
HOPE
Alarmın çaldığını duyunca hemen kalkıp yere indim. Alarmı kaçırmamak için telefonumu hep yatağımdan uzağa koyardım.
Üstümde bazı geceler uyurken giydiğim, abime ait bir tişört olduğunu görünce ne zaman giydiğimi düşündüm.
Lanet olsun...
Dün gece olup biteni hatırlayınca hemen yatağa baktım. Alarmdan hiç etkilenmemiş gibi görünen Enrique mışıl mışıl uyuyordu.
Uyuyan Yunan tanrısına bakarken Hope, sen yine ne halt yedin? diye düşündüm.
Enrique biraz kıpırdanınca kolunda bir dövme olduğunu fark ettim. Lanet olsun, bunu nasıl daha önce fark etmemiştim? Dövmeyi net bir şekilde göremediğim için uyandığında göstermesini isteyecektim.
Bugün okul olduğu için hızlı bir duş alıp güzel bir şeyler giydim. Neden böyle giyindiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece içimden öyle geliyordu.
Odaya geri döndüğümde Enrique tamamen uyanmış bir şekilde yatakta oturuyordu.
Aklıma başka bir şey gelmediği için, “Dövmen mi var?” diye sordum. Arzularıma bir kez daha teslim olduğum için suçlu hissediyordum. Ama lanet olsun ki çok iyi hissettirmişti.
Enrique, “Günaydın öpücüğüm nerede?” deyip sırıtınca göz devirdim. Hâlâ soruma cevap vermemişti.
“Yeni mi fark ettin?” deyip, ayağa kalkıp arkasını döndüğünde dirseğinden kalçasına kadar uzanan bir dövmesi olduğunu gördüm.
Sırtındaki kasların ayrı bir boyut kazandırıp daha gerçekçi görünmesini sağladığı güzel bir ormanı kaplanı dövmesiydi. Sadece sağ tarafında olduğuna bakılırsa sanırım henüz tamamlanmamıştı.
Dövmeye dokunmak için dayanılmaz bir istek duyunca kendimi daha fazla tutamadım. Parmaklarımı önce kolunda sonra sırtında gezdirdiğimde Enrique gerildi. Dövmesi gerçekten güzeldi...
Tekrar önüne döndüğünde, “Sol tarafta ne olacak?” diye sordum.
Cevap vermek yerine sırıtıp giyinmeye başladığında gözlerimi başka yere çevirdim.
Gitmesini istemiyor olmama rağmen, “Gitmek zorundasın,” dedim. Bir mankafa olsa da çekimine kapılmıştım.
Bana doğru bir adım atıp, sırıtarak, “Neden?” diye sordu. Beni yine aciz duruma düşürecek bir temas yaşamak istemediğim için geri çekildim.
“Okula gitmem lazım,” dedim. Bunu kararlı bir sesle söylemeye çalışsam da sesim bir fısıltıdan farksızdı. Üstüme gelmeye devam ettiğini görünce geri geri gitmeye devam ettim. Sonunda duvara çarptığımda sırıttı.
“Gidecek bir yerin yok, tigre,” diye fısıldayıp boynuma sokuldu. Kulak mememi hafifçe ısırdığında ağzımdan hain bir inilti çıktı.
Kıkırdayarak geri çekildiğinde, Lanet olsun! Beni bu şekilde etkilemeyi bırak! diye isyan ettim.
“Hadi o zaman gidelim,” deyip evin sahibiymiş gibi merdivenlere yöneldi.
Dış kapıya yürürken birden bana döndü. “Tekrar görüşürüz, tigre.”
Sadece gözlerimi devirdim. Ona karşı sert olmak zorundaydım. Harika bir vücuda sahip bir erkekten fazlası değildi.
“Öyle göz devirip durma,” dedi.
“Siktir git,” deyip kapıyı kapattıktan sonra mutlu bir şekilde omletimin beni beklediği mutfağa yürümeye başladım.
Yemeğimi çabucak yiyip çantamı aldıktan sonra kapıyı kilitleyip evden çıktım.
Okula vardığımda gülerek sohbet eden Sofia ve Lana ile karşılaştım. Sofia ile hâlâ John hakkında konuşmamıştım. Onun gerçekte nasıl bir pislik olduğunu bilmeyi hak ediyordu.
“Selam, çocuklar,” deyip ikisine de sarıldıktan sonra havadan sudan konuşmaya başladık. Sofia tabii ki yine John'dan bahsediyordu.
Yine göz devirmek istesem de kendimi tuttum.
***
Lana’ya “Geliyor musun?” diye sordum. Yakınlardaki bir Starbucks'a gitmeye karar vermiştik. Günlerden perşembeydi. Hiç sevmediğim hokey antrenmanından yeni çıkmıştık.
“Üzgünüm, annemi görmek zorundayım,” deyip arabasına bindi. Lana son zamanlarda biraz soğuk davranıyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu kesin olsa da bunu hazır olduğunda söyleyeceğini biliyordum.
“Tamam. Yarın görüşürüz,” deyip arabama atladım. Otoparktan hızla çıkarken Sofia'nın Jeep'inin hemen arkamda olduğunu gördüm.
Sadece on dakika sonra Starbucks’taydık. İçeceklerimizi sipariş edip bir çikolatalı muffin aldıktan sonra ikinci kata çıktık.
Lafı hiç dolandırmadan, “John ile çıktığını ne zaman söyleyecektin?” dedim.
Sofia kıpkırmızı olup öksürmeye başladı. Sanırım kahvesi boğazına kaçmıştı.
Uzattığım sudan birkaç yudum aldıktan sonra, “Onu nereden tanıyorsun?” diye sordu.
“Enrique aracılığıyla,” dedim. Onun hakkında daha fazla konuşmak istemiyordum.
“O kim?”
John patronunun adını söyler sanıyordum.
“John’un patronu,” dedim.
“Sen John’un patronunu nereden tanıyorsun ki?” diye sordu.
Lanet olsun, her şeyi anlatmak zorunda kalacaktım...
“Beni kulüpte dans ederken görüp John'dan üst kata çıkarmasını istemiş. O pislik de beni tartaklamaya kalkışınca bacak arasına bir tekme attım.” Şerefsiz herifin acı inleyişi gözümün önüne gelince gülmeye başladım.
“Her neyse, beni silahla tehdit etmeye çalıştı ama silahlar benim yasak zevkim olduğu için asıl patronun kim olduğunu gösterdim. Sonra beni Enrique ile yalnız bıraktı.”
Sofia’nın yüz ifadesi şaşkınlıktan öfkeye dönüştü.
Dişlerini sıkarak, “Ona bunu fena ödeteceğim. Kimse benim arkadaşımı tehdit edemez,” dedi.
Zavallı çocuk… Sofia onu benzettiğinde taşakları bile kalmayacaktı.
“Peki bu Enrique denen adamla aranızda ne oldu?”
Korktuğum soruyu sormuştu.
“Şey...” diye söze başladım.
“Lanet olsun, onunla yattın değil mi!” diye bağırdığında birkaç kişi dönüp bize baktı.
“Bütün mahalleye duyurmana gerek yok,” deyip içeceğimden birkaç yudum aldım. Bekâretin benim için çok da önemli olmadığını bildiği için bu konu üzerinde durmadı.
“Peki, iyi miydi?” diye fısıldadığında dün geceyi hatırlayıp istemsizce gülümsedim.
Çok...
Çok normal bir şeymiş gibi, “Fena değildi,” dedim. Sadece, daha fazla soru sormasının önüne geçiyordum.
Tam da beklediğim gibi konuyu kapatıp okuldan ve tatilden konuşmaya başladık. Sonuçta kim hiçbir şeyi takmadan, bütün gün yatıp yiyip içmeyi istemezdi ki?
***
Dış kapının açıldığını duyduğumda oturma odasında oturuyordum. Gelenin babam olduğunu bildiğim için yerimden fırlayıp kollarına koştum.
“Dikkat et, Hope,” deyip geri çekildi.
Ona bakınca el eklemlerinde ve yanağında çürükler olduğunu fark ettim.
Bu da ne böyle?
Panik içinde, “Ne oldu?” diye sordum. Bu olduğunda korumaları neredeydi ki? Onları bulursam hepsini öldürecektim.
“Endişelenme. Sadece birisine, dokunmaması gereken bir şeye dokunduğunda neler olacağını gösterdim,” dedi, üzgün bir şekilde. Bana karşı çok soğuktu.
Ne yaptım ki?
“Bir şey ister misin? Buz getireyim mi?” deyip mutfağa koştum.
Buzluktan çıkardığım birkaç buz küpünü kâğıt havluya sarıp bir plastik poşete koydum. Bu işe yarardı.
Geri döndüğümde babamın kanepeye oturduğunu, köpeklerin de ayaklarının dibinde yattığını gördüm. Babam köpekleri yalnızca çok üzgün ya da öfkeli olduğunda içeri alırdı.
Sanırım bu sefer sebebi ikincisiydi.
“Al,” deyip, buzu uzatıp yanına geçtim.
Bir süre sessizce oturduk. Garip değil güzel bir andı.
Babamın yanında olmanın huzuruyla gözlerim kapanmaya başladı. Kendimi yavaş yavaş rüyaların kollarına bıraktım.
Babamın beni kucakladığını hissettiğimde başımı sıcak göğsüne yasladım. Bunu çok nadir yaptığı için uyanık olmama rağmen uyuyor taklidi yaptım.
İki kat merdiven ve kısa bir yürüyüş sonrasında yumuşak yatağımın önündeydim. Babam küçüklüğümde yaptığı gibi yatağa yatırıp üstümü örttü. Alnıma bir öpücük kondurduğunda içimden gülümsedim.
Kapıyı kapatırken, “Hope. Hope. Hope... Babanı bir daha kızdırma,” diye fısıldadığını duydum.
Lanet olsun, ne yaptım ben?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 54.11k Okunma |
1.14k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |