
HOPE
Yeni ve güzel bir pazar günüydü. Tarlanın ortasında oturmuş, huzur içinde otlayan atları izliyordum. Hayatta en sevdiğim aktivite buydu.
Dibimden ayrılmayan Willow başka bir atın bana yaklaştığını gördüğü an komik bir şekilde savunma pozisyonuna geçiyordu. Tıpkı onun beni koruduğu gibi ben de ne pahasına olursa olsun onu her zaman korurdum.
Pazar günü okuldan ve atlarla ilgilenmekten muaf olduğum tek gündü. Bütün günümü ne istiyorsam yaparak geçirebileceğim hâlde genellikle bu tarlanın ortasındaki tepede oturup etrafı izliyordum.
Yanımda en sevdiğim kitabımla, bir sepet dolusu yiyecek vardı. Evet, bütün günü burada geçirebilirdim. Bir süre sonra arkama yaslanıp gözlerimi kapattım. Güzel kısrağım burada olduğu için güvende olduğumu biliyordum.
Nefessiz kaldığımı hissedince hemen gözlerimi açtım. İçgüdüsel olarak debelenip kaçmaya çalışsam da ağzımı kapatan eller çok güçlüydü.
Ardından, “Lanet olsun, işimi daha da zorlaştırma,” diyen çok tanıdık bir ses duydum. Sesin sahibi ellerimi arkama koyarak ayağa kaldırdı. Yapabileceğim tek şey bu olduğu için çığlık atmaya başladım.
Kulaklarını hemen bana çeviren Willow saniyeler içinde dörtnala koşmaya başladı. Bu sikik herif her kimse bugün ölecekti.
Willow'un yaklaştığını görünce adamın bacak arasına tekme attım. Yaşadığı acı üzerimdeki kontrolünü kaybetmesine neden olunca tüm gücümü kullanarak elinden kurtuldum.
Willow hemen yanıma geldi. Adamın kim olduğunu görmek için arkama döndüğümde neye uğradığımı şaşırıp geri geri yürümeye başladım.
John…
“Bunu nasıl yaparsın?” dedim. Dün gece aynı masada yemek yediğim adamın beni kaçırmaya çalıştığına inanamıyordum. Ama asıl soru bunu neden yaptığıydı.
Dişlerini sıkarak, “Benimle gel, Hope,” dedi. Yüzünde neredeyse hayvani bir ifade vardı.
“Daha çok beklersin!” diye bağırdım. Pislik herif onunla öylece gideceğimi mi sanıyordu?
Belinden silahını çıkararak, “Tavsiyeni dinledim,” dedi. Smith & Wesson Model 29'u yüzüme doğrulttuğunda beni gerçekten vurup vuramayacağını düşündüm.
Başımı iki yana sallayarak, “Hayır, bunu yapamazsın,” dedim. Ne tür bir psikopat olduğundan emin olmasam da tehdidini yerine getireceğinden korkuyordum.
“Seni vuramam ama kısrağını vurabilirim,” deyip silahı Willow'a doğrulttuğunda gözlerim doldu. Bunu yapmasına izin veremezdim.
Bozguna uğramış bir şekilde, “Tamam! Seninle geliyorum!” dedim. Hemen kolumdan tutup peşinden sürüklemeye başladı.
Siyah bir Jeep’in önüne geldiğimizde kapıyı açıp içeri soktu. Sürücü koltuğuna gittiği sırada kapıyı açmaya çalıştım ama kilitliydi.
Tam ihtiyacım olduğunda Landon nerede?
John saniyeler sonra içeri girip arabayı çalıştırdı. Şu an ondan o kadar iğreniyordum ki yüzüne bile bakamıyordum. Nasıl olur da beni kaçıracak kadar alçalabilirdi? Ve hangi sebeple?
Uzunca bir süre pencereden baktıktan sonra gördüğüm tek şey alabildiğine uzanan yeşil alanlar oldu. Bir sonraki saniyede, dakikada ya da saatte ne olacağını; yarına çıkıp çıkamayacağımı bilmiyordum.
Bir on dakika daha geçtikten sonra büyük bir bahçe kapısı göründü. Yaklaştığımızda otomatik olarak açılan kapının ardında büyük, yeşil bir alanın ortasında gururla duran kocaman bir malikâne vardı.
John arabayı park ederken kapımın çoktan açıldığını gördüğüm. Dışarı çıktığımda onun duygusuz yüzüyle karşılaştım. Eve doğru ilerlememi işaret ettiğinde başka seçeneğim olmadığını bildiğim için dediğini yaptım.
“Merhaba, tigre.”
Olduğum yerde donakaldım. Enrique saniyeler önce açtığı kapının diğer tarafında duruyordu.
Bana yaklaşmasının tek sebebi beni kaçırmak istemesi miydi? Başından beri planladığı bu muydu? Nasıl bu kadar kör ve aptal olmuştum?
Gözlerinin içine bakarak, “Adi, şerefsiz,” diye mırıldandım. Karşılığında sadece dişlerini sıktı.
Gözlerini üstümden ayırmadan, “Sen gidebilirsin, John,” dedi. John hiçbir şey söylemeden giderek beni bu şerefsizle baş başa bıraktı. Evet, artık bir mankafa değil; bir şerefsizdi.
Enrique, “İçeri gir, Hope. Burası bir süreliğine yeni evin olacak,” deyip eve yürümeye başladı.
İçeri girdiğimde yaptığım ilk şey Enrique’nin yüzüne okkalı bir tokat atmak oldu. Ancak pek etkilenmişe benzemiyordu.
“Hırçınlığını sevişmemize sakla, tigre,” diyerek sırıttı.
Beni becermesine izin vereceğimi mi sanıyordu? Yoksa tecavüz etmesine mi demeliyim?
Yorumuna cevap vermediğimi görünce sırıtarak, “Sana odamızı göstereyim,” dedi. Yüzüne deliymiş gibi baktım. Gerçekten de öyleydi.
Yok, sosyopat kelimesi onu çok daha iyi tanımlardı.
Yerimden kıpırdamadığımı görünce kollarımdan kıskıvrak yakalayıp omzuna aldı. Önce çığlık atıp tekmeler savururken sonra sırtını yumruklamaya başladım.
Onu rahatsız etmiyor gibi görünen ancak ellerimi kıpkırmızı yapıp canımı yakan sayısız yumruktan sonra pes edip beni sanırım odası olan yere çıkarmasına izin verdim.
Bir iki saniye sonra siyah, ipek nevresimlerle kaplı, yumuşak bir yatakta sırtüstü yatıyordum. Gözlerim o uğursuz gülümsemesiyle beni izleyen şerefsizin üstündeydi.
Gözlerimi gözlerimden ayırmadan, sızlanarak doğruldum.
Sonunda sessizlikten sıkılınca, “Lanet olsun, neden böyle bir şey yaptın?” diye bağırdım. Şu an önemli olan tek soru buydu: Neden?
“Her şeyi anlatırsam ne eğlencesi kalır, tigre?” deyip, gülerek arkasını döndü.
Psikopat herif utanmadan gülüyordu!
“Bana tigre deme,” dedim, tam istediğim sertlikte, öfkemi yansıtan bir sesle. Normalde “tigre” dediğinde tahrik olurken şu an sadece öfkeleniyordum.
“Her zamanki gibi hırçınsın,” deyip kapıya yürüdü. Yine sırıtıyor olduğundan emindim.
Kapıyı açıp çıkarken “İyi eğlenceler,” dedi.
Ne yapmak üzere olduğunu anladığımda hemen yerimden fırlasam da çok geç kalmıştım.
Kapıyı kilitlediğini duyunca, “Siktir git!” diye bağırdım.
Umutsuz bir şekilde kapıya gidip kolu çevirince gerçekten de kilitli olduğunu gördüm. İç çekip yatağa dönmekten başka çarem yoktu.
Güneş batana kadar yatağın üstünde oturduktan sonra hapishane hücremi keşfetmeye karar verdim.
En azından güzel görünüyor.
Siyah beyaz döşenmiş bir odaydı. Mobilyaların çoğu Enrique’nin ruhu kadar siyah; duvarlar da ne kadar düz bir insan olduğunu gösterircesine beyazdı.
Dolaplarından birini açtım. Evet, birden fazla dolabı vardı. Tüm takım elbiseleri mükemmel bir şekilde renklerine göre dizilmişti. Her şey birbiriyle uyumluydu. Takım elbiselere tek tek bakıp en pahalı görünenlerden birini seçtim.
Bingo, Prada’ydı! İçinde beyaz ipek bir gömlek olan siyah bir takımdı. Gömleği alıp banyoya gittim.
Kaçamayacağımı bildiğim için üstümü çıkarıp duşa girdim. Banyosu gerçekten güzeldi. Bütün ev çok sade renklerle döşenmiş olsa da her şey çok zevkli görünüyordu.
Düşünün banyosunda iki lavabo vardı. Demek istediğim, bir insan neden iki lavaboya ihtiyaç duyardı ki? Vücudumu yıkarken şampuanlara göz attım. Garip bir şekilde bir sürü kadın şampuanı ile benzeri ürün vardı.
Kadınlara özel ürünler kullanmayı mı seviyor? Yoksa çok fazla kadınla beraber olduğu için banyo malzemelerini de mi tedarik etmek zorunda kalıyor?
Yirmi dakikalık güzel bir duştan sonra gördüğüm ilk havluyu aldım. Bir yandan da onun havlusu olmaması için dua ediyordum.
Kalçalarıma kadar inen beyaz gömleğini giydikten sonra gargaraya benzer bir şey aramaya başladım. Çekmecelerini karıştırırken bir sürü ilacı olduğunu gördüm.
Çoğu ağrı kesici olan ilaçların bir tanesi özellikle ağır bir ilaçtı.
İlaç bağımlısı falan mı? Beni becerirken pek acı çekiyormuş gibi görünmüyordu.
Banyodan çıktığımda odada olmadığını görünce sevindim. Belki en azından yalnız uyumama izin verirdi.
Dolabına gidip bir baksır aradım. Kolayca bulduğum baksırlardan en küçük olanı aldım. Bana göre hâlâ büyük olsa da iş görürdü.
Çimenlerde uyumamış olaydım kendi giysilerimi giyebilirdim ama şu an giyilemeyecek kadar berbat hâldeydiler.
Aynaya bakıp baksırın belini birkaç kez kıvırırken bir kapı tıkırtısı duydum. Gelen tabii ki de o şerefsizdi.
Of, beni yalnız bırakacağını sanmıştım…
Bana doğru yürürken, “Pahalı zevklerin olduğunu bilmek güzel, tigre,” dedi.
Hiç kıpırdamadan durdum. Ondan korkmuyordum. Bana hiçbir şey yapamayacağını biliyordum.
Gözlerini gözlerime dikmiş tam önümde duruyordu. Başını eğdiğinde dudaklarımız arasında neredeyse hiç boşluk kalmadı.
Birden kendime geldim. Ne yapmak üzere olduğunu anlayınca fırsattan istifade edip göğsüne bir yumruk attım.
Geri çekilmesini beklerken inleyip dizlerinin üstüne çöktü.
Neye uğradığımı şaşırdım. Yumruklarım o kadar sert değildi…
Ciddi bir acı çekiyormuş gibi göründüğü için içgüdüsel olarak yardım etmek istedim. Acı çektiğini görmek, ki bunu fazlasıyla hak ediyordu, içimi rahatlatsa da aptalca bir nedenden ötürü onu incittiğim için kendimi kötü hissediyordum.
Neden bir psikopat olup hiçbir şeyi umursamamayı başaramıyorum?
Neler olduğunu anlamak için yere çöküp gömleğinin düğmelerini açmaya başladım. Hiç konuşmadan yere bakarken çok çaresiz görünüyordu. Bunların hepsi benim suçum muydu? Oysaki onu incitmek istememiştim.
Son düğmesini de açtığımda göğsünde çürükler olduğunu gördüm.
Bunu kim yapmış olabilir?
Hafifçe kekeleyerek, “Sa… Sana ne oldu böyle?” dedim.
Sonunda gözlerime bakıp, “Bir gün öğrenirsin,” deyip ayağa kalkmaya çalıştı.
Her ne kadar bir şerefsiz olsa da yardımıma ihtiyacı vardı, bu yüzden kolumu yavaşça beline dolayıp ayağa kalkmasına yardım ettim. Sonuçta şu an acı çekiyor olması benim hatamdı.
Ayakta durabildiğinden emin olduktan sonra kolunu bıraktım.
Gidip yatağa oturdu. Hâlâ her an acıdan bayılmak üzereymiş gibi görünüyordu. Kaburgalarının kırıldığına emindim.
Ancak Hulk gibi varlık olmadığıma göre bunu ben yapmış olamazdım. Ayrıca o morluklar en az birkaç haftalıktı.
Çekmecedeki ağrı kesiciler aklıma gelince hemen banyoya gittim. İki hap alıp musluktan bir bardak su doldurdum. Sanırım bunlar acısını dindirmeye yeterdi.
Tekrar odaya girdiğimde keskin bakışlarının üstümde olduğunu hissettim. Ancak sinirli bir şekilde değil, şaşkın bir şekilde bakıyordu.
Neden şaşırdığını anlayabiliyordum. Beni kaçırmış olmasına rağmen kalkmış acısını dindirmeye çalışıyordum. Belki de yapmamalıydım ama birinin acı çekmesine göz yumamazdım. Onun gibi bir şerefsiz olsa bile…
Hapları uzatıp, “Sanırım bunlar yardımcı olur,” dedim. Çabucak yutmasına bakılırsa bu hapları almaya alışkındı.
Sanki söylediği her kelime canını yakıyormuş gibi yavaşça, “Hope, uyu biraz,” dedi. Kim bilir belki de gerçekten canı yanıyordu.
Öfke nöbeti geçirip beni bırakması için yalvarmayı yarına ertelemeye karar verdim. Bu da başarısız olursa başka bir şekilde kaçmayı deneyecektim.
Sonuçta, Enrique tıpkı babam gibi tanınan biriydi. Beni uzun süre burada tutmaya kalkışırsa başı hem polisle hem de medyayla derde girerdi.
Dediğini yapıp yatağın öbür tarafına kıvrılırken tepkisini izledim. Birkaç dakika daha oturduktan sonra gömleğiyle kot pantolonunu çıkardı.
Acıdan gerilmiş kaslarına bakarken bunun kısmen benim suçum olduğunu düşündüm. Ancak bir parçam bunu hak ettiğini düşünüyordu. Sonuçta eden bulurdu.
Odadaki son ışığı da kapattığında gözlerimi kapatıp uykuya daldım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 54.1k Okunma |
1.14k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |