
HOPE
Güneş… Sabahları güneşten nefret ederdim. Huzur içinde uyumama, acı verici gerçeklerden uzak olmama engel olan tek şey buydu.
Gözlerimi açıp kocaman yatakta gerinirken Enrique'nin çoktan gittiğini fark ettim. Titrek bir nefes verdikten sonra nefesimi düzene sokmaya çalıştım.
Bunun olacağını biliyordum. Yeni bir şey değildi. İkimiz de bunu istemiş; arzu ve ihtiyaçlarımızı yerine getirmiştik.
Yataktan kalkıp, sürünerek banyoya gittim. Vücudum, özellikle de bacaklarımın arası dün gece olanlar yüzünden sızlıyordu. Öyle ki her adımda acıdan inliyordum.
Duştan çıktıktan sonra iki ilaç şişesi ve bir not buldum.
Günaydın, tigre.
Bu sabah soğuk bir yatakta uyanmak zorunda kaldığın için üzgünüm ama savaş ordumun savaşabilecek hâle gelmesini beklemediği için işimin başına geçmem gerekiyor. İki haptan da al; ikisi de ağrı kesici.
Not: Güzel bir dövmen var ancak düzgün iyileştiğinden emin olmak için krem sürmen gerekiyor.
E
Yazısını daha fazla görmek istemediğim için notu buruşturdum. Duygularımı bu işten uzak tutmam gerektiğini biliyordum. Erkekleri kalbime almama konusunda başarılı olsam da Enrique bir şekilde kalbimin kapısını zorluyordu.
Enrique beni sadece bedenim için, seks için istemeseydi buna karşı olmazdım. Kabul etmesi acı verici olsa da duygularımı kontrol altına almak için bunu yapmak zorundaydım.
Farklı ilaçlarla dolu şişeleri aldım. Su almaya üşendiğim için her ikisini de direkt yutmadan önce isimlerini ve ne işe yaradıklarını okudum.
Biraz etrafa bakındıktan sonra Enrique'nin notunda bahsettiği kremi bulup acıdan inleye inleye dikkatli bir şekilde uyguladım. Dövmeyi yaptığı için Romeo'ya küfrediyordum.
Banyodaki işlerimi bitirip odaya geri döndüğümde Enrique'nin dolabında hâlâ birkaç kıyafetim olmasını umuyordum.
Dolabı açınca Vlada'nın verdiği tüm kıyafetlerin hâlâ burada olduğunu gördüm. Birkaç binici kıyafeti çıkarıp çabucak giyindim. Yani, elimden geldiğince çabuk.
Evin içinde ilerlerken her şeyi ne kadar iyi hatırladığıma şaşırdım. Ahıra dikkatim dağılmadan ulaşabilmek için mümkün olduğunca çabuk olmaya çalıştım.
Sonunda dış kapıyı kapattığımda derin bir nefes aldım. Dışarı çıkmama engel olan hiç kimse yoktu.
Heyecanımı bastırmaya çalışsam da önce biraz daha hızlı yürümeye kısa süre sonra da ahıra giden tarlaların içinde koşmaya başladım.
Bacaklarımdaki ağrı olmasa dörtnala koşabilirdim.
Atların tanıdık kokusu burnuma gelince anında rahatladım. Atlar beni her zaman iyi hissettirirdi. Sabahın erken saatleri olduğu için hava serindi, bu yüzden Superdry kazağımı giydiğim için mutluydum.
Katırımın yüzünü görünce, ki bir at olmasına rağmen ben katır diyordum, Noel zamanı mutluluğu yaşayan bir çocuk gibi “Willow!” diye bağırdım.
Tiz sesimi duyunca hemen kulaklarını dikip bana baktı. Bölmesinde heyecanla ileri geri yürümeye başladığını görünce beni hemen tanıdığını anladım.
Ona koşarken acıdan gözüm yaşarsa da şu an asıl endişemin bu olmadığını düşünerek görmezden geldim.
“Canım kızım,” deyip boynuna sarıldım. Aramızda hâlâ bir kapı olmasına rağmen daha fazla bekleyememiştim. Gözümden bir damla yaş süzülürken muhtemelen ne kadar acınası göründüğümü düşünüp kendime güldüm.
Kendimi bırakıp hem mutluluktan hem suçluluktan ağladım. Willow’u tekrar gördüğüm için çok mutlu olsam da onu bu kadar uzun süre terk ettiğim için suçlu hissediyordum.
Önceden, onu düşünmediğim bir gün bile olmazdı ama küçük dünyama o kadar kaptırmıştım ki bir tanecik aşkımı ihmal etmiştim.
Bir çocuk gibi ağlamayı bitirdiğimde ahırının kapısını açıp küçük bedenimi ipeksi bedenini bastırarak bir kez daha sarıldım.
Boynunu boynuma sarıp bacaklarından birini bacaklarımın arkasına koyduğunda kıkırdadım. Bu numarayı yıllar önce öğretmiştim.
Sarılmanın amacını anlamadığını bilsem de bana her “sarıldığında” içim ısınıyordu.
Yabancı bir ses, “Hey. Dikkatli ol...” deyince arkama dönüp şaşkın gözlerle bana bakan bir çocuk gördüm.
“Bu da ne böyle?” diye devam etti.
Willow'dan biraz uzaklaşsam da aramızdaki mesafenin bir metreyi geçmemesine dikkat ettim. Ona yine de yakın olmak istiyordum.
“Hiç sarılan bir at görmedin mi?” dedim, gülerek. Willow'un huyunu suyunu iyi bildiğim için bu çocuğa zor anlar yaşattığından emindim.
Çocuk benim yaşlarımda görünüyordu. Belki biraz daha gençti. Gözlerine kadar inen sarı saçları yüzünü net bir şekilde görmemi engelliyordu.
Benden biraz uzundu ve görebildiğim kadarıyla pek kası olmayan sıska bir çocuktu.
Belki de sadece yapısı öyleydi çünkü ata binmek için çok güçlü olmanız gerekirdi.
“Gördüm ama onun yaptığını görmemiştim,” diye bağırdı, az önce gördüklerine hâlâ inanamıyormuş gibi. Şaşkınlığı hoşuma gittiği için kıkırdadım.
“Eh, sevgi herkesi değiştirir,” dedim, Willow’un yularını geçirirken. Willow’u ahırdan çıkarmaya başladığımda çocuğun korkuyla kenara çekildiğini görünce güldüm.
“Ona arkanı dönebildiğine göre deli olmalısın,” dedi.
Yumruğumu sıktım. Willow hakkında söyledikleri hoşuma gitmemişti. Bazı öfke yönetimi sorunları olsa da bir canavar değildi.
“Sen de benim atım hakkında böyle konuşabildiğine göre deli olmalısın,” dedim, dişlerimi sıkarak. Benim olanı koruduğumu bilmesini sağlamak için “benim” kelimesini özellikle vurgulamıştım.
“Öyle demek istememiştim aslında ama Willow'un neden böyle olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum,” dedi, gözlerimin içine bakarak. Şu an kimin daha güçlü olduğunu görmek için bana meydan okuyordu.
Göz temasını ilk kesen ben oldum. Ama meydan okumayı kaybettiğimden değil; burada olma sebebim bir aptalla tartışmak değil Willow ile ilgilenmek olduğu için.
“Demiştim,” diye mırıldandı kendi kendine. Muhtemelen bunu duymamalıydım ama lanet olası kulaklarım çok keskindi. Willow'un hareket etmeyeceğini bilerek yularını bıraktım.
Koşum çantasından birkaç şey alıp yanına koydum.
Vücut fırçasını çıkarıp tüylerini taramaya başladım. İşimi bitirdiğime çocuk etrafta görünmüyordu.
Dikkatlice katlanmış çıplak eyeri kutudan çıkarıp Willow’un sırtına koydum. Kolanını bağlamaya başladığımda huzursuzlanıp kulaklarını arkaya yatırdı. Bu, asla çözemediğim şeylerden biriydi.
Kırmızı yularını takarken dizginlerini boynuyla yumuşak eyerinin üstüne geçirdim. Şapkamı takıp, zıplayarak üstüne çıktım.
Vajinam eyere temas ettiği an, “Lanet olsun,” diye tısladım. Çıplak bir eyerle gitmemin daha az acı verici olacağını sanmıştım. Temelde, kolanları olan bir eyer yastığı olsa da lanet olsun ki yanılmıştım.
O kadar canım yanıyordu ki Willow'un attığı her adımda inliyordum.
Birkaç derin nefes alıp acımı kontrol altına aldıktan sonra atlama parkuruna gittim. Willow ile uzun süredir atlayış yapmamıştım.
Onu ısındırırken kendim de ısındığım için kazağımı çıkarıp spor sütyenimle kaldım. Yükselmeye başlayan güneş sonunda tenimi yakmaya başlamıştı.
Bütün hızları deneyip onu kolayca kontrol edebildiğimden ve çok sert olmadığından emin oldum. Yaklaşık yarım saat sonra, hızından ve aramızdaki iletişimden memnun olduğuma karar verdim.
Engeller oldukça alçak olduğu için Willow hepsini zorlanmadan tamamladı. Bir metreden az engellerin üstünden atlarken nasıl göründüğü umurunda değildi.
Onu atlayışlara çalıştırarak hedefine konsantre olmasını sağladım. Onun için kolay olabilirdi ama ben bugün çok yüksekten atlamak istemediğimi biliyordum.
Popomla bacaklarımın arası Willow'un hareketleri yüzünden acıyordu. Yine de sadece üstünde olmak bile bu acıya değerdi.
“Vay canına, gerçekten de atlayabiliyor!”
Soluma bakınca küçük, kuzguni bir Shetland midillisi üzerindeki sarışını gördüm. Bu hâliyle neredeyse sevimli görünüyordu.
“Adın ne, sarışın?” dedim, yanına yaklaşarak. Bu sefer Willow'dan korkmadı.
“Liam. Senin?”
Willow’un boynunu okşayıp yere atladıktan sonra “Hope,” dedim.
Bunu duyunca gözleri fal taşı gibi açıldı. “Kahretsin. O pislikle kapana kısıldığın için üzgünüm.”
Doğrusu bunu duymayı beklemiyordum.
Tam “Sen bunu...” dediğim sırada “pisliğin” bize doğru yürüdüğünü gördüm.
“Sevgili kuzenim. Benden ne güzel bahsediyorsun öyle.” Enrique'nin öfkesi Willow'un ayağını sertçe yere vurmasına neden oldu.
“Birilerinin gerçekleri söylemesi lazım,” dedim Liam, gülerek. Nihayet birinin bu kendini beğenmiş pisliğe haddini bildirdiğini gördüğüm için gülümsedim.
Kuzeninin tavrına giderek daha çok sinirlenen Enrique, “Kapa çeneni,” diye karşılık verdi. Bana dönüp dik dik baktığında gülümsemeye devam ettim. İkisinin atışmasını izlemek hoşuma gitmeye başlamıştı.
“Cık cık cık, Enrique. Baban gibi saldırgan bir pislik hâline geldiğini söyleme sakın,” dedi Liam, Enrique'nin içindeki şeytanı uyandıracağını bilerek. Bunu ben bile biliyordum.
Enrique sakinliğini korumaya çalışarak, “Ме parece que lа vena de la lengua pasa por tu culo porque hablas mucha mierda!” dedi. Artık ne söylediyse Liam bunu çok komik bulup güldü.
Enrique yumruklarını sıkarak, “Idiota de los cojones!” diye karşılık verdi. En azından Liam'a aptal dediğini anlayabiliyordum.
Liam atını tarlalara sürmeden önce, “İnsanların yanında anlamadıkları bir dilde konuşmak çok kaba bir hareket, kuzen. Görüşmek üzere, Hope,” deyip göz kırptı.
Enrique ile konuşacak havada olmadığım için Willow’u alıp ahıra döndüm.
Arkamdan “Tigre,” diye seslendiğinde donakaldım.
Kahretsin, bu isim neden beni bu kadar etkiliyor?
Kaşlarımı çatarak arkama döndüm.
Sırıtarak, “Sana bir hediye aldım,” dedi.
Ondan herhangi bir hediye falan istemediğim için sadece başımı salladım.
“Atını bıraktıktan sonra baştan üçüncü koridora gel.”
Emrine göz devirsem de yine de başımı salladım. Willow'u bölmesine götürüp bir sürü havuç ve bir elma verdim.
İyi ki atıştırmalıkları nereye koyduklarını biliyordum. Willow’a bir veda öpücüğü verdikten sonra Enrique’nin talimatına uyup üçüncü koridora gittim.
“Demek sözümü dinledin. Aferin sana,” dedi, içimi titreten seksi, arzu dolu bir sesle. Beni ödüllendirmek için neler yapabileceğini hayal edince ıslandığımı hissettim.
Hormonlarımı kontrol altına almayı başarınca, “Ne istiyorsun?” diye sordum.
Lanet olsun, neden bu kadar seksi olmak zorunda ki? Neden çirkin ve itaatkâr olamıyor?
“Gel bak. Bu Poppy. O, artık senin,” deyip bölmeden gri bir at çıkardı. Ata baktıktan sonra Enrique’ye döndüm.
Bana gerçekten bir at mı aldı?
“Neden bana bir at aldın ki?” diye sordum, açık açık.
“Sana bir türlü bir düğün hediyesi alamamıştım, bu yüzden gerçekten seveceğin bir şey almaya karar verdim,” dedi, dürüstçe.
Yeni kısrağıma doğru yürüdüm. Willow’un da onu sevmesini umuyordum.
Kısrak oldukça iyi görünüyordu. Bir yarış atı için mükemmel bir durumdaydı. Ama yanlışlıkla bir kovayı devirdiğimde verdiği tepkiden henüz eğitimsiz olduğunu anladım.
“Daha çok küçük,” dedim, Enrique’den çok kendime. Elimi yavaşça sırtına koyduğumda biraz gerilip başını başka tarafa çevirdi.
“Beş yaşında. Engel atlama potansiyeli yüksek anca eminim ki üç gün yarışlarına da uygun olabilir,” dedi. Doğru terimleri kullanırken ne kadar seksi göründüğünü düşünce biraz tahrik oldum.
Sonra Poppy'den biraz daha bahsedip onu satın almadan önce denediğini söyledi. Dediğine göre onu balayımızdan hemen önce almıştı ve onu seveceğim konusunda haklıydı. Poppy’ye şimdiden bayılmıştım.
Sessiz bir şekilde eve dönerken Enrique’nin bana baktığını hissettim. Gözleri sürekli çıplak belimdeydi.
Eve varır varmaz hemen kaçmak istesem de benden hızlı davrandı.
Beni döndürüp duvara yasladığında çığlık atmak istesem de ağzıma bastırdığı eli buna engel oldu.
“Orada gülmen hiç hoşuma gitmedi,” dedi, kısık, sahiplenici, baskın bir sesle. O an, aklıma gelen düşünceler yüzünden titredim.
Bakışlarımı kaldırıp meydan okurcasına gözlerinin içine baktım. Ne kadar zayıf olduğunu görmesini istiyordum.
“Kötü kızlar cezalandırılır,” dedi.
Bunu duyunca karnına bir yumruk attım. Şoktan ve yumruğumdan sendeledi.
“Haklısın. Kötü kızlar cezalandırılır,” dedim, zehirli bir sesle. Aşağılanmaktan hoşlanmıyordum. Kahretsin, bu aslında tam olarak doğru değildi. Bazı lanet olası nedenlerden ötürü yatakta hoşuma gidiyordu.
Sakin ama baskın bir sesle, “Hope, buraya gel,” dedi.
Muhtemelen bedelini ödeyeceğimi bilsem de itaat etmeyip, arkamı dönüp yürümeye başladım.
“Yarın yürümek istiyorsan buraya gelsen iyi olur,” diye kükrediğinde korkudan titredim.
Başımı eğip istemsizce ona doğru yürümeye başladım. Aklım ondan nefret ederken vücudum onu arzuluyordu.
Elini yavaşça çıplak sırtımdan karnıma götürerek, “Çok kötü bir kız oldun, tigre. Başka erkeklerin önünde açık saçık giyindin,” diye fısıldadı.
Ona bir pislik olduğu için bağırmak istesem de içimdeki bir şey bunun daha olumsuz sonuçlar doğuracağını biliyordu.
“Seksi vücudunu başkalarına göstererek etrafta gezindin. Benim olduğunu unutma. Sadece benimsin, Hope,” diye fısıldadı, kulağımı hafifçe ısırmadan önce.
İnlememek için tüm gücümü kullansam da titremem her şeyi ele verdi. Sırıttığını hissedince daha da çok sinirlensem de hiçbir şey söylemedim.
Sert bir sesle, “Dizler!” dediğinde yavaşça dizlerimin üstüne çöktüm.
İçimden beni zorladığını tekrarlasam da derinlerde bir yerde bunun bir yalan olduğunu biliyordum. Hem de koca bir yalan.
Enrique hiçbir şey söylememesine rağmen bakışları onun yerine konuşuyordu. Titrek ellerimle şortuna uzanıp kemerini çıkardım.
Bekleyişi uzatmamak için şortunun düğmesini çabucak açıp, fermuarını görmezden gelerek iç çamaşırıyla birlikte sertçe indirdim.
Enrique acıyla inlese de önemsemedim. Dikkatimi sadece yarı sertleşmiş penisine vermiştim.
Kahretsin, kesinlikle tekrar tatmak istiyorum.
Elime alıp yavaşça okşamaya başladım. Kısa sürede tamamen sertleşince heyecandan dudaklarımı yaladım.
Gözlerim Enrique’nin karanlık, şehvet dolu gözleriyle buluştuğunda ikimiz de sessiz kaldık. Enrique başını salladığı an dudaklarımı penisinin ucuna götürdüm.
Nazikçe öpüp yaladıktan sonra dilimi yavaşça aşağı indirdim. Göz ucuyla Enrique’ye baktığımda başını geriye atıp ellerini sıktığını gördüm.
Hareketlerimi kontrol altına alma içgüdüsüyle mücadele ediyordu. Dilimi penisinin her köşesinde gezdirdikten sonra ucunu ağzıma alıp, toplarını sıkıca kavrayıp Enrique’nin zevk ve acıyla inlemesine neden oldum.
Sadece ucunu yalamaya devam edip buna ne kadar dayanabileceğini görmek istedim.
Bir yandan da avucuma sığmayan toplarını okşamaya devam edip işini daha da zorlaştırıyordum.
Penisini ağzıma sokmadan önce, “Lanet olsun,” deyip saçlarımı kavradı.
O an öğürmeye başladım. Vücudum ağzımdaki penisten kurtulmaya çalışıyordu. Ne geri çekildiği ne de saçlarımı bıraktığı için gözlerim yaşarmaya başladı. Cezalandırılma sırası bendeydi.
Başımı tutmaya devam ederek kalçalarını hareket ettirmeye başladığında nefes alamayıp öğürmeye başladım. Başımı geri itip nefes almama izin verdi.
İkimiz de soluk soluğaydık.
Tükürüğümle kaplı penisine baktığımı görünce, “Lanet olsun,” deyip saçlarımı bıraktı. Beni hızla ayağa kaldırıp, duvara yaslayıp, kontrolü eline alarak öpmeye başladı.
Dili dilime hükmetmeye başladığında temas arzusu hissederek sert penisine sürtünmeye başladım.
Birinin penisini yalayıp bana sert davranmasına izin verdiğim için sırılsıklam olmam saçmalıktı.
Kendime lanet edip çabucak indirdiğim taytımla iç çamaşırımı bir köşeye fırlattım.
Bir anda Enrique’nin üzerine atlayıp bacaklarımı beline doladım. Penisini herhangi bir tepki vermesine bile fırsat vermeden içime alıp Enrique’nin dudaklarımdan çekilmesine neden olan acı bir çığlık attım.
“Nefes al, Hope. Geçecek,” diye fısıldadığında karanlık göz bebekleri acıdan yaşarmış gözlerime bakıyordu.
Ona penisi bu kadar büyük olduğu için, kendime de bu kadar aceleci olduğum için küfredip derin bir nefes aldım. Vajinamdaki acı hiç bitmeyecek gibi gelen uzun bir süre sonra azalmaya başlayınca kalçalarımı hareket ettirmeye başladım.
Enrique gülümseyerek, “Aferin,” dedi. İçimde hareketsiz durmak onun için de zor olsa da kendini kontrol edebildiği için mutluydum.
Ellerinin yardımıyla, penisinin üzerinde aşağı yukarı hareket etmeye başladım. Benim için çok yeni bir pozisyon olsa da verdiği hissi sevmiştim.
Enrique çenemi, boynumu öperek gerdanıma doğru ilerleyip omzumla boynum arasındaki noktayı ısırıp emmeye başladı.
Maharetli dilinin hassas tenimde yaptıkları yüzünden, “Kahretsin,” diye inledim. Kirli sakalı yaşadığım zevki ikiye katlayarak daha yüksek sesle inlememe sebep oldu.
Üstünde çok hızlı hareket etmem sırtımın tekrar tekrar duvara çarpmasıyla sonuçlansa da umurumda bile olmadı.
Bir anda orgazm olduğumda, “Lanet olsun,” diye inledim. Enrique hareket etmeyi bırakıp içime boşalmadan önce kalçalarını son bir kez itti.
Orgazmdan titremeye devam ediyordum. Enrique geri çekilip dudaklarıma küçük öpücükler kondurdu. İkimiz de kan ter içindeydik. Enrique alnını alnıma yasladığında birbirimizin gözlerinin içine baktık.
“Senden nefret ediyorum,” diye mırıldandığımda beni anladığını söylemek ister gibi gözlerini kapattı. Bugün ikinci kez gözyaşlarımı tutamıyordum. Enrique, başımı çıplak göğsüne yasladığında hüngür hüngür ağlamaya başladım.
“Senden nefret ediyorum. Seninle ilgili her şeyden nefret ediyorum. Kısık sesinden nefret ediyorum. Acıyla dolu karanlık gözlerinden nefret ediyorum. Kaslı bedeninden nefret ediyorum. Bana iyi davranmandan nefret ediyorum.”
“Bana acı çektirdiğin, kendimi kullanılmış hissettirdiğin için senden nefret ediyorum. Ama hepsinden önemlisi, sana âşık olduğum için kendimden nefret ediyorum,” diye bağırıp göğsüne vurmaya başladım.
Ağlamaktan gözlerim bulanık görmeye başladı. Başım ağrıdan sızlıyordu.
“Çok üzgünüm, bebeğim. Seni hak etmediğimi biliyorum. Bir pislik olduğumu biliyorum. Sana yanlış yaptığımı biliyorum,” deyip daha da sıkı sarıldı.
Özür dilediği için daha çok ağlamaya başladım.
Bunu duymak istemiyorum! Onun için hiçbir şey hissetmek istemiyorum. Ağzını her açtığında kalp atışlarımın hızlanmasından nefret ediyorum.
“Yüzüme bak, Hope,” diye emrettiğinde kendime acıma partimden gerçek hayata döndüm. Yaşlı gözlerimi suçluluk ve endişe dolu gözlerine diktim.
Hayır! Bana karşı böyle hissetmeyi bırak! Bundan nefret ediyorum! ~diye bağırdım içimden. Ona karşı yumuşamak istemiyordum.
“Seni kullanmıyorum! Ne bedenini, ne aklını ne de ruhunu asla kullanmam. Onları tıpkı benim sana verdiğim gibi kendi isteğinle bana vermeni istiyorum.”
“Ama ne şimdi ne de başka bir zaman kullanılmış hissetmeni istemiyorum. Farkında olmasan da benim için çok şey ifade ediyorsun.”
“Benden nefret ettiğini söylediğinde, uzun zaman önce atmayı bıraktığını düşündüğüm kalbimi kırıyorsun.”
Gözyaşlarımı bastırıp az önce söylediği şeyleri kavramaya çalıştım. Kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu.
“Benden nefret ettiğini söyleme. Beni terk etme. Benim için çok şey ifade eden başka bir kadını daha kaybedersem ayakta duramam,” diye fısıldadı. Gözleri bastırdığı yaşlarla doluydu.
Hayatımda çok fazla soruna neden olmuştu. Ama babam o gün bizi yakalamasaydı ne olurdu? Birlikte olur muyduk? Yoksa sadece tek gecelik bir ilişki olarak mı kalırdı?
Şimdi biz neydik? Önceden sadece birbirini becermeyi seven iki kişiydik. Peki ya şimdi? Nasıl hissettiğimi bile bilmiyordum.
Daha önce kimseye âşık olmamıştım. Kimseye bu adama, yani hayat boyu bağlı olmak zorunda olduğum kocama açıldığım gibi açılmamıştım. Belki de yürütebilirdik…
Ya yürütemezsek? İçimden bir ses her şeyi sorgulamama sebep oldu. Başım tüm bu düşüncelerden ağrıyordu. Sadece hayatın kolay olmasını istiyordum. Sadece biraz mutluluk istiyordum.
Beni mutlu edebilir mi?
“Bana her şeyi anlat,” dedim, ağlamaktan kısılmış, yorgun bir sesle.
“Korkuyorum...”
Gerçek kalbime bir bıçak gibi saplandı. Birinin korktuğunu kabullenmek zordu.
“Ben de,” diye cevap verdim. O buna cesaret ettiyse ben de edebilmeliydim. İkimiz de aynı gemideydik. Kırgındık; sevmeye korkuyorduk.
“Yürümesini sağlayacağım,” dedi, kararlı gözlerle. Kelimelerim tükendiği için cevap vermek yerine sadece başımı salladım. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı.
Hem bedenim hem zihnim tükenmişti. Annesine ne olduğunu sormak istesem de anlatmaya hazır olmadığını biliyordum. Bana açılmasını istediğimde ısrar etmemem için yalvaran gözlerinden anlamıştım.
Beni bir anda yumuşak yatağımızın üstüne bıraktığında nefesim kesildi.
Odamıza ne zaman geldik?
“Yorgunsun, Hope. Biraz dinlen. Uyandığında aileni görmeye gideceğiz,”dedi.
Ailemi görmeme izin verdiğini görünce gülümsedim. Onları çok özlemiştim. Gözlerimi kapatmadan önce, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım.
Üstümü giydirdiğini hissettiğimde buna engel olamayacak kadar yorgundum.
Yorgun olmasam bile engel olmazdım.
Bize bir şans verirdim...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 54.1k Okunma |
1.14k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |