@irispage
|
2
"Önce masalar kontrol edilecek, ondan sonra bar dizaynı yapılacak demiştim! Kaç kez daha hatırlatmam gerekiyor? Marina, sen değil! Senin yerin bar dedim ya, masalar sana kalmadı canım! Ne diye orada dikilmiş duruyorsun?" Konuşan otuzlarının başındaki Şef Garson Güney'di. İşe alındıktan sonra benimle hızlıca tanışır tanışmaz yapmam gerekenleri sıralamaya başlamıştı. Üstü başı ütülü ve düzgün, kahverengi saçları özenle taranmıştı. Keskin bakışlı kahve gözleri ve imajına tamamen uyan dik bir burnu vardı. Üstelik hiç susmayan bir çenesi.
"Marilis," diye düzelttim.
Suratıma akvaryum suyu donmuş bir balık gibi bakakaldı. Ardından tek kaşını kaldırdı. "Anlamadım?"
"Adım Marilis, Marina değil."
Komik bir şey söylemişim gibi sinir bozucu biçimde güldü. "Ay ne alem kızsın ya, tamam Marilis olsun."
"Öyle zaten," diye mırıldandım, gözlerimi devirmemek için zor duruyordum. İşe başlayalı üç saat olmuştu ve güneş batıyordu. İsmimi ise ilk tanıştığım garson Efe dışında doğru telaffuz edebilen olmamıştı.
Efe, beni diğer çalışanlarla tanıştırmış ve restoranın renkleriyle uyumlu olan krem-kahverengi garson önlüğünü vermişti. Sarı saçlarımı alttan düzgün bir topuzla toparlayıp işe koyulmuştum.
Beni duymazdan gelerek, "Hadi, oyalanmak yok herkes iş başına!" diyerek ellerini çırpttı ve restoranın terasına doğru giderek gözden kayboldu.
Bar tezgahının arkasına geçtim ve kasaya dizilip getirilen, bulaşık makinasından yeni çıkmış bardakları kurulamak için bir havlu aldım. Normalde bu barmenin göreviydi, ancak kendisi içecekler üzerine son değerlendirmelerin konuşulduğu toplantıda olduğu için akşam dönecekti. Yani Şefin söylediği buydu. Nihayetinde bu iş bana düşmüştü.
İki gün sonra mekanın açılışı vardı bu yüzden son hazırlıklar yapılıyordu. Efe ve daha sonradan tanıştığım İnci, kendisi komiydi, birlikte masaları siliyor ve Şef Garsonun isteği üzerine çeşitli servis denemeleri yapıyorlardı. Geri kalan ekip mutfakta ya da terastalardı. Bu kısım neredeyse bitmiş olduğundan ağırlıklı olarak terasın hazırlıklarına devam ediliyordu.
Üstündeki buharı tüten kasadan bir bardak aldığımda sıcaklığı elimi yaktı, kısık sesli çığlık attığımda kristal bardak elimden kayıp yeri boyladı. "Hay aksi!"
Yere eğildiğimde İnci'nin seslendiğini duydum. "Her şey yolunda mı?"
İlk günümden beceriksiz gibi gözüküp kovulmamak için tezgahın üzerinden elimi kaldırdım ve olumlu anlamda işaret yaptım. "Evet! Hiçbir sorun yok."
Kimsenin olmamasından faydalanarak koşarcasına temizlik odasına gittim ve faraşlı bir süpürge kapıp geri döndüm. İnci ve Efe restoranın cam kenarındaki masalarında olduklarından aramızda epeyce mesafe vardı. Çabucak cam kırıklarını faraşın üzerine süpürmeye başladım.
"... aynı şekilde düşünüyorum, ama yine de gidip bizzat görmeden yorum yapmak doğru olmaz."
"Harcanan zamana değmez diyorum ben. Hem baksana burası da denizi tepeden seyrediyor ama yine de güzel olması için onca para döktün."
Konuşmaları ve yaklaşan adımları duyunca temizliği bitiremeden eğilip süpürge ve faraşı tezgahın altına sakladım. Altta yerleştirilmeyi bekleyen başka eşyalar da olduğundan sıkıştıracak bir boşluk zor bulmuştum.
Yerimden çıkacağım esnada az önce konuşan erkeklerden biri, "Şuraya baksana bardakları bile dizmemişler, böyle giderse açılışa yetiştiremeyecekler," dedi ve gülerek ekledi. "Bir iki işin ucundan da sen tut diye bekliyorlar herhalde, patron."
"Sana, bardakları tek tek yalatmadan önce kaybol," diye homurdandı adam.
Karşı taraf yine gülerek karşıladı. "Valla beni bozmaz da Orhun abi açılışa gelir de memnun kalmazsa o bardakları tek tek—"
Uyarı dolu bir sesle, "Barkın," diye sinirle söylendi. "Ölmek istiyorsan bunu benim katil olmayacağım şekilde hallet."
"Tamam, kızma hemen. Hadi terasa geçelim, şu günbatımında bir story paylaşayım."
Gideceklerini anladığımda rahatça bir nefes verdim. Biri beni çağıracak diye ödüm kopmuştu.
"Bir de senin influencer olman eksikti amına koyayım."
"Deme öyle kızlar seviyor günbatımı manzarasını, bir de şu masmavi denizle birleşince harika gözükür. Rahat dokuz-on kız yazar bak gör sen. Uff, hele bir arkaya şöyle romantik bir müzik ekle —"
"Tamam, anladım, neyse ne," diye geçiştirdi adam. "Sen geç terasa, ben de arabadan raporları alıp geliyorum."
Kimsenin olmadığından emin olmak için bir süre yerimden kıpırdamadım, daha sonra yavaşça başımı kaldırıp etrafa baktım. Efe ve İnci son masalara geçmişlerdi, başka da kimse yoktu neyse ki.
Kalan son cam kırıklarını da temizledikten sonra faraşın içindekileri çöpe boşaltıp süpürgeyle birlikte aldığım yere geri götürdüm. İşime dönmeden önce lavaboya gidip ellerimi temizlemiş ve tezgahın altında gergince beklemekten terleyen yüzümü yıkamıştım.
Çoktan soğumuş olan bardakları temizleyip dizmem daha kolay olmuştu. Yine de çok fazla kasa olduğu için burada işim en erken kırk dakikada biterdi.
İncecik bir sapı olan şarap kadehini titizlikle silerken, "Yeni güzellikler gelmiş," diyen sesle irkildim. Bardak az kalsın elimden düşecekti ki son anda serçe parmağımı sapına sarıp engel oldum.
Rahatlamış şekilde soluklanıp dikkatle bardağı tezgaha bıraktım. İkinci bir kriz yaşanacak diye çok korkmuştum.
Benimle birlikte birinin daha olduğunu hatırlayınca sol tarafıma baktım. Genç yaşlarda bir adam, kıstığı gözleriyle yakın bir mesafeden beni seyrediyordu. İki elini açıp tezgaha yaslaması, lacivert polo tişörtünün açıkta bıraktığı kol kaslarını belirginleştirmişti. Uzun süre güneşte kalmış gibi bronzlaşan teninden hoş bir parfüm kokusu yayılıyordu.
Biraz önce söylediği zihnime yeni dank ettiğinde kaşlarım çatıldı, yoksa benden mi bahsediyordu? Emin olamasam da bu fikir beni rahatsız ettiği için sanki çok uzaklaşabilirmişim gibi bir adım sağa kaydım.
"Kir Royale alabilir miyim?" Sesi kibardı fakat yüzü hiç de öyle değildi. Kalın kaşları hafifçe çatılı, keskin hatlı çenesi dik ve dudakları memnuniyetsizliğini vurgulamak üzere düz bir çizgi halindeydi.
Ah, elbette ki yeni güzellikler derken menüye sonradan eklenen kokteyllerden bahsediyordu. Ne salaktım ama! Bana diyor sanmıştım. Gerçi bana bakarak doğrudan böyle bir cümle kurduğunu düşünürsek üzerime alınmam normaldi.
Etrafıma bakındım, tezgah arkasında benden başka kimse yoktu. Ben de barmen olmadığıma göre benimle konuşuyor olamazdı. Derin ve tok sesinden onun az önce dışarı çıkan adam olduğunu anladım. Arkadaşının dediğine göre patron oydu.
Benim barmen olmadığımı bildiğini tahmin ederek kendisi almak isteyeceğini düşündüm ve "Alabilirsiniz," dedim kibarca.
Yerimde saydığımı görünce, "Ee? Hazırlamayacak mısın?" diye sorguladı tek kaşı havada.
"Hayır."
Şaşırmıştı. Sağa doğru attığı iki adımla tam karşıma geçti. "Anlamadım?"
"Siparişinizi hazırlamayacağım," dedim daha net olması adına.
Yaka kartımı okudu. "Marilis." Sonra bakışlarını yüzüme kaldırdı. "Ailenle pek iyi bir başlangıç yapmamışsın sanırım, Marilis. Yani üçüncü sınıf fantastik film karakteri tarzında bir isim tercih ettiklerine göre."
İsmimi alay konusu haline getirmesine her ne kadar öfkelensem de daha büyük bir yanım buna paramparça olmuştu. Onun ismim hakkındaki fikri önemli değildi, fakat bu ismi bana annem vermişti. Küçük bir çocukken bu yüzden yaşadığım problemlerden sonra bir gün dayanamayıp annemin dizinin dibine oturmuş ve adımı değiştirmek istediğimi söylemiştim. Şefkatla başımı okşadıktan sonra sebebini öğrenmek istediğinde ona anlatmıştım. Bunun üzerine annem anlayışla gülümsemiş ve "Marilis, renkli nergis zambağı demektir. Baban ve benim hayatımıza henüz doğmamışken bile renk kattığın için sana bu ismi ben seçtim çiçeğim," demişti.
Bana ismimi koyma hikayesini her seferinde büyük bir hevesle anlatır, ben de hep aynı heyecanla dinlerdim. Ölümünün bir ay öncesinde bile... Yani sandığının aksine ailemle oldukça iyi bir başlangıç yapmıştık.
En azından her şey berbat olmadan öncesine kadar.
Soğuk bir tavırla, "Adımın konumuzla olan ilgisini anlayamadım," dedim.
"Müşretiyle kaba bir üslupla konuşanın kim olduğunu öğrenmek istedim," dedi. "Yenisin belli ki."
"Afedersiniz ama üslubum kabalıktan uzak. İsteğinizi yerine getiremeyecek olmam görev tanımımda yer almamasından ötürü. Buna alınmak yerine bir masaya geçin lütfen, barmen geldiğinde siparişinizi ileteceğim."
Konuşmam onu biraz daha şaşırtmış gibi dudakları bir şey söylemek üzere aralandıysa da beni detaylı süzmeden önce kapandı. "Yaka kartında garson olduğun yazıyor. O halde tezgah arkası görev yerin değildir. Barmaid sanılmaya şaşırmamalısın."
"Şef, bend—"
"Siparişimi hazırlarsan memnun olurum," diyerek bar taburesine oturdu. "Zor bir kokteyl değildir, tarif kitabından bakarak hazırlayabilirsin."
"Bakın, ben..."
"Hoşgeldiniz Attila Bey!" diyen sesle sağ tarafa dönünce Şef Garson Güney'in seri adımlarla yaklaştığını gördüm. "Kusura bakmayın efendim. Geleceğinizi bilseydim barmeni yollamazdım."
"Sorun değil," dedi adam, daha sonra bana döndü. "Marilis Hanım benimle ilgileniyor."
İtiraz edecektim ki Şefin gözleri üzerime dikildi ve dudakları onaylayan bir tebessümle genişledi. "Elbette. Marilis Hanım, memnuniyetiniz için elinden geleni yapacaktır." Sona doğru kaşları uyarmak istercesine büzülmüştü.
İstemeye istemeye başımı salladım. Kovulmak istemiyorsam patronun isteklerini reddedemezdim. Ondan da kötüsü Güney böyle bir durumda beni kolaylıkla gözden çıkarırdı, çünkü inanılmaz derecede işine bağlıydı. Kabul, bu etik açıdan olması gerekendi ama onun, elinde cetvelle hata bekleyen bir öğretmen edasıyla ortalıkta dolanması insanı tedirgin ediyordu işte.
"Ben hazırlıklar için terastayım, Attila Bey. İhtiyacınız olduğunda seslenin lütfen." Yanıt olarak sessiz bir onay alan Güney, bana son bir bakış atarak gözden kayboldu.
Arkadaki rafa dizilmiş kitaplardan içecekler için olan kitabı bulmuştum. Bahsettiği kokteylin olduğu sayfayı açtıktan sonra malzemeleri tek tek çıkarıp tezgaha dizdim. Dikkatle ve büyük bir özenle kokteyli hazırladığım süre boyunca gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmamıştı.
"Afiyet olsun Atilla Bey," diyerek kadehi önüne uzattım.
Bardağa bakma gereği duymadan, "Adım Attila," dedi.
"Ben de öyle söyledim, Atilla Bey," dedim gülümserken.
"Atilla değil, Attila," diye düzeltti sert bir surat ifadesiyle.
"Ah, kusura bakmayın." Sahte bir mahçubiyet taşıdı sesim. "Kulağa ikisi de aynı geliyor."
"Değil."
"Anladım. Sadece bu versiyonunu daha önce hiç duymamıştım."
İsmini, bir türden bahseder gibi söylemem hoşuna gitmemişti. Amacım da tam olarak buydu.
"Adım, 'Tanrının Kırbacı' olarak tanınan güçlü Hun hükümdarı Attila'dan geliyor, yani yeni değil. Gerçi sen zaten bunu büyüklerinden dinlemişsindir." İsmimden ötürü Rum olduğum tahminini yürütüp tarihi atıfta bulunarak beni iğnelemesine karşılık sessizce başımı salladım. Onunla tartışmaya girip ilk iş günümün aynı zamanda son iş günüm olmasını istemiyordum.
Nihayet ilgisini önündeki ince uzun kadehe verip kokteyli önce kokladı, ardından dudaklarına götürdü. Bir yudum alırken beni izliyordu. Ellerimi gergince önümde birleştirdim.
"Eline sağlık," dedi kadehi indirdiğinde.
Zaferle gözlerimi kapatıp açtım, sandığımın aksine beni küçük düşürecek bir yorum yapmamıştı. Kokteyli hazırlarken içimden ona biraz saydırmış olabilirdim ama belki de o kadar da kötü biri sayılmazdı.
Bir şey daha söylemeye niyetlendiğinde çalan telefonuyla beraber tabureden inip terasa çıktı.
•
Görüşlerinizi benimle paylaşmayı unutmayın. Gelecek bölümde görüşmek üzere <3
|
0% |