18. Bölüm

18. Bölüm

ırmaknur cengiz
incmvegsbk

HOPE

Normal bir genç kız on dokuzuncu doğum gününde yakın arkadaşları ya da ailesiyle akşam yemeğine çıkıp eğlenceli bir şeyler yapardı.

Normal bir kız doğum gününde mutlu olur; bir gece öncesinde heyecandan uyuyamazdı.

Ama normal bir kız değildim...

Bu yüzden doğum günümde mümkün olduğu kadar uyuyup her şeyin bir kâbus olması için dua ettim. Çok gerçekçi bir kâbus... Uzun bir süredir ilk defa iyimser ya da ümitvar değildim.

Sonunda gerçekler yüzüme tokat gibi indi. O kahpe gerçekler gerçekten can yakıyordu.

Sonunda kalkıp ailemin karşısına çıkmaya karar verdiğimde öğlen üçtü. Üstüme bir taytla spor sütyeni geçirip saçlarımı ya da nasıl göründüğümü umursamadan gerçek hayata yürüdüm.

Herkesin “Doğum günün kutlu olsun!” diye bağırdığı odaya baktım. Bağıranlardan biri de oldukça mutlu görünen Kat’ti. O an, bugün sadece benim günümmüş gibi davranamayacağımı anladım.

Bugün onun da doğum günüydü. Yakında bir Garcia olacağım için endişe etmek yerine bir parti yapmayı hak ediyordu.

Onu kendi partisini yapmaya ikna etmeye çalışsam da benim gibi inatçı olduğu için kabul etmemişti.

Sarhoş olabileceği başka doğum günleri de olacağını, bunun benim günüm olduğunu ve bunun gibi bir sürü saçmalık söylediği için ikna etmeyi başaramamıştım.

Ona kocaman sarılıp, “Doğum günün kutlu olsun kardeşim,” diye fısıldadım. Gülümseyip başını salladı. Arkasından Liam’a sarılıp iyi dileklerini kabul ettim.

Odadaki herkese tek tek sarılıp teşekkür ettim. Babamla abimin yüzünde sahte gülümsemeler vardı. Tabii, beni sevmediklerinden değil suçluluk hissettiklerindendi.

Son birkaç gündür, suçluluk hissiyle kıvrandıklarını görebiliyordum. Onlara sorun olmadığını söylemeye çalışsam da beni dinlemediler.

Matt, “Hope, sana şu an soğumuş olan bir kahvaltı hazırlamaya çalışırken muhtemelen görmekten mutluluk duyacağın birini buldum,” deyip kenara çekildi.

Karşımda V’yi görünce neşem biraz yerine geldi. V’nin hiçbir söylemesine fırsat vermeden kocaman sarıldım.

Ellerimi biraz gevşettiğimde, “Doğum günün kutlu olsun,” dedi. Ama ne o ne de ben sarılmayı bırakmak istemiyorduk. Yakın zamanda karşılaşmış olsak da yine de harika bir sürprizdi.

İçten bir şekilde, “Teşekkür ederim,” dedim. Yüzümde gerçek bir gülümseme olduğunu fark edince şaşırdım.

“Kızım, dünyanın en seksi korumasına sahipsin,” diye bağırdığında güldüm. Ona anlatacak çok şeyim vardı.

“Sadece korumam değil en iyi erkek arkadaşım, hatta biraz daha fazlası,” diye fısıldadığımda neden bilmem ama kaşlarını çattı.

“Onunla çıkamadığın için üzgünüm, Hope. Santiago da Enrique de moronun teki,” dedi.

Çabucak başımı salladım. Belki başlangıçta sebep buydu ama Matt sadece arkadaşım olabileceği için mutluydum.

Böylece işler karmaşık hâle gelmiyordu. Zaten ikimiz için bir gelecek göremiyordum. Hem yanılıyor olsam bile bunu deneyip görme şansım olmayacaktı.

“Yatakta iyi olsa da ona karşı romantik hislerim yok. Bence onunla sen çıkmalısın,” dedim. Sadece on altı yaşında olduğunu hatırlayınca, “Yani, birkaç sene sonra,” diye ekledim.

V, Enrique ile yatmak gibi büyük bir hata yaptığım yaştan çok uzak değildi ama en azından ben o zaman on sekiz yaşına girmiştim. Bu yüzden, Matt ile birkaç yıl sonra görüşmeleri daha iyi olurdu.

Vlada o zamana dek on sekizini geçmiş olurdu. Zaten aralarında sadece yedi yaş vardı.

“Yarın İngiltere'den ayrılacağım için mecbur birkaç yıl beklemem gerekecek,” diye iç geçirdi.

Neden ayrılıyordu ki? Aileler arasında kötü bir şey mi geçmişti? Oysaki hep İngiltere'yi ne kadar sevdiğini söylerdi.

“Neden gidiyorsun?” diye sordum, büyük bir şaşkınlıkla.

“Artık bu aileyle kalmak istemiyorum. Midemi bulandıran işler yapıyorlar,” dediğinde Garcia ailesine duyduğum öfke daha da arttı.

Bunun mümkün olduğunu bile bilmiyordum ama sanırım yanılmıştım.

“Pislikler,” diye mırıldandım. V'nin sessizliğinden onun da aynı fikirde olduğunu anladım.

Birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra “Ne kadar süreliğine gidiyorsun?” diye sordum. Onu zaten dokuz aydır görmüyordum. Bu sürenin daha da uzayacak olma ihtimalinden korkuyordum.

“Liseyle üniversiteyi bitirene kadar Amerika'da yaşayacağım. Neredeyse altı yıl boyunca birbirimizi görmeyeceğiz, Hope,” dedi. Son cümlesi içimi burktu.

Konuşmadığımız dokuz ay içinde çok şey değişmiş olsa da ilişkimiz değişmemişti. Aradan sadece bir gün geçmiş gibiydi. Ancak altı yıl farklıydı. O zamana kadar ikimiz de yetişkin olacaktık.

“Hi… Hiç ziyarete gelmeyecek misin?” dedim kekeleyerek. Hâlâ şok içindeydim. Gün gittikçe daha kötü bir hâle geliyordu.

“İlk birkaç yılda gelemeyebilirim ama lise bittikten sonra geleceğim. Sen de beni ziyaret et,” dedi gülümsemeye çalışarak. İkimiz de durumun ne kadar kötü olduğunu biliyorduk.

Araya mesafeler girince birbirimizden kopacaktık. Tek umudum arkadaşlığımızı yeniden başlatabilmemizdi. O da ancak birkaç sene sonra olacaktı.

Tekrar sarılarak, “Seni çok özleyeceğim,” dedim. İkimiz de ağlamak üzere olsak da duygularımızı gösteremeyecek kadar gururluyduk.

Sonunda sarılmayı bıraktığımızda, Matt “İyi misin, Hope?” diye sordu.

V biraz uzaklaştığında, “Matt, lütfen Amerika'daki adamlarımızdan birinden ona göz kulak olmasını isteyebilir misin? Tamamen güvende olduğundan emin olmak istiyorum,” dedim.

“Senin için çok önemli biri, değil mi?” dedi.

Bir cevaba ihtiyacı olmasa da yine de başımı salladım. V ile çok fazla zaman geçirmemiş olsam da yapayalnız kaldığım günlerde yanımda o vardı.

Enrique beni kaçırdığında tek arkadaşım oydu.

“Bir şey olursa, ki adamlarımız en iyisi olduğu için böyle bir şey olmayacak, ilk öğrenen sen olacaksın,” diyerek içimi rahatlattı Matt.

Ona inanıyordum. Durum ne kadar kötü olursa olsun, her zaman doğruyu söylerdi.

O sırada V'nin Kat ile konuştuğunu gördüm. Doğrusu düşündüğüm kadar kötü görünmüyordu. Belki tıpkı Kat ve ben gibi onlar da iyi anlaşırlardı.

Yanlarına gidip, “Bugün kadın kavgası istemiyorum,” dediğimde güldüler. Onları biraz tanıyorsam ya çok iyi iki dost ya da düşman olacaklardı.

Gün ilerlerken herkes çok eğleniyormuş gibi görünüyordu. Ben hariç... Ben sadece saatin tik taklarını dinleyip zamanın durmasını diliyordum.

Bir canavara âşıkmışım gibi davranacağım düğün törenim akşam onda başlayacaktı.

Ailelerimizin ülkenin en önemli iş adamları ile muhabirlerini davet ettiğinden emindim. Yarın bütün İngiltere iki iş imparatorluğunun resmen ortak olduklarını öğrenecekti.

Ve ne yazık ki Enrique ile ben de karı koca olacaktık.

Ancak burada bitmeyecekti. Fotoğraflarımız internete düşüp binlerce kez paylaşılacaktı.

Yakında, tüm dünya bu yeni evlileri tanıyacaktı. Magazin muhabirleri peşimize düşse ya da TV kanalları “ilişkimizi” anlatmamız için TV şovlarına davet etse şaşırmazdım.

Bundan nefret ediyor olsam da başka seçeneğim yoktu. Zaten ne zaman bir seçeneğim olmuştu ki?

Bir seçim yapma hakkım olsa ölmeyi seçerdim. Ama yoktu. Yüzlerce, hatta binlerce masumun ölümü söz konusuydu.

Bana en yakın insanların ölümü… Hayır, bunun olmasına izin vermek yerine acı çekmeyi tercih ederdim.

Gün acı verici derecede hızlı bir şekilde geçip gitti. Zaten iyi şeyler asla uzun sürmezdi. İki saat sonra olacakları düşünmemeye çalışıyordum.

Şu an kutlama yemeği yiyor olmamıza rağmen masadaki herkesin tadı kaçıktı. Herkes nikâhımın kıyılacağı anı düşünüp geriliyordu.

Elimdeki viski bardağını kaldırarak, “Konuşma sırası bende,” dedim. Bunun kaçıncı bardağım olduğunu bilmiyordum. Depresyon aşamasına gelmek için yeterli olsa da tamamen dibe vurmak için yeterli değildi.

Herkes sohbet etmeyi bırakıp bana döndü.

“Bu lanet olası yılın saçmalıklarla dolu olduğunu sanırım şimdiye kadar hepimiz fark ettik. Ama iki saat sonra ne olacağını düşünüp durmaktan bıktım.”

Biraz sakinleşmek için derin bir nefes aldım. Tamamen öfke moduna geçmek istemiyordum. Asıl şaşırdığım şey ailemin önünde ağzımı bozmuş olmam olsa da pek umursamadım.

“Bunun yerine, bu yıl bana çok şey verdiğiniz için hepinize teşekkür etmek istiyorum. Öncelikle V'yi buldum. Birlikte geçirdiğimiz kısa sürede inanılmaz yakın olduk. Seni çok özleyeceğim V ama bu bir son değil.”

Bunları söylerken Vlada'ya döndüm. Gülümseyip, dudaklarımı oynatarak “Seni seviyorum,” dedim.

“İkincisi, Kat ve ben sonunda gerçekten kardeş olmayı başardık. Bu sadece on sekiz yıla, bir evlilik sözleşmesine ve tepesi atmış bir Hope’a mal oldu. Seni seviyorum kardeşim,” deyip Kat'e göz kırptım. Gülümseyerek karşılık verdi.

“Üçüncüsü, Matt'i buldum. Matt, sen karanlıktan çıkmama yardım ettin. Ve biliyorum ki her zaman yanımda olmaya devam edeceksin.”

Sarhoş konuşmama devam edip kalbimde ne varsa ortaya koydum. Şükran Günü olmasa da minnettar olduğum her şeyi söylemek zorunda olduğumu hissediyordum.

“Son olarak, bir aile olduk. Sadece kan bağım olanlardan değil geçen yıl ailemize katılan tüm insanlardan bahsediyorum. Bu yılı harika kıldığınız için teşekkür ederim,” dedim. Gözlerimin dolmaya başladığını hissedebiliyordum.

Konuşmamın bittiğini göstermek için kadehimi biraz daha havaya kaldırdım. Diğerleri de aynısını yapıp içkilerini yudumladılar. Öte yandan ben kadehimin tamamını bitirdim.

Bu geceyle başa çıkabilecek kadar sarhoş olmaya çok yakındım.

Kısa süre sonra sona eren akşam yemeğinin ardından Kat, Liam, Matt ve Vlada ile birlikte beni kişisel cehennemime götürecek olan limuzine biniyordum.

Grubumuzun geri kalanı da arabalarına binip bizimle Vaitarna Nehri yakınlarında buluştu. Mitoloji konuşacak hâle geldiysem kesinlikle çok sarhoşum demekti.

Yaklaşık bir saatlik bir yolculuk olacağı için Kat makyajımı V de saçlarımı yapmaya karar verdi.

Kat’e makyaj çantamı uzatırken, “Sürtük takımını gururlandır,” dedim. Görünüşümün benim yerime konuşmasını istiyordum. Kendinden emin, merak uyandırıcı, büyüleyici görünmeliydim.

Kesinlikle muhteşem olmalıydım.

Kat yerli yerinde dokunuşlar yaparak iyi bir iş çıkarıp makyajımı resmen konuşturdu. Dumanlı göz makyajım, çene hattımı belli eden aydınlatıcı uygulaması, dolgun dudaklarımı daha da vurgulayan açık pembe rujla oldukça iddialı görünüyordum.

Vlada saçlarımı kıvırıp uçlarına biraz daha hacim verdikten sonra hepsini bir tarafa attı. Sabit durması için saç spreyi sıktıktan sonra saçımla makyajım hazırdı.

İyi göründüğümü bilmek başıma geleceklerle yüzleşmem için cesaret veriyordu.

Her şeyin gerçekleşeceği güzel bir malikânenin önünde durduk. Arabadan inip tereddütlü bir adam atarken nefesim kesildi. Artık geri dönüşü olmadığını biliyordum.

Kat, “Hadi seni giydirelim,” deyip elimden tutup eve sürükledi. Bizimle gelen V dışındaki herkes nikâhın gerçekleşeceği ana kadar beklemek zorunda kalacaktı.

Beni gelinliğimle gören ilk erkek babam olacaktı. Beni nehrin öbür ucuna götürecek olan kişi oydu.

Yine mi mitoloji?

V seçtiğim gelinliği görünce “Vay canına,” dedi. Kesinlikle gerçek düğünümde giymeyeceğim bir elbise olsa da tam bir “ısırırım” havası yayıyordu.

On dakika sonra gelinliğimi giymiş aynaya bakıyor ama gördüğüm kişinin ben olduğuma inanamıyordum.

Beden benim bedenim olsa da gözlerimin feri sönmüş gibiydi. Gerçi ruhsuz ifademe rağmen yine de iyi görünüyordum. Zaten önemli olan da buydu, değil mi?

Hatlarımı sımsıkı sarıp mükemmel bir şekilde ortaya çıkaran, büyük kısmı dantelden oluşan elbise son birkaç aydır giydiğim elbiseler gibi oldukça açıktı.

Gelinliğe benzemesini sağlayan tek şey rengi ile arkasındaki kuyruk kısmıydı. Dakikalar sonra evleneceğimi düşününce iç çektim.

Kat, “İyi misin?” diye sordu.

Sinir krizi geçirip fenalaşmayı beklerken sakin kalabilmiş olmama şaşırıyordum. Sanırım kaderimi kabullenmiştim.

“Şu an değilim ama bir gün sonra olacağım,” deyip gözlerimi aynadan çektim. Dışarısı karanlık olsa da birkaç dakika içinde bulunacağımız yerin ışıklarını aynadan görebiliyordum.

V sanki idam edilmeye götürülüyormuşum gibi, “Zamanı geldi,” dedi. Sanırım gerçekten de idamıma gidiyormuşum gibi hissediyordum.

Memnuniyetsiz sürtük yüz ifademi takındım. Bu konuda ne kadar iyi olduğumla gurur duyuyordum. Bir sürtük gibi davranmayı kesinlikle öğrenmiştim.

Hiçbir şey söylemeden kapıdan çıktım. Kızlar elbisem yerlere değmesin diye kuyruk kısmının iki ucundan tuttular.

Sonunda babamın yanına ulaştığımda davetlilerin bir hayli kalabalık olduğunu gördüm. Arkadaşlarımla ailem sağ tarafta Enrique'nin ailesi ise solda tarafta oturuyordu.

En önde duran ailelerimiz dışındaki kişilerin kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Babam, “Üzgünüm, Hope,” deyince başımı iki yana salladım. Bu onun suçu değildi. Özür dilemesi gereken o değildi. Elini tutup derin bir nefes aldım.

Müziğin başlamasıyla tedirgin bir adım attım. Babam bana bakıp yanımda yürümeye başladı. Güzelce süslenmiş koridorda yürürken nefes almaya devam ettiğimden emin oldum.

Her zamanki gibi sırıtan Enrique'ye baktım. Beyaz gömleği dışında tamamen siyah bir takım elbise giymişti. Bu anı uzun süredir beklediğini biliyordum.

Babam elimi bırakınca sarılıp yanaklarından öptüm. Sonra merdivenleri çıkıp küçük bir sahnede dikilen Enrique'nin karşısına geçtim. Şu an Yama'nın Güney Kapısı'na bakıyor gibiydim.

Kahretsin, mitolojik referanslar verip durmayı bırakmalıyım. Artık sinirlerimi bozuyor.

Kulağımı bütün seslere kapatıp boş boş Enrique'nin gözlerine baktım. Yapmamız gerektiği gibi el ele tutuşuyorduk.

Rahip ne söylemesi gerekiyorsa onu söylüyordu. Söylenenleri sadece Enrique “Kabul ediyorum,” dediğinde algıladım. O an ürpersem de belli etmemeye çalıştım.

“Hope, Enrique'yi kocan olarak kabul ediyor musun? İyi zamanda kötü zamanda, hastalıkta sağlıkta yanında olacağına; hayatının geri kalanında onu daima sevip onurlandıracağına söz veriyor musun?”

Rahibin yeminleri söylediğini duyunca ağzımın kuruduğunu hissettim.

Yutkunup doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. Söylemekten başka çarem olmayan sözleri...

Sanki hiç tereddüt etmiyormuşum gibi, sanki hayatımdaki en önemli şeyi söylüyormuşum gibi “Kabul ediyorum,” dedim.

Küçük bir çocuğun getirdiği yüzüklerimizi çabucak taktık. Gerçekte yüzüğü çıkarıp yakmak istiyor olsam da Enrique’ye çok âşıkmışım gibi gülümsedim.

Rahip Enrique’ye, “Şimdi gelini öpebilirsin,” dediğinde duygularımı çoktan kapatmıştım. Hiç düşünmeden dudaklarımı uzattım. Enrique bunun ne kadar duygusuz bir öpüşme olduğunu fark etse de dudaklarımız ayrıldığında hâlâ gülümsüyordu.

Neredeyse şeytani bir sesle, “Artık benimsin,” dediğinde daha da çok öfkelendim.

O an tek bir duygum geri döndü: Kararlılık. Bir gün o kusursuz yüzündeki sırıtışı silmeye, hayatını çekilmez hâle getirmeye kararlıydım.

“Göreceğiz,” deyip tebessüm ettim. Başına nasıl bir bela aldığının farkında değildi

***

Fotoğrafçılar yığınla resmimizi çektikten sonra gülümsemekten ağzım ağrıyordu. Sabrım en düşük seviyedeydi ve Enrique'ye çok yakın durduğum için öğürme refleksimi kontrol altında tutmakta zorlanıyordum.

Santiago dikkatimizi çekmek isteyen insan kalabalığını yarıp yanımıza ulaştığında “Beni takip edin,” dedi. Burada daha fazla durmak istemediğimiz için Enrique de ben de başımızı salladık.

Kalabalık bir insan grubunun arasından gelinlikle geçmek hiç de kolay değildi.

Malikâneye girip birkaç dönüş yapıp, birkaç merdiven çıktıktan sonra toplantı odasına benzeyen bir odaya girdik.

Babam, Nick ve Matt büyük masanın bir tarafında, Enrique'nin annesi ile sağ kolu da diğer tarafında oturuyorlardı.

Hiçbir şey sormadan Matt'in yanındaki boş sandalyeye oturdum. Enrique de tam karşıma geçti. Santiago babamın karşısına oturdu.

“Önünüzdeki sözleşmeleri Daniel ile ben hazırladık. Maddeleri okuduktan herhangi bir sorunuz olursa sorabilirsiniz. Ardından bazı evrakları imzalamanız gerekiyor,” dedi Santiago.

Evraklar dediğinde önümüzde gerçekten bir yığın kâğıt olduğunu fark ettim. Hızlıca göz attığımda üstlerinde bir sürü madde yazılı olduğunu gördüm. Enrique ile yaşamayı kabul etmek ya da ona âşık rolü yapmak istemesem de başka seçeneğim yoktu.

Her iki tarafın da tek eşli kalması gerektiğini belirten maddeyi okuyunca istemsizce güldüm. Bunu yapabilmek Enrique pisliği için çok zor olacaktı, ki aslında bu işime gelirdi.

“Santiago!” dedim. Yüzümdeki gülümsemeyi fark eden Matt sessizce ne yapmaya çalıştığımı sorguluyor gibiydi.

Santiago, “Evet, Hope?” deyince bütün gözler bana çevrildi.

“İkimizden biri aldatırsa ne olacak?” dedim, Enrique'ye boş bir bakış atarak. İkimiz de gülümsüyorduk.

“Bir taraf eşinden başka biriyle herhangi bir cinsel faaliyette bulunursa sözleşme bozulur, ki bu da evliliğin feshedileceği anlamına gelir. Ancak, ailelerimiz yeni bir anlaşmaya kadar ortaklıklarına devam eder.”

Bu açıklamayı duyunca kafamda hemen bir plan oluştu. Yıl sonuna kadar, masal gibi bir hayat yaşayan özgür bir kadın olabilirdim.

Enrique sözleşmeyi imzalarken sırıtarak, “Endişelenme, Hope. Beni yeterince tatmin ettiğin için sana her zaman sana sadık kalacağım,” dedi.

Sözleşmeyi çabucak imzalayıp kapatmadan önce Enrique’nin yüzüne baktım.

“Beni becereceğini düşünüyorsan aptalsın,” dedim, kullandığım kelimeleri hiç umursamadan. Bu konuda ne kadar ciddi olduğumu anlaması gerekiyordu.

Yüz ifadesi aynı kalsa da dudaklarını hafifçe sıkıp ellerini yumruk yaptığını fark ettim. Duyduklarından hoşnut olmadığı belliydi.

Hope: 1, Enrique: 0

Şu ana kadar iyi gidiyorum.

“Git arkadaşlarına veda et. On dakika içinde ayrılıyoruz,” dedi dişlerini sıkarak. Söylediğim şey yüzünden hâlâ öfkeliydi.

Onu böyle görmek hoşuma gittiği için bir aptal gibi sırıtarak odadan çıktım.

Çabucak Kat, Sofia ve Lana'yı bulup hepsine sarıldım. Zaten kazanan ben olduğum için ihtiyacım olmadığı hâlde iyi şanslar dilediler.

Onları bir iki hafta içinde tekrar göreceğimi bildiğim için yanlarında fazla oyalanmayıp tüm kalbimle özleyeceğim asıl kişi olan Vlada'yı bulmaya gittim.

Sonunda bulduğumda, “Selam, kızım,” dedim. Ona veda etmek istemiyor olsam da buna mecburdum.

“Ben gidiyorum,” dedim. Bana sıkıca sarılması için duyması gereken tek şey buydu.

Bir süre hiç konuşmadan, hareket etmeden sadece sarıldık.

Sonra içimi acıtan küçük bir hıçkırık duydum. Geri çekildiğimde V sessizce ağlıyordu. Gözleri kıpkırmızı, şişti.

Birisi ağlayınca ağlayan kişilerden olduğum için benim de ağlamaya başlayacağımı biliyordum. Gerçi şu an ağlamam için birinin ağlamasına bile gerek yoktu ancak yine de kendimi tuttum.

Dudaklarıma tuzlu su değene kadar ağladığımın farkında değildim. V ve ben sadece birbirimize baktık. Makyajımız tamamen akmıştı.

Ben gülmeye başlayınca o da güldü. İki psikopat gibi göründüğümüzü bilsem de gülmek istiyordum. Belki de sinirden gülüyordum ama şu an bir önemi yoktu.

Omzumda bir el hissedip arkama döndüğümde ne hissettiğimi anlıyor gibi görünen Matt’i gördüm. Kim bilir, belki de anlamıyordu.

Ama şu an kesinlikle anladığından emindim.

Vlada hıçkırıklara boğularak, “Daha sonra görüşürüz,” deyip çabucak odadan çıktı.

Arkasından koşup kalması için yalvarmak istedim. Bunu neden yaptığımı bilmesem de gerçekten istedim.

Muhtemelen kulağa çok saçma geliyordu. Onunla yaklaşık dokuz aydır konuşmamış, sadece geçen hafta birkaç kez karşılaşmıştım ama bu bile yeterliydi.

Bazen bir insanla inanılmaz bir bağ kurup ona veda etmekte çok zorlanırdınız. İşte V de benim için bu insanlardan biriydi.

Matt'in göğsünde ağladığımı o an fark ettim. Takım elbisesini mahvettiğime emindim. Beni sakinleştirmek için sırtımı okşuyordu. Kollarımı boynuna doladığımda bir gelini kucaklar gibi kucakladı.

Kahretsin ki bu çok ironikti. Kendi düğünümde kocamın kollarında olmak yerine arkadaşımın kollarında olmayı tercih ediyordum.

Beni nereye götürdüğünde emin olmasam da umurumda değildi. Birkaç dakika sonra bir kanepenin üstündeydim.

Az önce yaşadığım duygusal çöküntü beni inanılmaz derecede yorgun düşürdüğü için tek istediğim şey uyuyup rüyamda dondurma görmekti.

Matt'in fermuarımı çektiğini hissedince homurdandım. Ancak haklıydı. Bu elbise uyumak için fazla rahatsız ediciydi.

İkinci bir deri kadar ince olsa da kesinlikle öyle hissettirmiyordu.

Bir kapı çarpma sesi duyunca Matt olmadığını anladım çünkü Matt hâlâ elbisemin fermuarıyla boğuşuyordu. Odada başka biri olduğunu anlasam da yorgunluktan gözlerimi açamıyordum.

“Sen ne yaptığını sanıyorsun?”

Birinin bağırdığını duydum ama kim olduğunu anlayamadım. Bütün sesler boğuk gelse de konuşanın bir erkek olduğundan emindim. Sonra bunun bir önemi olmadığını düşündüm.

“Dostum, şimdi öfkelenme zamanı değil,” dedi Matt. Hâlimi göstermek için beni işaret ettiğinden emindim. Yani, en azından bunu yapmasını beklerdim. Kısa bir sessizlik olunca zaman durmuş gibi hissettim.

Of, çok sarhoş ve yorgunum. Muhtemelen ikincisi…

“Lanet olsun. Yardım etmeyi düşünmüyor musun?” dedi Matt. Sesi bu sefer biraz daha sert ve öfkeliydi. Profesyonel bir suikastçıyı kızdırmak çok, çok kötü bir fikirdi.

Üstümde başka iki el daha hissettiğimde diğer adamın sessizce küfrettiğini duydum. Matt'i dinlemeye karar vererek doğru seçimi yapmıştı.

Ne kadar zaman geçtiğinden emin değildim. Hatırladığım son şey ben sadece iç çamaşırımla otururken diğer iki adamın birbirlerine bağırıp çağırıyor olmalarıydı.

Ben burada yarı çıplak otururken neden kavga ediyorlar? En azından üstüme bir şeyler giydiremezler mi?

“Lanet olsun! Onu çıplak görmediğimi, becermediğimi, bedeninin bedenime değmediğini mi düşünüyorsun? Böyle düşünüyorsan gerçekten dünyadan haberin yok demektir,” diye bağırdı Matt.

Kelime seçiminden huzursuz oldum. Söyledikleri gerçek olsa da bunları çok öfkeli bir şekilde söylüyordu. Onu böyle görmekten nefret ediyordum.

Sonuçta iyi bir adamdı; benimle ilgili bir şey yüzünden üzülmemesi gerekiyordu.

“Ona bir daha dokunursan organlarını tek tek koparıp gözünün önünde köpeklere yediririm. O benim, bu yüzden buradan siktir olup git,” diye bağırdı diğer adam.

Ne? Ben kimsenin değilim.

Benim ona ait olduğumu söyleyen adama bağırmak istesem de ağzımdan sadece bir homurtu çıktı.

“Onu bağırttığını duyarsam seni öldürüp cesedinin asla bulunamadığından emin olurum. Benim olduğumu öğrenseler bile umurumda olmaz. O, daha önemli. Onu hayatım pahasına koruyacağıma söz verdim ve koruyacağım da.”

Matt'in sözleri beni hem gülümsetti hem de kızdırdı. Hayatımı kendi hayatının üstünde tutmasını istemesem de yine de beni önemsemesi hoşuma gitmişti.

Saniyeler sonra, kapının açılıp kapandığını duydum. Odada bir yabancıyla yalnız kaldığımı biliyor olsam da yarı çıplak olduğum için nasıl hissedeceğimi bilmiyordum. Ancak Matt beni bu yabancıyla yalnız bıraktıysa sorun yok demekti. Yani, öyle olmasını umuyordum…

Adam bana benim de yardımımla bol bir tişört giydirdi. Lanet olası tişört içinde yüzmek isteyeceğim kadar güzel kokuyordu.

Birkaç dakikalık bir mücadeleden sonra cennet gibi kokan tişörtün altına bir de kot pantolon giydirdi. Tam gözümü açıp ayağa kalkmayı düşündüğüm sırada tekrar kucaklandığımı hissettim.

Kollarımı adamın boynuna dolayıp başımı göğsüne yasladım.

Aynı üstümdeki tişört gibi kokuyordu. Beni anında yatıştırıp rahatlatan kokuyu içime çektim. Adamın bir yabancı olmasını umursamadan boynunu sokuldum. Kokusu baş döndürücüydü.

“Uyu, tigre. Önümüzde uzun bir yolculuk var,” dediğini duyunca kaşlarımı çattım. Bana tigre demişti. Beni sadece bir kişi böyle çağırırdı.

Enrique...

Tam yere atlamak için harekete geçtiğimde daha da sıkı tutup pes etmeme sebep oldu. Yani şimdilik… Kokusu beni tekrar sakinleştirdiğinde gözlerimi kapattım...

Bölüm : 16.08.2024 18:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...