
HOPE
Akşamdan kalma olmak en doğru şekliyle bulantı ve baş ağrısı olarak tanımlanır. Genellikle bok gibi içmekten kaynaklanır.
Ayrıca, benim şu anki durumumu da anlatır.
Güneş ışığından acıyan gözlerimi yavaş yavaş açtım. Nasıl bu kadar çok uyumuştum? Yatakta doğrulurken başımda keskin bir acı hissettim.
Acı içinde geri yatıp tavana baktım.
Enrique’nin lanet tavanı bile güzel görünüyor!
Yaklaşık on dakika sonra tekrar kalkmaya çalışsam da başarılı olamadım. Lanet olası ağrı kesiciler onlara tam ihtiyacım olduklarında neredelerdi?
Sonunda tavana bakmaktan sıkılınca zorla da olsa doğruldum. Kafam çok güçlü bir depreme tutulmuş gibi zonklamaya devam etmesine rağmen oturur pozisyonda kalmaya çalıştım.
Komodinin üstünde duran iki ağrı kesici ile suyu fark edince, “Lanet olsun,” diye mırıldandım. Ağrı kesici mi? Bu kadar uzun süredir boşuna mı acı çekiyordum?
Hapları yutup suyu içerken zevkten inledim. Tanrım, çok susamıştım. Bardağı yerine koyarken küçük bir not fark ettim.
Hiçbir iyilik cezasız kalmaz, tatlım.
Lanet olası pislik, neden böyle davranıyordu ki? “Yaraya tuz basmak,” deyimini bilmiyor muydu?
Kâğıdı küçük parçalara ayırıp yastığının altına koydum. Umarım boğazına kaçıp boğulmasına sebep olurlardı.
Birkaç derin nefes alıp ayağa kalktığımda neredeyse tekrar düşüyordum. Başım öyle şiddetli dönüyordu ki ayakta durabilmek için masaya tutunmak zorunda kaldım.
Mümkün olan en kısa sürede soğuk bir duş almam gerekiyordu. Düşmeyeceğimden emin olunca yavaş, dikkatli adımlarla banyoya gittim.
Suyu mümkün olduğunca soğuğa getirip kendimi hazırladım. Bunu yapmak zorunda olduğumu biliyordum.
Buz gibi suyun altına girdiğimde nefesim kesilse de başka şeyler düşünmeye çalışıp bir süre o şekilde durdum. Sonra suyu sıcağa getirdim.
Su ideal sıcaklığa ulaştığında rahat bir nefes alıp düğüm olmuş saçlarımı yıkamaya başladım.
Uzun uzun yıkandığım banyodan çıkınca donduğumu hissettim. Hemen bir havluya sarınıp yüzümün ne hâlde olduğunu görmek için aynaya baktım.
Beklediğim kadar kötü görünmesem de gözlerimin altındaki halkalar çok belirgindi. İç çekip nasıl göründüğümü boş vermeye karar verdim. Çabucak dişlerimi fırçalayıp havlumu yere bıraktım.
Banyoya giderken kıyafet almayı hep unuttuğum için havluyu geri götürmeyi de unutuyordum, bu yüzden burada bırakmak en iyisi olacaktı.
Kapıyı açıp Enrique'nin şaşkın gülümsemesiyle karşılaşınca bu evde yalnız olmadığımı hatırladım.
Aklıma ilk gelen şeyi söyleyip, “Arkanı dön, seni sapık,” dedim. Tabii, bu dört yaşındaki bir çocuğun on iki yaşındaki bir çocuğa söyleyeceği bir şeyden farksızdı.
“Teklifin için teşekkür ederim ama ben almayayım,” deyip, dişlerini göstererek masum bir çocuk gibi gülümsedi.
İstediğim şeyi yapmayacağını anlayınca arkamı dönüp banyoya döndüm. Kapıyı kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra tekrar havluya sarındım.
Tekrar dışarı çıktığımda mankafa ile göz teması kurmamaya dikkat ettim.
“Bu gece çıkıyorum, bu yüzden Vlada ve Claire ile kalacaksın. Okula dönmek istediğinden emin olsam da bu şimdilik mümkün görünmüyor. Bu yüzden bir süre online ders alacaksın.”
Okulumu ve arkadaşlarımı hatırlayınca donup kaldım.
Lanet olsun, onları nasıl unuttum?
“Peki, en azından bir telefonum olabilir mi?” diye sordum. Okula gitmeme izin vermediği, beni burada zorla tuttuğu için çok kızgındım.
“Vlada'nın telefonunu kullanabilirsin ama ailenden biriyle iletişim kurduğunu anlarsam bir hafta boyunca yürüyemeyebilirsin,” deyip sırıttı.
Göz devirerek karşılık versem de bana şaplak attığını ya da bacaklarım tutmayana dek becerdiğini düşününce yanaklarım ısınmaya başladı.
Seni kaçıran adamla yatmayı düşünmeyi bırak! Bilinçaltım tamamen haklıydı. Bu pislik beynimde yer kaplamayı bile hak etmiyordu.
Orta parmağımı gösterip zoraki bir gülümsemeyle “İyi. Gidebilirsin,” dedim. Hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı. Neyse ki onu en azından bir süre görmeyecektim.
Hemen, bulabildiğim tek kot pantolonla gömleği giydim. Sanırım Enrique bunları önceden getirmişti.
Gittiğinden emin olmak için birkaç dakika bekleyip V'nin odasına yöneldim. Enrique'nin odasından çok uzakta değildir diye düşünüyordum.
V’nin kapısını birkaç kez çaldıktan sonra “Girin,” diyen bir inilti duydum. Yoksa “Defol!” mu diyordu? Üstünde durmayıp içeri girdim.
V’nin üstünden bir kamyon geçmiş gibi görünüyordu. Saçları bir şişe saç spreyi sıkılmış gibi kabarıktı.
Üstünde sadece bir tişörtle yatağın ortasında acıyla inliyordu.
Artık başım ağrımadığı için mutlu bir şekilde, “Bok gibi hissediyorsun, değil mi?” dedim. İbuprofeni icat ettiği için Dr. Stewart Adams’a minnettardım.
İbuprofeni keşfeden kişiyi nereden tanıdığımı merak ediyor olabilirsiniz. Doğruyu söylemek gerekirse beş yaşındayken çok ama çok sıkıcı bir hayatım olduğu için pek çok gereksiz kitap okumuştum.
“Boktan bile daha kötüyüm. Çok çok kötü!” diye bağırdı V. Akşamdan kalma olmakla nasıl başa çıkılacağını öğrenmesi gerekiyordu.
“Hadi giyin. Mankafa abin gittiğine göre biraz yürüyüşe çıkabiliriz,” dedim. Enrique bir süre uzakta olacağı için mutluydum.
V, “Hayır!” diye bağırsa da bütün günü içeride geçirmeye niyetim yoktu.
Genelde günlerimi okula giden, normal bir genç gibi geçirirdim. Ancak şu an bunu yapamayacağım için kendimi oyalayacak bir şeyler bulmam gerekiyordu.
“Hemen o yataktan kalkıp yirmi dakika içinde hazır oluyorsun,” dedim, olabildiğinde ciddi bir ses tonuyla.
“Aynı Enrique gibi konuşuyorsun. Lanet olsun!” deyip banyoya gitti.
Yatağına oturup sabırla hazırlanmasını beklerken Willow aklıma geldi. Umarım ona iyi bakıyorlardır diye düşündüm. Öte yandan ona bakmak zorunda kalan kişiye de acıyordum çünkü benden başka kimse ona dokunmasına izin vermiyordu.
Banyodan çıkan V, “Hope, çok acı çekiyorum,” diye inledi.
Sanki kendim de aynısını yaşamamışım gibi davrandığımı biliyor olsam da sızlanıp durmasından bıkmıştım.
“İstediğin kadar ağlayıp sızla bunu aşmak zorundasın,” dedim, küstah bir şekilde. Bana yumruk atacakmış gibi göründüğünü fark edince kıkırdadım.
“Hadi gidip yemek yiyelim.” Bana hâlâ kızgın olsa da umursamayıp peşinden gittim. Mutfağa gidip dün oturduğumuz masaya oturduk.
Elinde bir tepsi yiyecekle içeri giren Claire, “Günaydın kızlar,” dedi. Hemen arkasında birkaç kız daha vardı.
V tepsiyi alırken, “Claire! Yemeğimizi getirmemen gerektiğini biliyorsun. Bu senin işin değil,” dedi.
Claire diğer kızlara yemekleri masaya koymalarını işaret ederek, “Baban beni bunun için işe aldı, canım,” diye cevap verdi.
“Ama bu yirmi yıl önceydi. Sen hem Enrique'yi büyüttün hem de buraya taşındığımdan beri annem gibi oldun!” dedi V, haklılığını kanıtlamak ister gibi.
Ne yalan söyleyeyim beni inandırmıştı. Bu kadın eğer Enrique’yi yetiştirebildiyse gerçekten koca yürekli, çok sabırlı biri demekti.
Claire, “Tamam. Tamam. Şimdi annene ne kadar benzediğini göstermek zorunda değilsin,” deyip kıkırdarken, V dünyanın en çılgınca şeyini duymuş gibi şaşkındı. Belki gerçekten öyle olsa da tepkisi yine de komikti.
Claire yanımızdan ayrılınca sessizce yemeğimizi yemeye başladık. Bitirdiğimizde tabaklarımızı lavaboya koyup teşekkür etmek için personel odasına gittik.
Tam küçük, şirin odadan çıkacağımız sırada, Claire arkamızdan seslenip “Ah, Hope! Enrique'nin sana bir hediye bıraktığını söylemeyi unuttum. Dışarı çıkıp bakmalısın,” dedi.
İfadesiz bir yüzle, “Tamam, teşekkür ederim,” dedim. Enrique bana daha ne verecekti ki? Demek istediğim ondan gelen her şey günümü, ruh hâlimi, bedenimi mahvediyordu…
“Lanet olsun! Böyle şeyler düşünüp durmayı bırakmalısın,” dedim kendi kendime. Aklıma gerçekten söz geçiremiyordum.
Kapıyı açtığımda çok sinirli görünen, her yeri sargılarla kaplı bir John ile karşılaştım. Hediyem dayak yemiş John muydu? Tamam, komikti ama böyle bir hediyeye ihtiyacım olduğunu sanmıyordum.
Bakışlarımı sol tarafıma çevirip huzur içinde otlayan Willow’u görünce sevinçten çığlık attım.
Onu buraya getirmeyi nasıl başardıklarını merak ediyordum. Willow çok sarsılmış olmalıydı. Ayrıca babam buna nasıl izin vermişti?
John'u görmezden gelip bana doğru dönse de bir hamle yapmayan Willow'a doğru yürüdüm. Boynuna sarıldığımda beni ne kadar özlediğini göstermek ister gibi başını omzuma koydu.
Willow'un zarar görmediğinden, mutlu olduğundan emin olduktan yularını hâlâ çok sinirli görünen John’un elinden aldım.
“Sanırım onu buraya getiren sendin,” dedim. John inleyince kıkırdadım. Eminim tüm sargılarının içi kan içindeydi. Willow kendini nasıl savunacağını kesinlikle iyi biliyordu.
“Bu katırı öldürmek lazım. Neredeyse beni öldürecekti,” diye cevap verdi.
Of, bunu söylediğine çok pişman olacak...
Burnunun ortasına bir yumruk indirmek için elimi kaldırdığımda, “Birincisi, o bir at! İkincisi, ~sen~ bir pisliksin,” dedim. Yumruğum burnuyla buluştuğunda hafif bir çıtırtı duydum.
İçimden yüzümü buruştursam da başımı dik tutmaya devam edip Willow'un yularını çekmeye başladım.
Vlada, “Benimle gel. Sana ahırı göstereyim,” dediğinde donup kaldım. Kendi ahırları olduğuna göre V de bu planın içindeydi.
“Lanet olsun, beni kaçırmasına yardım mı ettin?” diye bağırdım.
Ne kadar öfkelendiğimi görünce geri çekildi.
“Ona yardım etmediğimi daha önce de söylemiştim. Burası onun evi ve bana bir süreliğine sizin ahırınızı kullanmam gerektiğini söyledi. İtiraz etme şansım yoktu!” diye cevap verdi. Hakkında kötü düşündüğüm için sinirlendiği belliydi.
“Üzgünüm. Çok fazla varsayımda bulunuyorum,” dedim. Söylediklerim için gerçekten pişmandım. Onu suçlamadan önce açıklama yapmasına izin vermeliydim. Yine de bunu önceden söyleyebilirdi.
Hafifçe tebessüm ederek, “Sorun değil,” deyip ahırı gösterdi. Tamamen kişiye özel bir ahır olduğu için bizimkinden çok daha küçüktü.
Ancak, hem içeride hem dışarıda en az bizimkiler kadar güzel görünen çok büyük manejleri vardı. Willow'un bir süre burada yaşayabileceğinden emindim.
Eve döndüğümüzde geri kalan vaktimizi film izleyip hayatlarımız hakkında sohbet ederek geçirdik.
Birkaç yıl önce Enrique'nin babasıyla evlenen annesinin onu Enrique ile yaşaması için bu eve gönderdiğini; Enrique’nin bir mankafa olmasına rağmen ona gerçekten kardeşi gibi davranıp değer verdiğini anlattı.
Ondan neredeyse çok iyi bir insan gibi bahsediyor olsa da yaşanan bunca şeyden sonra buna inanmak zordu.
Ben de kendi hayatımdan, abimden ve kötü ikiz kardeşimden bahsettim. Vlada ve ben bugün biraz daha yakın olmuştuk. Beni en iyi arkadaşlarımdan bile daha iyi tanıyabilecek başka bir arkadaşımın daha olması güzeldi.
Ne de olsa bu hapishanede sahip olduğum, burada yaşamayı katlanabilir kılan tek arkadaşımdı.
Enrique’nin yatağına uzanmış, yalnızlığın tadını çıkarıyordum. Hep köpeklerimle uyuduğum için yalnız uyumaya alışkın olmasam da umursamadım. Böyle uyumak da oldukça güzeldi. Gözlerimi kapatıp kendimi uykunun kollarına bıraktım.
***
Saatler sonra uyanıp oturma odasına gittim. Sonra V de bana katıldı.
V Instagram hesabıyla uğraştığı, ben de televizyonun siyah ekranına bakmaktan sıkıldığım için kalkıp kapıya yürüdüm.
“Ben yürüyüşe çıkıyorum. Birazdan dönerim,” dedim. Instagram’dan başını kaldıramayan V hızlı hızlı kafa salladı.
Of, telefonumu geri istiyorum!
Evden çıkınca etrafta neredeyse bir düzine koruma olduğunu fark ettim. Üstelik bunlar sadece görebildiklerimdi.
Birisi, “Hope, burada ne yapıyorsun?” deyince hemen arkama dönüp diğer korumalar gibi simsiyah giyinmiş John’u gördüm.
Sırf onu kızdırmak için, “Sıradan bir koruma olduğunu bilmiyordum,” dedim.
Enrique'nin en iyi arkadaşı ve en iyi koruması olduğunu iddia ettiği hâlde diğer korumalardan farksız görünüyordu.
“Bunu babana sor,” diye mırıldandığını duyunca donup kaldım.
“Ne demek istiyorsun? Yoksa babam burada mı?” dedim. Babamın nerede olduğunu bilmek istiyordum. Beni geri almaya mı gelmişti? Enrique'nin beni kaçırdığını biliyorsa neden polisi aramıyordu?
“Lanet olası baban, Enrique intikam için seni aldığında çıldırdı. Sevgili baban şimdi burayı yakıp yıkmakla tehdit ediyor. Burada yaşayan diğer insanları umursamıyor bile...”
John babamdan büyük bir nefretle bahsediyordu.
Babamın kimseye zarar vereceğine inanmıyordum. Bunu yapamayacak kadar iyi bir insandı.
Bununla birlikte, Enrique'nin beni kaçırdığını ve babamın beni güvenli bir şekilde geri almak için her şeyi yapacağını kabul etmek zorundaydım. Tabii bunu yasalara uygun bir şekilde yapardı.
“O kimseyi incitmez!” diye bağırdım.
“Baban lanet olası bir mafya! Amacı zaten insanlara zarar verip öldürmek,” dedi, benimkinden aşağı kalmayan bir öfkeyle.
Lanet olası John neden bahsediyordu? İngiltere'de mafya bile yoktu. Bu İtalyanlara özgü bir şey değil miydi?
“Sen yalancı bir pislikten başka bir şey değilsin. Babam lanet olası bir çete lideri değil; Anderson Corporation'ın CEO'su,” dedim. Şu an öfkeden titriyordum. Bu adam kesinlikle deliydi.
“On adamımızı öldürmekle kalmayıp Enrique'nin de beş kaburgasını kırdı! O, Enrique'den bile beter biri!”
Gerçekler kafama dank ettiğinde gözümden yaşlar akmaya başladı. Ama yalan söylüyor olmalıydı. Sadece saçmalıyordu. Söylediği her şey aptalca yalanlardan ibaretti.
Yüzünde öyle gerçek bir nefret vardı ki bir an kuşkuya düştüm ama yalan söylüyor olmalıydı, değil mi?
Bu doğru olamaz. Hayatım bir yalandan ibaret olamaz. Babam öyle biri olamaz...
Bütün vücudumun hissizleştiğini, dizlerimin üstüne düştüğümü hissettim. Kulaklarım çınlamaya gözümün önünde siyah noktalar uçuşmaya, kalbim göğsümden çıkacak gibi atmaya başladı. Nefes alamıyordum…
Kısa bir süre sonra her şey karardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 54.11k Okunma |
1.14k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |