
HOPE
Enrique'nin viski şişesini kafasına dikip çakırkeyif olduğu andan hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıktığı ana kadar olup bitenler kafamda dönüp durduğu için uyuyamıyordum.
Yanlış hissettiren, yanıldığımı hissettiren bir şeyler vardı. Ondan bir cevap istediğimde donup kalmıştı. Normalden farklı görünüyordu; sanki geçmişine bir yolculuk yapıyor gibiydi.
Bir şeyler mırıldanmaya başlasa da tek duyabildiğim sözler “Anne,” ve “Benim hatamdı,” oldu. Bu sözleri bozuk plak gibi tekrarlıyordu.
Bir süre daha mırıldanmasını dinledikten sonra korkmaya başlayıp, bağırarak isteğimi tekrarladım. Bunu yaptığım için berbat hissetsem de o an doğru dürüst düşünemiyordum.
Alkolün bahane olmadığını biliyorum. Ancak sakinleşebilmek için bir şeyler almam gerekiyordu. Telefonumu çıkarıp kişi listesinden “Claire’i” buldum.
Bir cevap alabilmek için onu aradım. Enrique'yi suçlamanın yanlış olduğunu bilsem de hayatını benimki gibi cehenneme çevireceğime söz vermiştim.
Hattın öbür ucundan sesi gelince, “Selam, Claire,” dedim.
“Hope, her şey yolunda mı?” dedi, panikle.
Evet dercesine başımı sallarken bunun bir telefon konuşması olduğunu hatırladım.
“Evet. Her şey yolunda. Sadece kişisel bir soru sormak istedim,” dedim temkinli bir şekilde. Soruma nasıl bir tepki vereceğinden emin değildim.
“Ne oldu canım?” diye sordu, hâlâ endişeli bir sesle. Enrique için mi yoksa benim için mi olduğunu bilmesem de ikimiz için de endişelenmesini istemiyordum.
“Enrique'nin annesine ne oldu?”
Derin bir iç çektikten sonra bir süre sessiz kaldı. Hâlâ telefonda olup olmadığından ya da bir yere gidip gitmediğinden emin değildim.
Sonunda, “Hope, bu konuda konuşmak bana düşmez. Neden sordun bu arada? Kimse Adelin hakkında konuşmaz,” dedi, sanki birinin duyacağından korkuyormuş gibi fısıltıyla.
“Dün Enrique’ye biraz sert davrandım. Benim hatam olduğunu biliyorum ama sanki geçmişine dönmüş gibi davranıp sürekli 'Anne,' diye mırıldanıyordu,” dedim.
Claire birkaç dakika daha konuştuktan sonra gitmesi gerektiğini; onu tekrar aramamı umduğunu söyledi. Vedalaşıp telefonu kapattıktan sonra doğruca duşa girdim.
Bikinimi giyip dışarı çıkarken durup aynaya baktım.
Farklı göründüğümü, değiştiğimi biliyordum. Bir yıl önce bu kadar açık bir bikini giymezdim; makyajla uğraşmazdım. Gördüklerimden nefret ederek başımı salladım.
Gönülsüzce odadan çıkarken, “Artık kim olduğumu bile bilmiyorum,” diye mırıldandım.
Kahvaltı yapmak için her zamanki gibi en üst güverteye çıkarken tanıdık sesler duyup Ruby’nin geldiğini anladım.
Açlıktan ölmüş gibi yemek yiyen Matt’e bakarak, “Günaydın,” dedim. Sonra yan yana oturan Ruby ile Enrique'ye döndüm. Beni fark etmeyecek kadar meşgul görünüyorlardı.
Planım işliyor.
Peki, işlemesini istiyor muyum?
Aklımla kalbim savaşıyordu. Aklım bunun harika bir fikir olduğunu haykırırken kalbim... Kalbim biraz acıyordu. Yaptığım şey doğru değildi.
“Ah. Merhaba, Hope. Seni fark etmedim,” dedi Ruby gülümseyerek. Ardından Enrique de “Günaydın,” dedi.
Matt'in yanına oturup tabağımı doldurmaya başladım. Tam bir parça pastırma alıp enfes tadına bakmak üzereyken Ruby’nin sesini duydum.
“Bunun senin için iyi olduğundan emin misin?” diye sordu. Çatalımı bırakmadan dik dik yüzüne baktım.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordum. Uzun zamandır beklediğim kahvaltımı geciktirdiği için biraz kızmıştım.
“Yediğin yiyeceklerin miktarı ve türleri korkunç. Beni yanlış anlama. Tabii ki ne istersen yiyebilirsin ama bu kadar çok yemek kilo almana sebep olabilir, ki şimdiden biraz kilo aldığını görüyorum. Herhâlde hamilelik kilosu değildir, “ dedi.
Ruby'nin sözleri hepimizi şaşkına çevirdi.
Çatalımı ahşap masaya sapladıktan sonra Ruby’nin görmesi için elimi çektim.
“Senin sorunun ne?”
Bunu sormak istesem de Matt benden önce davrandı. Ardından sakinleşmem için elime dokundu. Öfkeden kuduruyor, Ruby’ye saldırmamak için kendimi zor tutuyordum.
Ruby tekrar konuşmaya başlayıp, “Üzgünüm. Seni kırmak için söylememiştim,” deyince Matt'in elini sıkıca tuttum.
“Defol!” dedim.
Ruby şaşırmış görünürken Matt sırıtıyordu. Enrique ise Ruby’nin bana hakaret etmesini hiç takmıyormuş gibi sakin görünüyordu.
Şimdi onun tarafına mı geçti?
“Ruby, kalabilirsin,” dediğinde iş iyice kontrolden çıktı.
Hem ihanete uğramış hem de öfkeli hissederek yerimden fırladım. Masadan uzaklaşırken başım hâlâ dimdikti.
Bir elimde sinirden sıktığım telefonum diğer elimde de ne olursa olsun bitireceğim kahvaltı tabağım vardı.
Yaşam alanına gidip televizyonu açtım. Onlarca uygulama arasında gezindikten sonra Netflix'i bulup House of Cards’ın ~ikinci sezonunu açtım.
Tabağımı kucağıma alıp, koltuğa yayılarak birkaç bölüm izledim.
Televizyonu kapattığım an Matt gelip yanıma oturdu. Sessizliğin tadını çıkararak bir süre öylece oturduk.
Dışarı çıkınca hareket etmediğimizi, yani yüzmeye gidebileceğimizi fark ettim.
Tam suya gireceğim sırada Ruby'nin sinir bozucu sesini duydum. Enrique ile Ruby art arda suya atlayıp gülüşmeye başladılar.
Enrique neden onunla gülüyor?
Birkaç derin nefes aldıktan sonra merdivenlerden çıkıp tekrar yatın içine girdim.
Ruby'yi davet etmek kesinlikle kötü bir fikirdi. Planımın fazlasıyla iyi işlemesinden nefret ediyordum.
Belki de ona geri adım atmasını söylemeliydim. Sonuçta, lanet olası Enrique benim kocam olduğu hâlde onunla apaçık flört ediyordu.
Odama girip kapıyı kapattıktan sonra bir süredir kullanmadığım eskiz defterimi çıkardım. Küçükken çok resim çizen biriyken şimdi sadece stresli olduğum zamanlarda çiziyordum.
Defteri açıp sayfaları çevirmeye başladım. Çoğunlukla at çizimleri olsa da tek tük Kat, Nick ve Matt'in çizimleri de vardı. Temiz bir sayfa açıp çizmeye başladım.
Sonraki birkaç saatimi yeni bir çizime mükemmel bir başlangıç yapmaya çalışarak geçirdim Mükemmel olanı bulana kadar farklı desenler üzerinde çalıştım. Sonunda bugün için yeterince çizim yaptığıma kanaat getirdiğimde sadece taslağı bitirmiştim.
Karnım guruldamaya başlayınca hemen yataktan kalktım. Bu küçük mideyi beslemek zorundaydım.
Dışarı çıkarken Ruby'nin her zamanki kahkahalarını duydum. Nedense bana oyun oynadığını hissediyordum. O, buraya geldiğinden beri sanki ben burada yokmuşum gibi hissediyordum.
Enrique'ye yaklaşmak için beni kullandığını düşünüyordum.
Öfkeyle yumruklarımı sıktım. Daha dikkatli olmalı, işaretleri görmeliydim. Bunu artık istemiyordum. Bu doğru değildi.
Enrique’nin beni aldatmasını istemiyordum.
İkisi de son derece resmî giyinmişlerdi; Enrique’nin üstünde bir takım elbise, Ruby’nin üstünde de yerlere kadar inen bir elbise vardı. Nereye gidiyorlardı ki?
Onlarla uğraşmak istemediğim hâlde, “Enrique, nereye gidiyorsun?” diye sordum.
“Akşam yemeğine gidiyoruz. Sonra görüşürüz,” dedi, yüzüme bile bakmadan.
Neler oluyor? Neden bu kadar farklı davranıyor?
Derin bir nefes aldım. İştahım kapandığı için odaya gidip kapıyı kilitledim. Saate bakınca bütün günümü boşa geçirdiğimi anladım.
Kıyafetlerimi çıkarıp banyoya girip, su ısınana kadar bekledim. Bir süre öylece suyun altında durdum. Gerçek hayata dönmek istemiyordum.
O gece yatağımda dönüp durdum. Bir şey eksikliği uyumama engel oluyordu…
***
On gün geçmesine rağmen hiçbir şey değişmedi. Aksine, her şey daha da kötüye gitti. Matt İngiltere'ye dönmek zorunda kaldı. Anladığım kadarıyla mafya içinde bazı sorunlar vardı; çoğu çete savaşın eşiğindeydi.
Ruby hâlâ bizimle seyahat ediyordu, ki bu da yalnızlığımın devam ettiği anlamına geliyordu. Ruby ile Enrique'yi birlikte görmek istemediğim için günlerimin çoğunu yatakta uzanarak ya da çizim yaparak geçiriyordum. Belki Enrique acılarımı biraz hafifletip beni aldatırdı.
Ama neredeyse pes etmek üzereydim…
Onları her gördüğümde flört ediyorlar, gülüyorlar ya da sadece birlikte vakit geçiriyorlardı. Artık burada olmak istemiyordum. İlk başta da burada olmak istemiyordum ama bu farklıydı.
Bu yatta olmak beni depresyona sokuyordu.
Sonunda güzel bir desen bulmayı başarıp çizimime başladığımda ellerim kendi başlarına hareket eder gibi güzel bir sanat eseri oluşturdular.
Eserimi bitirdiğimde arkasında kaplan olan bir genç kız çizdiğimi fark ettim. Kız tam olarak olmak istediğim kişiydi; iradeli, korkusuz, çetin, kendini savunabilen...
Onun gibi olmak istiyordum.
Kâğıdı dikkatli bir şekilde katlayıp çantama koydum. Enrique ile Ruby'nin muhtemelen dışarı çıkacaklarını bildiğim için kolsuz bir bluzla siyah bir deri etek giydim. Biraz kafa dağıtmanın zamanı gelmişti.
Korumalara görünmemek için çabucak dışarı çıktım. Enrique'yi ne zaman, nerede olduğum konusunda sürekli bilgilendiriyorlardı.
Şu an St. Tropez'de olduğumuz için geceyi yatta geçirmek gibi bir niyetim yoktu. Yakınlardaki en iyi kulübü bulmak için Google Haritalar'dan faydalandım.
Topuklu ayakkabılarla yürüdüğüm için kulübe ulaştığımda kendime lanet ediyordum.
Kapıdaki kuyruğu görünce konumumun avantajlarından faydalanmaya karar verdim. Gecenin yarısını o kuyrukta geçiremezdim.
Korumanın kapıyı hiç tereddüt etmeden açması için sadece “Hope Anderson,” demem yeterli oldu. İçeri girdiğim an bangır bangır müzik sesi duydum. Bir koridordan geçip kulübün ana salonuna ulaştım.
Beynimi kapatıp vücudumu müziğin ritmine bıraktım. Etrafımı dans eden, konuşan, öpüşen insanlar sarsa da artık ilgilenmiyordum. Ayaklarım kendi kendilerine hareket ediyor, vücudum da onlara ayak uyduruyordu.
Ata binmek dışındaki en favori aktivitem dans etmekti. Kendimi ifade etmem, rahatlamam, her şeyi unutmam için ata binmeye benzer bir özgürlük hissi veriyordu.
Artık ne Enrique ne Ruby önemliydi. Sonunda beni mutlu eden şeyi yapıyordum. Gözlerim yarı kapalı olsa da insanların bana baktığını görebiliyordum.
Kalabalık, dansımı izlemek için kenara çekildi.
Bir süre sonra etrafımda bir çember oluştuğunu ve müziğin değiştiğini fark ettim. Durup bir saniye etrafıma bakınca bana doğru yürüyen bir adam gördüm.
Çok tanıdık geliyor olmasına rağmen yüzünün yarısını kaplayan maske ve kulübün loş ışığı yüzünden kim olduğunu çıkaramadım.
DJ'e müziğin sesini açmasını işaret etmeden önce, “Hadi dans edelim, prenses,” deyip göz kırptı. Saniyeler sonra kalabalığın tezahüratları eşliğinde hünerlerimizi sergiliyorduk.
Her şey kalabalık için birbirimize meydan okumamızla başladı ama tıpkı ilk seferinde olduğu gibi, beynimi kapatıp kendimi müziğe bıraktım. Kimse görmese de dansı maskeli adam yönlendiriyor ben de ona uyuyordum.
Kalbimin müzikle uyumlu bir şekilde attığını duyunca daha da heyecanlandım. Kendimi yabancının kollarına bırakıp ne zaman, nasıl hareket edeceğimi göstermesine izin verdim. Birbirimize cinsel olmayan bir şekilde sürtünerek dans ediyorduk.
Tezahürata devam eden insanlar meydan okumanın bittiğini fark edince bize katılıp dans etmeye başladılar. Bilerek kaybetmiş olmam umurumda değildi.
Birden arkama döndüğümde çok şaşırdı. Şaşkınlığından faydalanıp maskesini çıkardığımda çok tanıdık bir yüz gördüm. Daha doğrusu, eskiden en iyi arkadaşım olan çocuğun yetişkin versiyonunu.
Büyük bir şaşkınlıkla, “Roy?” dedim.
Bembeyaz dişlerini göstererek gülümsediğini görünce kollarına atlayıp sımsıkı sarıldım. Terden sırılsıklam olmuş olmamız umurumda değildi.
Yürümeye başladığını görünce peşinden gittim. Hâlâ kulübünden içinde olsak da müziğin sesi bir hayli azalmıştı.
Sonunda bir kapıdan içeri girdiğimizde bütün sesler kesildi. Sessizliğin verdiği huzurla derin bir nefes aldım.
Bana çocukken taktığı ismi kullanarak, “Selam, Murph,” dedi. Bu isimden sekiz yaşındayken nefret ediyor olsam da şimdi hoşuma gidiyordu.
Gülümsemeyi bırakmadan, “Bana Murph demene ne kadar kızdığımı unuttun mu?” deyip koluna vurdum.
“Hayır, çok seviyordun. Hem bu ismi hak ediyorsun,” dedi.
Roy'un sözleri küçükken yaptığım saçmalıkları aklıma getirdi. O zamanlar dünyanın en sakar çocuğuydum. Dokunduğum her şeyi ama her şeyi kırmayı başarıyordum.
Çok inatçı biri olduğum için haklı olduğunu bilmeme rağmen, “O kadar da kötü değildim,” dedim.
“Kolumu üç yerden kırdın!” diye bağırdığında acıyla yüzümü buruşturdum.
Evet. Buzda kayınca düşmemek için Roy’u itip düşmesine sebep olmuş, sonra da üstüne düşmüştüm.
Aslına bakarsanız tamamen benim suçum değildi. Tamam, belki de öyleydi ama sonuçta sadece bir çocuktum.
“Tamam sen kazandın,” deyip iç çektim. Başımı kaldırdığımda sırıtıyordu.
Lanet olası Roy!
“Bunca yıldır neredeydin? Ve saçlarına ne yaptın?” diye sordum.
Parmak uçlarımda yükselip boyalı saçlarına dokundum. Her zaman güzel olan saçlarını kısmen boyatarak mahvetmişti.
“Ailemin nasıl olduğunu hatırlarsın. Alex'i öptüğümü görünce sinir krizi geçirip beni yatılı okula yolladılar. Neyse ki sadece erkeklerin okuduğu bir okuldu,” deyip göz kırptığında kıkırdadım.
Oldukça homofobik bir ailesi vardı. Kim çocuğunu eşcinsel olduğu için yatılı okula gönderirdi ki? Hem de tamamı erkeklerden oluşan bir okula? Aptallar!
“En iyi arkadaşımı çok özledim,” dedim, üzgün bir şekilde. Roy bir insanın sahip olabileceği en iyi arkadaştı. Beni sanki canımdan bir parçaymış gibi anlar, hissettiğim her şeyi hissederdi.
“Ben de seni özledim, Murph. Hayat huysuz arkadaşım olmadan aynı olmuyor,” deyip sarıldığında gerçekten o olduğuna inanamadım.
Geri çekildiğinde elinin üstünde beni dehşete düşüren bir şey olduğunu gördüm.
“Lanet olsun!” dedim acı bir sesle. Elimden gelse bir yumruk atacaktım.
Başparmağında bir çeteye ait olduğunu gösteren, üç noktadan oluşan bir dövme vardı.
“Fark etmeyeceğini umuyordum. On dört yaşındayken oldu. Biliyorsun ki bir çeteye bir girdin mi bir daha çıkamıyorsun,” dedi. Sesi buruk gelse de hâlâ gülümsüyordu.
Her zaman çok pozitif biri olmuştu. Kolunu kırdığımda bile hem ağlayıp hem gülmüştü.
“Bir çetede olduğumu...” diye başlasam da sorumu tamamlamama fırsat vermeden cevap verdi.
“Ben de bir çetenin içinde olduğum için dünyanın en güçlü mafyalarından birinin kim olduğunu ve en küçük kızını her şeye gücü yeten Enrique ile nasıl evlendirdiğini tabii ki biliyorum.”
Enrique’den bahsederken sesi nefret doluydu.
“O şerefsiz sana ne yaptı?” diye sordum, içten bir merakla.
“Aslında arkadaştık ama seni kaçırıp evlenmeye zorladığını duyunca senin tarafına geçtim,” dedi.
Kulaklarıma inanamıyordum.
Enrique, Roy ile arkadaş mıydı? Nasıl anlaşabiliyorlardı ki? Roy tam bir tatlı çocukken Enrique pisliğin tekiydi.
“Onunla nasıl tanıştınız?” diyerek soru yağmuruna devam ettim. Yanlış olduğunu bilsem de bu ikisinin nasıl arkadaş olduğunu öğrenmek zorundaydım.
“Yeni okulumdaki ikinci yılımda yanlış insanlarla takıldım, diğer adıyla beni bir çeteye katılmaya teşvik eden insanlar. Enrique'nin babası da o çetenin lideriydi.”
“Çeteye katılır katılmaz Enrique ile tanıştım. Bana her konuda yardımcı oldu. Kendisinden üç yaş küçük, cılız bir çocukta ne bulduğunu anlamasam da hayatımın en kötü aşamalarında bana yardım etti.”
“Beni daha güçlü biri yaptı. Abilik etti. Muhtemelen sana çılgınca geliyor,” dedi, şok içindeki yüzümü görünce.
Enrique'nin birisi için iyi bir şey yapabileceğine inanamıyordum. Vlada'ya baktığını biliyordum ama bu farklıydı. Öyle değil mi?
“Anlamıyorum. Şu an çok farklı biri,” dedim, başımı sallayarak. Az önce duyduklarım çok inanılmaz geliyordu. İnsanlar böyle kolay değişmezdi.
“Enrique iş dışında bir şeyler yapmaya başlayana kadar çok yakındık. Babası ona çok baskı yapıyordu. Özellikle de annesi… Neyse boş ver,” deyip sustu. Gözleri daha fazla soru sormamam için yalvarıyor gibiydi.
Bana yalan söylemeyeceğini bilsem de öğrenmeyi ne kadar istesem de üstelememeye karar verdim. Söylemesi için baskı yapamazdım. Baskıyla arası hiçbir zaman iyi olmamıştı.
“Şimdi farklı çok farklı biri. Tarif ettiğin kişinin tam tersi gibi. Ruby ile flört ediyor. Hani yazın bir kısmını birlikte geçirdiğim kızıl saçlı kız vardı ya? Onunla işte,” deyip iç çektim.
Bunun benim hatam olduğunu biliyordum ama en azından ondan hoşlanmasının biraz zaman alacağını umuyordum. Kim bilir, belki de şu an sevişiyorlardı...
“Değiştiğini biliyorum ama sana kesin olarak söyleyebileceğim tek bir şey var; Enrique ne olursa olsun seni aldatmayacak. Sen onun takıntısısın ve takıntılar asla geçmez. En azından onunkiler,” dedi Roy. Bunu derken son derecede ciddi görünüyordu.
“Ben onun takıntısı değilim. Bunu daha önce Vlada'ya da söyledim; şimdi tekrar söylüyorum. Ruby ile flört etmeye başladığından beri yüzüme bakmıyor. Ruby bana şişman dediğinde bile onu savundu!”
Öfke içindeydim. Kardeşim gibi birinin düşmanımın tarafında olduğuna inanamıyordum.
“Seni aldatmasını isteyen sendin ama ava giderken avlandın, Murph. Enrique o kadar da aptal değil,” dedi gülerek. Dünyanın en komik fıkrasını anlatmışım gibi gülüyordu. Roy’un sorunu neydi?
“Neden gülüyorsun?” dedim. Çatallaşan sesime bakılırsa neredeyse ağlamak üzereydim. Her şeyden bıkmıştım. Roy’un sözleri kafamı daha da karıştırmıştı. Sakinleşebilmek için derin derin nefes aldım.
“Bir sürtüğün Enrique’nin tüm değerlerini göz ardı edip onu becermesini sağlayacağını sanıyorsan aptalsın. Seninle oynuyor, Murph! Kıskançlık gözünü kör etmeseydi bunu sen de görürdün.”
Roy sakin kalmaya çalışsa da sesi öfkesini ele veriyordu.
“Ben bir aptalım,” diye mırıldandım. Öfke ve kıskançlıktan öyle kör olmuştum ki gözümün önündeki şeyi görememiştim.
Ah, lanet olsun. Bir içkiye ihtiyacım var.
“Viski,” dedim Roy'un gözlerinin içine bakarak. Sırıtarak bir masaya gittiğinde aslında bir ofiste olduğumuzu fark ettim. Loş ışığa rağmen her şey net görünüyordu.
“Böyle içtiğini bilmiyordum,” dedi, iki kadeh viski doldururken.
Kahretsin, bu boka bayılıyordum. Boğazımı çok fena yakan içkiyi hiç düşünmeden kafama diktim.
“Viski öyle içilmez!” diye bağırdı Roy.
Ne kadar ucuz göründüğümü umursamadan gözlerimi devirdim. “İyi alkolün tadını çıkararak içilmesini gerektiğini biliyorum ama şu an sarhoş olmam lazım. Aptallığımı içerek unutmam lazım.”
Boş kadehi uzattıktan sonra onun kadehini de alıp bir dikişte içtim.
Midemdeki sıcaklığın verdiği keyifle derin bir nefes aldım. Viskinin çok yakında etki edeceğini biliyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 54.11k Okunma |
1.14k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |