane koridorunda yürümeye başladı.

Yürürken kahverengi saçları narince beyaz cildini okşuyordu. Uzun kirpikleri bakışlarını gölgeliyor nereye baktığını ve ne düşündüğünü gizliyordu. Tıpkı güneş gözlükleri gibi. Yere indirdiği bakışlarını kaldırdı ve etrafına bakmaya başladı.

Çıplak duvarlar, beyaz zemin, yoğun ışık ve tekdüze insanlar...

Sonun ve başlangıcın arasındaki o ince çizgi gibi...

***

Neredeyse öğlen olmuştu.

Danışmanın önüne geldiğinde hafifçe eğildi ve sesindeki tınıya dikkat ederek sordu:

''Doktor Sıla Yılmaz'ın odası neredeydi acaba?''

''Affedersiniz, ne için gelmiştiniz? Öğle arasına girilecek, bu saatte sıra bulamazsınız.''

''Sıla Yılmaz'ın arkadaşıyım, onu öğle arasında ziyaret etmeyi planlıyordum. Haber vermedim, hastanede değil mi?''

''Ah, anladım!'' Evet hastanede, odası ikinci katta, asansörden çıktıktan sonra sola döneceksiniz. Soldan dördüncü kapı.''

''Teşekkür ederim, iyi günler.''

''Rica ederim size de iyi günler. Sıla Hanım'a haber vermemi ister misiniz?

''Hayır, gerek yok.''

***

Sıla'nın kapısını iki kez tıkladı ve bir süre bekledi, cevap alamayınca yavaşça içeri girdi.

Odanın hali her zamanki gibi içler acısı: Çöp kutusu taşmış, masa dosyalardan görünmüyor bile, kalemlik devrilmiş ve birkaç kalem yere düşmüş.

''Şu odayı ne zaman toparlamayı planlıyor acaba? Yakın bir tarihte olmadığı kesin. Odasına giren hastalar ne düşünüyor acaba, hadi benim kaç yıllık arkadaşım; alıştım artık bu hallerine.'' diye geçirdi içinden.

Yavaşça Sıla'nın koltuğuna oturdu. Bir süre bekledikten sonra sıkıldığı için bilgisayarı açtı ve arama motoru penceresine tıkladı. Son aramalarda bir yazı dikkatini çekti ve ''Merak ettiği şeye bak.'' diye mırıldandı. Geçmiş aramanın üzerine tıkladı ve okumaya başladı.

''İlk güneş gözlüklerinin Çinliler tarafından 1430'lu yıllarda yapıldığını biliyor muydunuz? Ateşte dumanın isi ile kararttıkları gözlükler görme kusurlarını düzeltmek için değildi, sanılacağı gibi güneşten korunmak için de değildi. Çinliler başta mahkemeler olmak üzere birçok yerde gözleri görünmesin, düşünceleri göz ifadelerinden belli olmasın diye bu koyu renkli gözlükleri takıyorlardı. Daha sonraları İtalya'dan Çin'e numaralı gözlükler getirildi ama Çinliler onların da çoğunu duman ile kararttılar.''

Not: Bu kısımdaki bilgiler internet ortamındaki araştırmalarım sonucu edindiğim bilgilerdir. Yanlışlığım varsa affola.

Okuduğu metni anlayamamış gibi tekrar ve tekrar okumuştu, kırk yıl düşünsem aklıma gelmez diye düşündü; ne gözlük camını karartmak, ne de bunu araştırmak.

Aniden kapının açılmasıyla neye uğradığını şaşırdı ve masanın üzerindeki kahve kupasını devirdi.

''O bardağın içi dolu olsaydı ve dosyalarımın üstüne dökülseydi sana ne yapacağımı biliyorsun değil mi?'' diyen Sıla'ya döndü ve küçük bir çocuğun masumluğunda başını onaylarcasına salladı.

Ayağa kalktı ve masanın karşısındaki koltuğa doğru ilerledi. Sıla fırsattan istifade edip koltuğuna oturdu ve dosya çekmecesini düzenlemeye başladı.

''Yirmi birinci yüzyılın ortalarına geldik neredeyse, teknoloji tarif edilemez bir seviyeye ulaşmışken sen hala şu kağıt parçalarından medet umuyorsun. İsraf, israf.''

Sıla'nın şaşkın gözleri bir süre üzerinde gezindi, ne diyeceğini bilemez gibi bir havası vardı. Kısa ama asırlar gibi gelen saniyelerin ardından bir tepki verebildi.

''Ha, anladım ya.''

'' Emin misin?''

''Ne?''

''Yemek yemeye inelim diyorum, Açsın belli, beynin kafatasını terk etmiş.''

''Efendim?''

''Yok bir şey.''

***

Sıla'yla üniversitenin ilk yıllarında tanışmışlardı. Tanıştıkları dönemde gayet olağan akışında ilerleyen arkadaşlıkları son yıl akıllara durgunluk verecek bir hızda gelişmiş, hatta kardeşliğe dönüşmüş bir vaziyetteydi. Üniversitenin son iki yılını neredeyse hiç birbirlerinden ayrılmadan geçirmiş, yalnız tek bir nefes dahi almamışlardı.

Mezuniyetin ardından Sıla bir yıllığına yurt dışına gitmiş, Mine ise burada uzmanlığını aldıktan sonra kırsal kesimde bir sağlık ocağına atanmıştı. Tüm bu ayrılıklara rağmen ikilinin bağları zaman zaman incelse de kopmaması için her ikisi de ellerinden geleni yapmış, neticede dostluklarını devam ettirmeyi başarmışlardı.

Arkadaşlıklarının onuncu yılını devirdikleri şu günlerde ise Mine hayatındaki köklü değişiklikler nedeniyle epey sarsılmış, destek ararken her zamanki gibi arkadaşının eline tüm gücüyle sarılmıştı. Kırılmayacağını bildiği tek dala tutunmuştu.

***

''Ne dedin sen? Aldatıldım demek mi olu...''

Süsen şaşkınlıkla haykıran arkadaşının ağzını kapattı.

Evet, aldatıldım. Hem de kuzenimle aldatıldım. Niye bağırıyorsun, herkes duydu.''

''Ne var ya, bir an şaşırdım ondan öyle oldu. Hem umursayacaklarını sanmam merak etme.''

''Evet canım, neden umursasınlar ki? Aldatılmış biri ve bunu herkese duyuran arkadaşı akşam dedikodusu değeri taşımıyor çünkü.''

''Merak etme, buradaki kimse seni tanımıyor. Ben bitirdim hesabı ödemeye gidiyorum. Arabam otoparkın girişinde, sen git ben sana yetişirim''

''Tamam, çok bekletme ama.''

''Bekletmem.'' dedi ve kasaya doğru yürümeye başladı Sıla.

Yürürken minicik bir an kırıntısı yokladı zihnini. Böyle bir an yaşanmamıştı, rüyasında mı görmüştü acaba? Deja vu dedikleri bu olsa gerek. Düşüncesi bile ürkütmeye yetmişti. Ölümden bu kadar çok mu korkuyordu?

Her zamanki gibi Sıla'nın arabasında yolculuk ediyorlardı. Radyoda Candan Erçetin-Yalan çalıyordu. Süsen de tüy gibi hafif sesiyle eşlik ediyordu. Sıla ara ara sesin çok ince, sinek vızıltısı gibi diyerek takılıyordu ona.

Trafik ışıklarında durdukları bir an acı bir fren sesi işitiliyordu. Gerisi bulanık, bir tek hafifçe mırıldanıyormuş gibi hissetti. Ne diyordu sahiden; ''Yaşa.'' mı?

Arabada ilerlerken Sıla gece nöbetinde yaşananlardan bahsediyordu, yorgundu ve bunu Süsen'e söylemişti. Süsen bunun üzerine aracı kendisinin kullanacağını söylese de Sıla izin vermemişti. İnadı yüzünden hayatı boyunca pişmanlık duyacağını nereden bilebilirdi ki?

 

Loading...
0%