Yeni Üyelik
2.
Bölüm

⚖️Bölüm-2 İKİ YABANCI

@iremcakir

 

Herkese yeniden selam! Bu bölümden sonra 3. Bölümü de arayı açmadan atacağım sonrasında ise hafta da bir bölüm gelecek.🫠

 

 

Oy vermeyi ve paragraf arası yorum yapmayı unutmayın🤍

 

 

Bölüm Şarkıları: İki Yabancı, yanlışız Senle, Hayat Gibi.

 

 

Keyifli Okumalar!

 

 

 

 

"Kaçmak, korkaklığın temsilcisidir, geriye dönüp savaşmak ise cesaretin."

 

 

İnsan doğar, yaşar ve ölür. Ve bu tüm hayatı boyunca yaşamına bir şeyleri sığdırmaya uğraşır. Kimi zaman sevgi, kimi zaman öfke. Kimi zaman da yalan... Hatta öyleleri vardır ki, hayatını yalanlar üzerine kurar. Kimi zaman tek bir yalan, tüm yaşamını esir ederdi.

 

 

Gecenin karanlığı üzerime sıçrayan lekeyi silmeye yetmiyordu. Hıçkırıklar içinde boş sokaklarda nereye gideceğimi bilmez bir şekilde koşuyordum. Kulaklarımı tırmalayan seslerden koşarak kurtulabileceğimi sanıyordum. Ondan uzak olduğumda vicdanımın sesini bastırabilirim sanıyordum. Ama bilmiyordum ki hatıraların izini nasıl silerim?

 

 

Yolun sonunda gibi görünen büyük hilale takıldı gözlerim, daha sonra yanında küçük ama parıl parıl parlayan yıldıza... Sıradan bir yıldız değildi. Ona yüklenen hatıralar vardı. Şimdi o hatıralar bile koskoca hayal kırıklığından başka bir şey değildi.

 

 

“Bak” dedi. “Görüyor musun? Gökyüzünde milyonlarca yıldız var ama sadece bir tanesi parlıyor.” Meraklı gözlerimi, işaret ettiği ayın yanında parlayan yıldıza diktim. Pırıltılar içerindeki yıldızdan gözlerimi alamıyordum. Sahiden de göğün tek parlayan yıldızıydı o.

 

 

“Evet,” diye karşılık verdim fısıldayan sesimle. Daha çok heyecan akıyordu sesimden. Bakışlarını gözlerime düşürdüğünde yönümü ona çevirdim. Gözbebekleri parıldıyordu. Bana doğru bir adım yaklaşarak hayranlıkla bakan gözleriyle yüzümün her zerresini inceledi. Parmakları yanağımı usulca okşamaya başladığında yutkundum. Dudaklarını araladığında ve sıcak nefesi yüzüme çarptığında gözlerimi yumdum.

 

 

“Gökyüzünde milyarlarca yıldız var ama sadece biri parlıyor. Dünyada da milyonlarca kadın var ama sadece biri özel. Benim parlayan yıldızım sensin Afife.”

 

 

Gözyaşlarımın ardı kesilmiyordu. Sadece boş sokaklarda koşuyordum. Daha çok kaçıyordum ancak neyden kaçtığımı da bilmiyordum. Belki kalbimin sesini duymak istemediğimdendi, belki de beni rahatsız eden vicdanımdan. Yere bastıkça tok ses çıkartıp boş sokaklarda yankılanan topuklu ayakkabılarım ayağımı vurmaya başlamıştı. Her yere basışımda parmak uçlarımı sızlatıyordu. Ayağımın burkulmasıyla ve dudaklarımdan bir inilti firar ettiğinde canımın acısına dayanamayarak hıçkırıklar içinde olduğum yere çöktüm ve ayakkabıları çıkartıp rasgele bir köşeye fırlattım. Sanki tüm hıncımı onlardan almak ister gibiydim.

 

 

Tenime damlayan sıvı ile bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğim ve yağmurun yağdığını gördüm. Başımı öne eğerek gözlerimi kapattım ve yağmur damlalarının tenime değmesine izin verdim. Dudaklarımdan çıkan hıçkırığa engel olamayarak daha çok hıçkırmaya ve ağlamaya başladım. Bu gece akıttığım bu gözyaşları son olacaktı. Bu gecenin sabahına bambaşka bir Afife olarak uyanacaktım. Lakin şimdi küçük, savunmasız bir çocuk gibi akıtacaktım gözyaşlarımı.

 

 

“Her ölümün ardından yağmur yağar,” diye fısıldadım güçsüz çıkan sesimle.

 

 

Yağmurun yağış hızı gittikçe artıyordu ama bunu umursamadım. Göz yaşlarım yağmurun hızıyla yarışıyordu resmen. Bomboş olan sokakta hıçkırıklarım duvarlara çarparak yankılanıyordu. Yağmur suları yetmiyordu içimdeki yangını söndürmeye. Yağmur suları yetmiyordu üzerimdeki lekeyi temizlemeye. “Yağmur suyu kirli ruhlarımızı temizlemeye yeter mi?” diye sordum kendimce. Kaç kez yağmur yağması gerekirdi temizlenmek için?

 

 

Gelinliğimin eteklerine tırnaklarımı geçirdim. Ağlamaktan gözlerim acımaya başlamıştı. Bakışlarımı tekrardan göğe diktiğimde gökyüzünün parlayan yıldızı tam üzerimdeydi... Gözyaşlarımın arasından fısıldadım.

 

 

“Bende seni gerçekten sevmiştim Fırat.” Duraksadım ve derin bir nefes aldım. Boğuluyor gibi hissediyordum. “Ama çocukluğumun katili olmadan önce...”

 

🔪

 

 

Dakikalardır buz gibi taşların üzerinde oturuyordum. Yağmur dindiğinde soğuk, hafif hafif bedenimi işgal etmeye başlamıştı. Usulca yerden destek alarak ayağa kalktığımda başım dönerek sendelesem de dengemi sağlayabildim. Etrafa saçtığım ayakkabılarımı aldım. Onları giymek istemiyordum. Bu yüzden elimde gezdirmeyi tercih ettim.

 

 

Bir elime ayakkabılarımı ve çantamı her an avuçlarımın arasından kayıp düşecekmiş gibi tutuyordum. Diğer elimle de gelinliğimin eteklerini yukarıya çekiştiriyordum. Çıplak ayaklarımın yerde biriken yağmur sularına değmesini umursamadan, bilinçsizce yürümeye başladım. Adımlarım kaplumbağayı andırıyordu.

 

 

Hiçbir şey planladığım gibi gitmiyordu. Evet, acıyla baş başa bırakmıştım onu. Ancak onun ölecek olması vicdanımı tırmalamamalıydı. İntikamımı almıştım. İçimde ona beslediğim sevginin üzerini örtebilmiştim. Yalnız içimde adını koyamadığım bir burukluk vardı. Nihayetinde insandım bende. Benim onun gibi taştan duvarlar örülmüş kalbim yoktu...

 

 

Mezarlığın kapısında içeriye adım atarak ağır adımlarla kardeşim ve annemin mezarlarına doğru ilerledim. Mezarlık oldukça karanlıktı. Önümü zor görsem de yolları ezberlediğim için bu durum beni rahatsız etmiyordu. Küçüklüğümden beridir ne zaman mezarlığa gelsem, mezar taşlarında yazan isimleri okur ve onların ruhların bir Fatiha bahşederdim. Onlar için dua ederdim. Çünkü biliyordum ki, içlerinde bir duaya muhtaç ölüler vardı. Annem derdi ki; başkaları için dua et çünkü sen başkalarının ağzından günah işlemedin.

 

 

Küçüklüğümden beri en çok korktuğum şey, mezarlıklardı. O, mezar taşlarından birinde bir gün benim de adım yazacağını bilmek korkuturdu. Ölülerin ruhlarının bize zarar vereceğini sanmak gibi saçma bir düşünceye sahiptim. Ancak büyüdükçe anladım ki, bize zarar verenler ölü ruhlar değil, dirilerdi. Şimdi anlıyordum; gerçekten de mezarlıklar, sevdiklerini kaybedenlere korkunç gelmiyordu. Nasıl gelseydi, insan annesinin yanında korkar mıydı hiç?

 

 

Annem ve Miray’ın mezarları yan yanaydı. Aile mezarıydı bizimkisi... Ama babanın olmadığı bir aile mezarı... Onu sormayın bana. Çünkü ben bile onunla yüzleşmeye hazır değilken, size babamı anlatamam... İsimlerinin yazılı olduğu mezar taşlarını sevdim usulca. Gözümden tutamadığım bir damla yaş, toprağa düştüğünde dudaklarımı ısırdım. Ağlayarak annemi üzmek istemiyordum...

 

 

Uzun bir süre sessizce topraklarını sevdim. Sanki onlara dokunuyor gibi. Sonrasında mezar taşını kuru bir öpücük bıraktım. Sanki onları öpüyormuş gibi. Elime bir avuç toprak aldım. Yağmurla karışan toprağın kokusu, tıpkı annem kokuyordu. Annem, yağmur sonrası toprak gibi kokardı hep. Çok severdi toprağı, belki de bu yüzden çok sevdiği toprağa karışıp gitmişti.

 

 

Kardeşim ise hiç sevmezdi. Ne yağan yağmurları severdi ne de toprak kokusunu severdi. Çünkü toprak ve yağmurun ona babamın ölümünü hatırlattığını söylerdi. Belki de sevmediği toprak onu erkenden içine çekmişti, kim bilir...

 

 

“Anneciğim...” Uzun süredir konuşmadığım için sesim çatallaşmıştı. Titreyen sesimle konuşmaya devam ettim, “Miray’ım... Ben geldim. Size anlatacak, söyleyeceğim o kadar çok şey var ki ama dilim bir türlü çözülmüyor sanki,” dedim ve burnumu içime çekerek bakışlarımı toprağa düşürdüm bir anlığına. “Ama bilmenizi isterim ki, size yaşatılanların intikamını aldım. Hayatta olsaydınız belki bana çok kızardınız ancak ben size yapılanları sineye çekip o adamla mutlu olamazdım. Sevgimin ardında durup size ihanet edemezdim.” Yüzümde buruk bir gülümseme yerleşti. “Evet anne ben Fırat’ı sevdim...” Senin istediğin gibi diyemedim. “Kızma ama bana hemen. Size yapılanlarının sebebi o olduğunu bilmiyordum. Öğrendiğimde ise içimdeki sevgiyi öldürdüm. Benim ailemi öldüren birisini sevemezdim.” Annemin mezar taşında dolandı parmaklarım. “Kızmadın değil mi bana anne?” Gözümden akan yaşları silerek duruşumu dikleştirdim. “Aslında buraya size veda etmeye geldim. Bilirsiniz, vedaları hiç sevmem ama...” dedim ve sustum. Kelimeler boğazıma düğümlendiğinde buruk bir gülümseme peyda oldu dudaklarımın üzerine. “İşte, insan bazen hayatta sevmediği şeyleri yapmak zorunda kalıyor.” Derin bir nefes alarak, kendimden emin bir sesle konuşmaya devam ettim. “Fırat Yaman’ı öldürdüm.” Kurduğum cümle kulaklarımda yankılandığında, bu gerçeğe sağır olmak istiyordum. “O da tıpkı sizin gibi acı çeke çeke ruhunu teslim etti... Üzerime bir leke sıçradı. Katil oldum... Hem de acımasız bir katil...”

 

 

Bakışlarım bir müddet yerde takılı kaldı. “Ama biliyor musunuz? Hiç pişman değilim. Çünkü ben doğru olanı yaptım. O hayatta kaldıkça, bu hayatta aldığım nefes bana haram olacaktı. Sizin canınıza kasteden, yaşamınızı elinizden alan adamın hiçbir şey olmamış gibi nefes alıyor olması çok ağrıma gidiyordu.” Oturduğum taşın üzerinden kalktım ve gülümseyerek baktım mezar taşlarına sanki beni görüyorlarmış gibi. “Saatlerce, günlerce şu mezar taşlarının üzerinde oturup, sizinle olmayı çok isterdim lakin daha itiraf etmem gereken bir suçum var,” dediğimde artık ağlamıyordum. Onların yanında olmak bana iyi gelmişti. Keşke hep onlarla olabilsem, yanlarına gidebilsem... “Her ne kadar canımı acıtsa da uzun bir süre ziyaretinize gelemeyeceğim,” derken kendimle alay eder gibi gülümsedim. “Kim bilir, belki de saçlarıma aklar düşünce gelirim...” Akan burnumu çektim. “Bana kızmış olsanız da affedin olur mu? Sizi kırgın bırakıp gitmek istemiyorum.”

 

 

Dua okuduktan sonra mezarlığı terk ettim. Tutmakta güçlük çektiğim gözyaşlarım özgürlüğünü ilan ettiğinde kaldırımın köşesine attım kendimi. Sırtımı duvarı yasladım. Dışarıda geçireceğim son saatlerimdi bunlar. Dizlerimi karnımı kadar çekerek kollarımı bacaklarımın altından geçirip doladıktan sonra yüzümü dizlerime gömdüğümde hıçkırıklarımı bastıramadım. İçimde biriken ne kadar acı varsa o kadar yüksek çıkıyordu hıçkırıklarım. Çevrede kimsenin olmayışının rahatlığı ile ağlayabildiğim kadar ağladım. Yine de yüreğimdeki çığlıklar susmadı. Avaz avaz bağırmak isterken, avaz avaz susuyordum.

 

 

“Katil oldum... Hem de acımasız bir katil,” diye fısıldadım. “Ama yine de bir Fırat Yaman olamam hiçbir zaman. O, yalanların arkasına saklanarak görünmez olmaya çalıştı. Ben ise yalanları ardımda bırakarak tüm benliğimi ortaya çıkardım.” Gerçeklerin canımı acıtacağını bile bile kendime bunları itiraf ediyordum. Bir yandan da yine kendimi bir çocuk gibi avutmaya çalışıyordum.

 

 

Yanımda hissettiğim kıpırdanma ile korkuyla bakışlarım sesin geldiği yöne döndüğünde gözlerim, bir çift rengini baldan alan gözlerle buluştu. İrkilerek yana kaydığımda adam umarsızca gülümsedi ve izin istemeden yanıma yerleştiğinde ağlıyor oluşumu unutarak bir açıklama yapması için baktım yabancıya.

 

 

“Korkma.” Sesini duyduğumda ve kaşlarım istemsizce çatıldığında sorgulayıcı bakışlarımı adamın yüzünde gezdirdim. O ise yüzüme bakmamakta ısrarcıydı. “Sizi duydum,” dedi tek düze bir ses ile. Yüzüm kızarmıştı. Bakışlarım kaldırımın desenine düştü. Beni duyduysa bir katil oluşumu da duyuştur demektir. Öyleyse neden bir katilin yanında durabiliyordu? Ya onu da öldürürsem? Ben olsam korkardım diye geçirdim içimden, bir katille evlendiğimi unutarak...

 

 

“Teslim olacağım zaten,” dedim umursamaz bir ses tınısıyla. Adam verdiğim yanıt üzerine bakışlarını yüzüme dikti. Aniden dönmesini beklemediğimden sadece yüzüne bakmakla kaldım.

 

 

“Teslim olsanız da olmasanız da siz doğru olanı yaptınız,” dediğinde gözbebeklerim büyüdü. “Kusura bakmayın, istemeden kulak misafiri oldum konuşmanıza.” diyerek tedirgin bakışlarımın yumuşamasını sağladı. “Sizi o hâlde görünce kendimi burada buldum,” dedi sanki yanlış bir şey yaptığını fark etmiş gibi.

 

 

“Teşekkür ederim,” dedim inceliğinin karşısında. “Ama merak ediyorum, duyduğunuz sadece birkaç cümle nasıl doğru olanı yaptığımın kanaatine vardınız?” Bakılarını kucağına çevirdi ve ardından gülümseyerek bana baktı. “Eğer ki birisi benim de ailemden birini öldürmüş olsa, ben de o kişiyi öldürmek isterdim. Sebebi ne olursa olsun.” Bir iki saniye gözlerime baktıktan sonra başını çevirerek karşıda, rüzgârdan kıpırdanan salıncakları izlemeye başladı. Ben ise hâlâ ona bakıyordum. Bakışları dalgındı ve oldukça kırılgan. Sanırım ağlamıştı çünkü gözlerinin hareleri kızarıktı. Ayrıca göz altlarında yorgunluğun armağanı çizgiler ve morluklar vardı.

 

 

“İyi görünmüyorsunuz. Kim için geldiyseniz sizi üzmüş olmalı,” diye mırıldandım dudaklarımın arasında. Yine bana bakmayarak karşısına bakmaya devam etti. Başı duvara yaslıydı ve kollarını birbirine dolamıştı. Bir şey demedi, derin bir iç çekti ve gözlerini kapadı. “Üzmüş,” diye fısıldadım ve onun gibi başımı duvara yaslayarak gözlerimi kapadım.

 

 

Dakikalar birbirini kovalarken, ikimizde hiçbir şey demeden öylece oturduk. İki yabancı, yıllarca tanışıyor gibi sessizliğimizi dinliyorduk. Bu aralıkta yüzünü inceleme fırsatı yakalamıştım.

 

 

Karanlıkta hiçbir şey belli değildi ancak sokak lambasının ışıkları doğrudan onu aydınlatıyordu. Bu yüzden yüzünü hafızamda tutacak kadar ezberleyebilmiştim Onca şeyin arasında bir yabancının nasıl göründüğünü hatırlamak önemliydi çünkü. Küçük, bal rengine çalan gözlere sahipti. Bir erkeğe göre oldukça düzenli ve kavisli kaşları vardı. Saçları teni gibi kumraldı fakat yataktan kalkıp, dışarıya çıkmış gibi birbirine karışmıştı. Burnu, kusursuz burun tabirini kullanabileceğimiz gibiydi. Biçimli ve dolgun dudaklara sahipti. Parmaklarıyla oynarken biranda gözleri beni bulması ile göz göze geldik. Anın verdiği şok ile bakışlarımı da kaçıramayarak öylece bakakaldım bal rengi gözlerinin içine.

 

 

Üzdüler,” dediğinde kaşımın biri yukarı kalktı. Çok önce sorduğu soruya şimdi cevap veriyor olmasına şaşırdım. Gözlerini üzerimden çekmediği için bende cesaret edip gözlerimi çekemedim. Derin bir iç çekti. Sanki içinde koca bir yangın vardı ve iç çekişleriyle o yangını söndürmek istiyordu. “Senide üzmüşler,” dedi fısıltıyla. Bu sefer siz değil, sen tabirini kullanarak. Daha samimi, daha gerçekçi...

 

 

“Gitsem iyi olacak,” diyerek gelinliğimin eteklerini tutarak ayağa kalktım. Çıplak ayakla taşlara bastığım için ayaklarımın altı acıyordu. Bu yüzden her ne kadar acıtsa da topuklu ayakkabılarımı gelişi güzel ayağıma giyerek küçük el çantamı koluma taktım. Bir kez daha birbirimize yabancı olduğumuz adama çevirdim bakışlarımı. Dümdüz bakışlarını üzerimde gezdirmekle yetiniyordu sadece. Herhangi bir şey demediğinde dudaklarıma minik bir tebessüm yerleştirerek arkamı döndüm ve sızlayan bacaklarım yüzünden ağır adımlarla yürümeye başladım. Arkamdan seslenmesi ile durmak zorunda kaldım.

 

 

“Barlas!” Bakışlarımı ona çevirdim.

 

 

“Anlamadım?” Gülümsedi.

 

 

“Adım, Barlas... Barlas Ener.” Her ne kadar gülümserken bile canım acısa da tebessümle baktım, adının Barlas olduğunu öğrendiğim adama. Ne işime yarayacaksa bu bilgi? Dizlerini karnına çekmiş ellerini de dizlerine sarmış öylece bakıyordu. Sanırım o da benim adımı söylememi istiyordu. Ne gereği vardı ki? Ömründe yolda yürürken bile karşılaşma ihtimalinin olmadığı bir yabancının adını neden öğrenmek ister ki? Dudaklarımı birbirine bastırdığımda Barlas, dudaklarını araladı.

 

 

“Siz bana adınızı lütfetmeyecek misiniz?” dedi tekrardan resmi bir kimliğe bürünerek. Israrcı oluşuna karşın adımı söyledim.

 

 

“Afife Yaman.” Bu soyadı kullandıktan hemen sonra yüzümü buruşturdum. Hiçbir zaman soyadım Yaman olmamıştı ki. Bu da nereden çıktı şimdi? “Yani, Afife Aksoy,” diyerek düzelttim. Barlas bir şey düşünür gibi bakışlarını ifadesizleştirdi.

 

 

“Kimse katili olduğu adamın soyadını kullanmak istemez tabii.” ‘Katil’ damgasının bir başkası tarafından yüzüme çarpılması içimde bir sarsıntı oluşturdu. ‘Ben katil değilim!’ diyerek haykırmak istesem de bu gerçeği kimse değiştiremeyecekti. “Hoşça kal.” Barlas’ın sesiyle düştüğüm boşluktan kurtularak arkamı döndüm. “Bir gün yeniden karşılaşacağız ama bu sefer yabancı olmayacakmışız gibi hissediyorum.” Düşüncesi gülümsetti.

 

 

“Kim bilir...”

 

🔪

 

 

Hızlı adımlarla mezarlığın bölgesini terk ettiğimde attığım her adımda Barlas’ın cümlesi yankılanıyordu kulaklarımda. ‘Bir gün yeniden karşılaşacağız ama bu sefer yabancı olmayacakmışız gibi hissediyorum.’ demişti. Bunu söylerken kendinden o kadar emindi ki, gerçekleşmesi mümkün bir konudan bahseder gibiydi.

 

 

Tanımadığım bir adamı daha fazla düşünmekten vazgeçtim. Şu an için daha büyük sorunum vardı. Ne yapacaktım? Aslında yapmam gereken şey ortadaydı. Gidip teslim olmalıydım. Ki zaten bu yola çıkarken teslim olmayı kafama koymuştum. Her şeyin hesabını yapmıştım. En iyi ihtimalle yirmi sene yiyecektim, hatta daha fazlası... Dört duvarın arasına ömür boyu hapsolmak, Fırat gibi bir cani ile bir ömür geçirmekten çok daha iyiydi.

 

 

Sızlayan bacaklarım aldırmadan adımlarımı hızlandırdım. Saate gecenin bir yarısıydı ve normal zamanda arabaların vızır vızır geçtiği caddeler de benden başka kimse yoktu. Sanki birisi zamanı durdurmuştu.

 

 

Karakola yaklaştıkça kalbim hızla atmaya başlamıştı. Korkuyor muydum yoksa. Hayır, asla korkmuyordum ve korkmayacaktım. Karakolun önüne geldiğimde duraksadım. Koşmamış olmama rağmen nefes nefese kalmıştım. Göğüs kafesim hızla inip kalkıyordu. Sakinleşebilmek için elimi göğsüme götürüp, birkaç dakika bekledim. Göz kapaklarım, gözlerimin üzerini örttüğünde onun sesi kulaklarımı esir almıştı.

 

 

Teslim olsanız da olmasanız da siz doğru olanı yaptınız, demişti yabancı. Gözlerimi kırpıştırıp, ciğerlerimi son kez havayla doldurduğumda küçük adımlarla karakolun merdivenlerini tırmandım. Karakolun geniş kapısından içeriye girdiğimde, bakışlarımla etrafı süzmeye başladım. Bilgisayar başında bir şeyler ile ilgilenen birkaç polis. Başka bir tarafta ellerindeki çaylar ile gülüşen polisler... Oradan oraya koşuşturan insanlar... Herkes için zaman bir şekilde akıp geçiyordu. Zaman dedikleri şey bir bana mı durmuştu? Ağır adımlarla insanları inceleyerek yürümeye devam ettiğimde, mozaik zeminde adımlarımın bıraktığı sesler ile bazıların bakışları beni bulmasıyla beraber, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Normaldi. Muhtemelen her gün gelinlikle üzerinde kan lekeleri olan birileri gelmiyordur buraya. Masanın yanına yaslanan polisin doğrulup, temkinli adımlarıyla yanıma gelmesi ile durdum. İlk saniyelerde beni süzdü ve hemen ardından konuşmak üzere dudakları aralandı.

 

 

“Yardımcı olmamı ister misiniz?” diye sordu tedirgin bakışlarının altında. Hiçbir şey demeden donuk bakışlarımla yüzüne baktım. “Biri size bir şey mi yaptı?” dediğinde reddederek başımı salladım. ‘Evet, yaptı. Benden hayatımı çaldı.’ İç çekerek cevap alamayacağını bile bile bir soru da yöneltti, “Birinden mi kaçıyorsunuz?” Bedenimin titremesi ile sendelediğimde güçlü kollarıyla belimi sararak düşmeme engel oldu. “Peki, şuraya geçin oturup sakinleşin lütfen,” dediğinde ısrar etmeyerek işaret ettiği alana doğru ilerledim. Kolumdan tutarak benimle sandalyeye oturdu. “Yakup, su getir buraya!” Gözlerim dakikalarca mozaik zemine takılı kaldı. Önüme uzatılan su şişesini avuçlarımın arasına aldım ve şişenin kapağını açarak birkaç yudum içtiğimde biraz daha sakindim artık. Gözlerimi meraklı gözlerle bana bakan polise çevirdim. “Kendimden kaçıyorum, kurtarabilecek misiniz?” Bu soruyu beklemiyor olmalı ki afalladı. Sadece yutkundu ve bakışlarını kaçırdı. Buruk bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. “Her neyse bunun için yanlış adresteyim sanırım.”

 

 

“Hiç iyi görünmüyorsunuz. Dilerseniz ambulansı çağırabiliriz. Veyahut yakınızı çağırabiliriz.” Kimsem yok.

 

 

“Yakınlarımın mezardan çıkıp buraya gelebileceklerini sanmıyorum.” Verdiğim cevap genç polis memurunu daha çok şaşırttı.

 

 

“Ben ambulansı arayım en iyisi,” diyerek yanımdan uzaklaştığında ardından seslendim,

 

 

“Gerek yok. Gitmem gereken yer hastane değil, sorgu odası olduğunu düşünüyorum. Birkaç saniye duraksadığımda polis memuru bana dönerek kaşlarını çattı. “Aslında bir suç itirafında bulunmak için geldim. İfademi kime vermem gerekiyor?”

 

 

“İsminizi öğrenebilir miyim?” diye sordu hemen.

 

 

“Afife Aksoy.”

 

 

“Benimle gelin hanımefendi.” Sözünün üzerine ayaklanarak küçük adımlarla polis memurunu takip etmeye başladım.

 

 

Başkomiser Ömer Asaf Karahan yazılı kapının önüne geldiğimizde durdum. İçime tarifi olmayan bir sıkıntı çökmüştü. Kalbim yeniden hızla atmaya başlamıştı. Sanki göğüs kafesimi delip dışarı çıkacak gibiydi. Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

 

 

“Hanımefendi, birkaç dakika beklemenizi rica edeceğim,” dedi ve katta bulunan başka polis memuruna işaret ettikten sonra baş komiserin kapısını çalarak içeriye girdi. Çok kısa bir sürenin ardından odadan çıkarak benim geçmeme izin verdi. Başkomiser Ömer Asaf odaya girdiğimi fark ederek bakışlarıyla yüzümü inceledi sonrasında gözleri üzerimdeki kanlı gelinliği hedef aldı.

 

 

“Buyurun hanımefendi," diyerek masasının önündeki koltukları gösterdi. "Memur arkadaş durumunuzdan bahsetti, suç duyurusunda bulunacakmışsınız. Tam olarak olay nedir, arkadaşları ona göre yönlendirelim.” Gösterdiği koltuğa oturmayı es geçerek konuşmaya çalıştım.

 

 

“Aslında buraya bir itirafta bulunmak için geldim.” Yüzümü dikkatle inceleyen gözlerinden gerginliğim iyice artıyordu. Hiçbir detayı, hiçbir mimiğimi kaçırmamak için bir düğüm gibi takılmıştı gözleri yüzüme.

 

 

“Sizi dinliyorum,” dedi konuşmaya devam etmeyince.

 

 

“Ben Afife Aksoy,” dedim nereden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Yaptığım hiçbir şey için pişman olmasam da korkuyordum. Tam olarak korktuğum şeyin ne olduğundan da emin değildim. Bütün cesaretimle anlatmaya başladım. “Gece saat iki sularında eşim Fırat Yaman ile aramızda yaşanan anlaşmazlıktan dolayı bir kavga çıktı ve bıçak ile yaralanmasına sebep oldum.” Yaptığımı itiraf etmiştim fakat neden yaptığım konusunda yalan söylemiştim. Aslında buraya gelmeden önce her şeyi olduğu gibi anlatmayı planlıyordum lakin elimde hiçbir delil yokken Fırat’ın katil olduğunu idea edemezdim. Bu onlar için ağır suçlama olurdu ve haksız yere suçlamaktan yine ceza alan kişi ben olurdum.

 

 

Baş komiser söylediğim üzerine afalladı ve birkaç saniye öylece yüzüme baktıktan sonra kendisini toparlayarak konuştu.

 

 

“Bu söyledikleriniz hayati bir önem taşıyor. Doğrusu size bir şey yapıldığını varsaymıştım,” dedi. Saliselik bir duraklamadan sonra devam etti. “Peki, buraya gelmeden evvel ambulansı aradınız mı?”

 

 

“Hayır, aramadım.” Çünkü onu ölüme terk ettim. “Korkmuştum. Sadece evden ayrıldım ve yaptığımı idrak ettiğimde buraya geldim. Şu an ne durumda bilmiyorum ama çok kan kaybetti.” Ama ölmüş olmasını diliyorum.

 

 

“Açık bir adres verebilir misiniz?”

 

 

“Gündüz sefası sokak numara dört.” Baş komiser Ömer Asaf hiç vakit kaybetmeden masanın üzerindeki telefondan birkaç tuşa bastı.

 

 

“Turgay, hemen odama gel.” Telefonu kapattıktan saniyeler sonra kapı çalındı ve çağırdığı polis memuru odaya girdi.

 

 

“Gündüz sefası sokak numara dörde hemen bir ekip ve ambulans gönderilsin. Ayrıca Afife Aksoy’un detaylı ifadesi alınsın.” Polis memuru başını salladı.

 

 

“Emredersiniz komiserim.” Odadan çıkmadan evvel başkomiserin gözlerine baktığımda bakışlarında bir acıma duygusu hissettim. Odasından tamamen çıktığımızda Turgay kapısını örterek kendisini takip etmemi istedi.

 

 

“Bayanın ifadesi alınacak, hazırlayın,” diyerek beni bir başkasına devretti. Polis memuru beni inceledikten sonra kendisini takip etmemi istedi. Beni gören herkes dönüp bir kez daha bakıyordu. Garipsemeleri oldukça doğaldı. Neticede her gün benim gibi hecenim bir vakti üzerinde kan lekeleri olan gelinlik ile gelmiyordur herhalde.

 

 

Bodrum katındaki sorgu odasına ulaştığımızda polis, kapıyı açtı ve içeri geçmemi bekledi. İçeri girdiğimde ise üzerime kapıyı örttü. Etrafa göz gezdirdikten sonra masaya doğru ilerleyerek karşılıklı duran sandalyelerden birisini çekerek oturdum. Loş ışığın aydınlattığı masanın yan tarafında kameradan başka bir şey yoktu.

 

 

Başıma saplanan ağrı ile kafamı masaya yasladım ve gözlerimi kapatarak beklemeye başladım. Aklım Fırat’taydı. O saatte kimsenin onu bulmuş olmasına ihtimal bile vermiyordum. Kaybettiği kan kaybını göz önünde bulundurduğumuzda ise sağlık ekiplerinin cansız bedenine ulaşmış olduğunu varsayıyordum. Yaşaması sadece bir mucizeye bağlıydı. Eğer o mucize gerçek olursa ne olurdu kestiremiyordum. Fırat’ın onu planlı bir şekilde öldürmek istediğimi söylemesinden korkmuyordum. Sadece hayatta kalacak olursa yaptıkları yanına kar kalacak olması canımı sıkıyordu.

 

 

Yaklaşık yirmi dakika sonra kapının hışımla açılması üzerine başımı yasladığım masadan kaldırdım. Turgay, seri adımlarla yanıma geldi ve elindeki dosyayı masanın üzerine atarak. Kameranın tuşuna bastı. Karşımdaki sandalyeye yerleştikten sonra kameranın kayıt alıp almadığını kontrol etti. Dosyanın kapağını açarak inceledi ve kısa süren kimlik tespitinden sonra Turgay,

 

 

“Burada bulunmanın sebebi bize kendi özgür iradenle bize beyan etmiş olduğun suç itirafıdır. Yapılan ön araştırma sonucunda kasten adam yaralama suçundan dolayı ifadeni alıyoruz. Sorguya başlamadan önce hatırlatmalıyım ki avukat beyan etme ve sorulan sorular karşısında susma hakkını kullanabilirsin.”

 

 

“Avukat istemiyorum.” Peki, dercesine başını salladığında dosya da yazılanları okumaya başladı.

 

 

“Afife Aksoy, annen eşinin çalışmış olduğu gazino da bir kavga sonucunda öldürülmüş. Kardeşin Miray-” Cümlesinin devamını getirmiş olsaydı bunu kaldırabileceğimi zannetmiyordum.

 

 

“Bunlar ikimizin de bildiği şeyler, asıl konuya dönelim,” dediğimde dudaklarını dişledi ve öfkeyle soluyarak dosyanın kapağını kapattı. Annem ve kardeşimin adını başkaları tarafından, hele ölümlerini başka biri tarafından duymak canımı acıtıyordu. Birisi sanki nefesimi kesiyor gibi oluyordum. Arkama yaslanıp nefes almaya çalıştım. İçimdeki ses yalan haberlerin doğrusunu anlatmak için can çekişiyordu. Polisin yüzüne haykırmak istiyordum. Annemi Fırat Yaman öldürdü. Kardeşim intihar sebebi Fırat Yaman diye. Gözlerimi kapatıp sakinleşmeyi deneyerek aklımdaki bu düşünceyi bastırmaya çalıştım.

 

 

“Peki, öyle olsun. Ancak dosya da yazılanlar biraz kafa kurcalıyor,” diyerek gülümsedi.

 

 

“Konumuzun bununla ne ilgisi var?” Yüzündeki gülümsemesi sildi.

 

 

“Burada soruları ben sorarım.” Dirseklerini masaya dayadı ve yüzüme doğru yaklaştı.

 

 

“Konu bence apaçık bu dosyanın içindekiler. Sen ne dersin Afife Aksoy?” Sorduğu soruyu yanıtlamayı reddettiğimde başını salladı. Doğrusu tespitine haklıydı. Tabii, hangi açıdan baktığına bağlıydı bu. Gözlerini kısarak yanağını kaşıdı ve başını işaret ederek parmağını döndürdü. “Aslında benim kafamı kurcalayan ne biliyor musun?” Sorgulayıcı bakışlarımla baktığımda dişlerini göstererek gülümsedi. “Kardeşinin eski kocasıyla evlenmen.” Söylediğinin karşısında kal geldi. Güçlükle yutkunarak Turgay’ın bir avcı gibi bakan gözlerinden avlanmamak için soğukkanlılığımı korumaya direndim. Ve bu sefer susmadım. Aksine gülümseyerek karşılık verdim.

 

 

“Cinayet masasına baktığınızı tahmin ediyordum,” dedim ve kasılan bedenimi gevşeterek sandalyeden doğruldum. “Polis olan sizsiniz fakat merakınıza yenik düşerek konuya yanlış yoldan saptınız. Doğrusu ben olsam bana ‘evlendiğin adam, Fırat Yaman’ı neden yaraladın?” diye sorardım.” Kaşları birkaç saliseliğine yukarı kalktı ve ardından verdiğim yanıttan hoşnut olmuş olmalı ki dudağının kenarı alayla kıvrıldı.

 

 

“Neyse ki siz sanık olansınız. Ben ise polis Turgay’ım ve ben asla hislerimde yanılmam ki, aklımdan geçen gerçek olan.” Onun düşüncelerinin doğruluğunun bir anlamı yoktu, benim düşüncelerimin doğruluğu gibi.

 

 

“Aklınızdan geçenlerin, gerçeklikle bir alakası olmadığına eminim.”

 

 

“Peki, senin dediğin olsun.” Tekrardan kurbanını tuzağına düşürmek isteyen avcı edasıyla yüzümü hedef noktasına aldı. “Afife Aksoy, Fırat Yaman’ı evlendiğin gece neden yaraladın?” Eteğimdeki taşların dökülme sırasıydı. Bazı dökülen taşların içi yalanla doldurulmuş olacak olsa da gerçekler açığa çıktığı gün söyleyeceğim yalanlar peşimi bırakacaktı.

 

 

“Fırat ile evliliğimiz sadece bir anlaşmaydı. Aramızda iki tarafın da hem maddi hem de manevi haklarını koruyan bir evlilik sözleşmesi imzalamıştık.”

 

 

“Neden anlaşmalı bir evlilik yapma gereği duydunuz?” diye sordu sözlerime devam etmeme izin vermeyerek.

 

 

“Neden yaraladığımı mı anlatayım, neden anlaşmalı evlilik yaptığımı mı?” dedim. Anında yanıtladı.

 

 

“İkisine de.”

 

 

“Yaptığımız anlaşmalı evliliğin gerekçesinin onu yaralamam ile bir ilgisi olmadığından susma hakkımı kullanıyorum.” Omuzlarımı düşürerek yarısının gerçek olduğu ama asıl sebebinin gerçeklikten uzak olan yalanı anlatmaya devam ettim. “Evlilik sözleşmesine göre aynı evde yaşsak da uzak duracaktık. Fakat o buna uymadı ve bana dokunmaya çalıştı,” dedim burada olmamasına rağmen yanağımda onun elini hissederek ve içim ürperdi. “Ben istemedim, uzaklaşmaya çalıştım, kaçtım ama üzerime gelmeye devam etti. Delirmiş gibiydi. Sonrasında çantamdaki çakıya bir şekilde ulaştım ve çakının ucu kolunu sıyırdı. Yine de durmadı, daha çok öfkelendi ve etrafı yumruklamaya başladı. O sırada elini kanattı. O kadar öfkeliydi ki bir an beni öldürecek olmasından korktum. Üstüme geldiğinde çakı karnına saplanmıştı.” Turgay, anlattıklarımı dikkatle dinlemişti. Ben ise hayatımda belki de ilk defa bu kadar büyük yalan söyleyerek, yaptıklarımı adaleti yanıltacak şekilde çarptırarak anlatmıştım. Fırat’ın ölmüş olması lazımdı. Yaşarsa ifade verirdi ve sanki suçum azmış gibi adaleti yanıltmaktan da yargılanmam çok mümkündü.

 

 

Turgay, sırtını geriye yasladı. Bir süre beni inceledi. Sanki anlattıklarımdan bir şey yakalamış ya da söylediklerime inanmamışçasına alaycıydı.

 

 

“Farkında mısın az önce kendini ele verdin. Yalan konusunda yeterince profesyonel değilsin.” Söylediklerimden nasıl bir anlam çıkardığını düşünsem de kendimi ele verecek bir şey söylediğimi zannetmiyordum. “Sen anlatırken düşündüm ama içinden çıkamadım. Düğün gecende çantanda çakının ne işi vardı? Yoksa başka birini öldürmeyi mi planlıyordun?” Sözlerimden sürekli başka anlamlar çıkarmakta fazlasıyla başarılıydı ve bu onu paranoyak yapıyordu.

 

 

“Su.” Dediğimde tek kaşı kalktı. “Boğazım kurudu. Su alabilir miyim?”

 

 

“Köşeye sıkıştığını hissediyorum.”

 

 

“Ben hissetmiyorum,” dedim gülümseyerek. Her defasında attığı oltadaki yemi anında kapacağımı düşünerek sarf ettiği cümlelerde onu yanıltma şeklimdi ifratımı bozmadan gülümseyerek karşılık vermem. Masanın üzerindeki mikrofona yaklaştı.

 

 

“Bir şişe su,” dedi. Saniyeler sonra su getirildiğinde kapağını çevirerek açtım. Birkaç yudum içtim ancak kesmediğinde biraz daha içtim sudan. Haftalarca su içmemişim gibi bir kuruluk vardı boğazımda ve şişedeki suyun tamamını bitirdiğimde kapağını kapatarak, masanın üzerine koydum.

 

 

“Teşekkür ederim.”

 

 

“Sorgu da olmak gerdi sanki,” dediğinde duymazdan geldim. “Her neyse, bir önceki soruma yanıt alamadım.”

 

 

“Özellikle birini öldürmek gibi bir niyetim yoktu. Bunu bilin yeter.”

 

 

“Karnından bıçakladım demiştin değil mi?” dedi. Her sorusunda bir açığımı yakalamayı hedef alıyordu.

 

 

“Evet, öyle söyledim.” Yüzünde zaferi temsilen gülümseme peyda oldu. “Ama yanılmışım. Yani ben karnına saplandı zannettim fakat kan karnından gelmiyordu. En başta söylediğim gibi korkmuştum. Sadece evden çıkmak istiyordum. Bıçağın tam olarak nereye isabet ettiğini bilmiyorum.”

 

 

“Başka anlatacak bir şeyin olmadığına emin misin? Bana bazı bilgiler eksik ya da yanlış gibi geliyor.”

 

 

“Siz sadece fazla paranoyaksınız.” Omuz kırptı.

 

 

“Ne yapalım, bizim de işimiz bu,” diyerek önündeki dosyayı toparlayarak ayaklandı. “Deliller daha detaylı incelenecek, doktor raporu çıkacak, müştekinin ailesinin ifadesi alınacak. Ola ki ifadene ters düşen bir delil söz konusu olursa bu kez ben senin karşında her şeye gülümseyerek cevap vereceğim.”

 

 

Bölüm Sonu!

 

 

Bölüm hakkında düşüncelerinizi burada belirtebilirsiniz.

 

İnstagram: iremcakiry

 

 

 

Loading...
0%