Yeni Üyelik
29.
Bölüm
@irispage

 

 

 

 

 

Şimdiye kadarki en uzun bölümle geldim. Arada böyle yapabilirim. İyi okumalar!

 

 


29

 

 

 

 


Marilis


Yemekten sonra Ares’in ısrarı üzerine iki arkadaşıyla oyun oynamaya gitmeyi kabul etmiştim. Böylece eşit sayılarda takım kurabileceklerdi, sanırım beni de bu yüzden istemişlerdi.

 

“Marilis, kusura bakma ama gerçekten bilardo oynamayı bilmiyorsun.”

 

Istakayı masaya bırakıp ellerimi belime yerleştirirken başımı yana eğdim. “Elimden geleni yapıyorum, Arescim.”

 

Arkadaşlarından biri sessizce, “Elinden de pek bir şey gelmiyor,” diyerek güldü. Ona ters baktığımı görünce, “Şakaydı,” diye toparladı.

 

“İlk kez oynuyorum, tamam mı?” dedim, gergince. “Öğretemiyorsanız o sizin probleminiz.” Şakayı yapan kişinin takım arkadaşına döndüm. “Hem belki sen, öğretiyorum diyerek yanlış taktik veriyordun. Nereden bileceğim?”

 

Hedef olan kumral çocuk, “Abla valla yanlış taktik vermedim, ne bildiysem onu öğrettim,” diye açıklamaya koyuldu.

 

Oyuna kendimi vermekten dağılan saçımı düzeltirken, “Off siz de haklısınız,” dedim. Suçu onlara atıyordum ama onlara düşen bir şey yoktu, olabildiğince öğretmeye çalışmışlardı. Sadece ben biraz zorlanıyordum. Üstelik krem rengi elbisem kısa olduğundan rahatça eğilememin de etkisi vardı.

 

Ares, sıra ona geçince ıstakayı alıp pozisyon almadan önce bana baktı. “Dikkatli seyret, Marilis. Kusursuz bir atış geliyor.”

 

“Hadi bakalım.”

 

Ares, pürdikkat bir performans sergileyerek topa vurdu ve hedefe sokmayı başardı. Geri çekilirken yüzünde gururlu bir sırıtma vardı.

 

“Aferin sana,” dedim sitemle karışık. Ben hiç sayı yapamamıştım ve takımı o kurtarıyordu.

 

Boyunun uzunluğundan faydalanarak onun küçüğüymüşüm gibi saçlarımı karıştırdı ve bilen bir edayla, "Öğreneceksin," dedi.

 

Koluna fiske vurdum. "Şımarma."

 

Gülüşerek oyuna devam ettiklerinde suratımı asıp kollarımı bağladım ve ilgisiz gözüksem de taktik toplama niyetiyle hamlelerini takip etmeye başladım. Oyunu ilk kez oynamıyordum ama daha önce pek önemsemediğimden kendimi geliştirmemiştim. Şimdi ise üç erkek tarafından zorbalandığım için onları susturacak bir atış yapabilmeyi umuyordum.

 

Karşı takımdan boş atış gelince keyifle sırıtıp benimle şakalaşan çocuğun elinden ıstakayı aldım. "Koca basket topunu potaya sokmaya benzemiyor mu?"

 

Ali, bu dediğime bozularak, "Şanssızlığım tuttu," diye homurdandı.

 

"Profesyonellerin şansa ihtiyacı olmaz," dedim bilmiş bir tavırla. Ben de profesyonel değildim, ama atış yapamadığı sürece onunla dalga geçebilirdim.

 

"Katılıyorum."

 

Karşımdaki dörtlünün bakışları aynı anda arkamda toplandığında dönüp yüzünü görmeden önce sesin sahibini tanıdım. Elimde ıstaka, ağzım kısa bir açıklık oluşturacak kadar aralık halde, Attila'nın doğrudan bana gelişini anlamlandırmaya çalışıyordum. Burada oluşu mu daha garipti yoksa son konuşmamız hiç yaşanmamış gibi kaldığı yerden rahatça benimle iletişime geçmesi mi?

 

Koyu yeşil tişört ve dizinin biraz üstünde bitmesine rağmen her adımında kalın baldırlarındaki kaslardan ipucu veren siyah bir şort giymişti. Parfümünün gizemli ve derin bir hava veren dumanlı, egzotik kokusu o yaklaştıkça daha da yoğunlaşıyordu.

 

"İyi akşamlar, gençler. Oyununuza katılmama müsaade var mı?"

 

Şakacı çocuk, "Valla süper olur," dediğinde dirseğimi karnına geçirdim. İnlese de gülmekten geri kalmadı.

 

Ares ise istemediğimi dahi fark etmeyip "Bir deneyelim," diyerek şans verdi.

 

Attila, benden bir onay beklemeden gülümsemesini bastırarak elimden ıstakayı almıştı. Top düzeninin son durumunu üstünkörü inceleyip masanının kenarına eğildi ve sol elini masanın üzerine koyup ıstakanın ucunu sabitledikten sonra bana baktı. "Sıranızı alıyorum ama umarım sorun etmezsiniz, hanımefendi."

 

"Etmem," dedim. "Ama belki ıstakayı kafanızda kırabilirim, beyefendi."

 

Sağ kolunu geriye esnetip pozisyon alırken söylediğime güldü. "İtiraz etmezdim."

 

Hızlı bir samimiyet yakalayıp şakalaştığımızı düşündüklerinden kimseden gülüşmeler dışında bir ses çıkmadı. Attila, sakin bir hareketle ıstakayı topa yönlendirirken nefesimi tutmuştum. Eğer beceremezse çok iyi olurdu, çünkü havası kendiliğinden sönerdi ve böylece ben de büyük bir zevkle onun egosunu dağıtabilirdim.

 

Küçük fakat keskin bir hamleyle vuruşunu gerçekleştirdiğinde gözlerimle takip ettiğim top, bilardo masası boyunca kayıp köşedeki ceplerden birine girerek kayboldu.

 

Ali, ıslık atıp destek olurken diğerleri de neşeli sözlerle onu övüyordu. Burnumdan yenilgiyle dolu bir nefes dökülürken sağ bacağımı gergince sallıyordum.

 

"Ne yalan söyleyeyim bu kadarını beklemiyordum. Helal olsun," dedi Ares. Onu tanıdığımdan ötürü gerçekten etkilendiğini biliyordum.

 

"Abla sen çıksana, abi senin yerine devam etsin. Daha rekabetli olur," diyene çatmak üzereyken kıskanç birine benzememek için olgunca yaklaşmaya karar verdim.

 

Umursamaz görünmeye çalışırken, "Acemi şansı," dedim omzumu silkip. "Hemen abartmayın siz de."

 

"Yok ya," diyen Ares'ti. "Baksana çok beklemeden tak diye attı. Oyun görüşü iyi."

 

Çirkefliğimi daha fazla içimde tutamayıp "Hee aynen," diye söylendim.

 

Ali, fırsatı yakalamışken ortamı kızıştırdı. "Abi, duydun mu? Kötü buldu senin atışı.”

 

"O diyorsa öyledir," dedi Attila. Alttan alttan gülüyordu bir de utanmadan.

 

Attila'nın asıl ilgisinin oyunda değil de bende olduğunu yeni fark eden Ares, şüpheci bir yaklaşımla, "Tanışıyor musunuz?" diye sordu.

 

"Çok yakın arkadaşlarız."

 

"Eski patronum."

 

Aynı anda iki farklı cevap verirken şüphe yoksa bile artık yaratmıştık.

 

Sadece benim duyabileceğim şekilde, "Bu sıkıcı bir tanım oldu," diye alay ettiğinde, hiç de kibar olmayıp "Yakın arkadaşlarınla ne kadar çok eğlendiğine şüphem yok," diye iğneledim.

 

Ali, ulumaya benzer bir ses çıkardı. "Bu şahsiydi."

 

"Sen karışma," diye uyardığımda gerginliğimden nasibini alıp ağzına hayali bir fermuar çekti.

 

"Bu ikimizin arasında," diye katıldı Attila da, ancak o daha çok işin şakasındaydı. "Biz çok yakın iki kişiyiz, aramızda böyle tartışmalar çıkabilir."

 

Doğru kelimelerden emin olamayıp tamamen genel bir tanımlama olan 'iki kişi' ifadesini seçmesine normal zamanda olsa gülebilirdim, ama önce bir haftalık yok olmadan sonra ansızın nereden çıktığının hesabını vermesi gerekiyordu.

 

Zira bugün hiçbir paylaşımda bulunmamıştım. Tesadüfen denk gelme olasılığını da bir yaz dizisi çekmediğimiz için hesaba katmıyordum.

 

Bilardo masasından biraz uzaklaştığımda bana eşlik etti. “Nasıl buldun beni? Geçen sefer de dışarıda bulmuştun. Tesadüf değildi biliyorum. Takip mi ediyorsun sen beni?”

 

“Takip mi?” Küçümseyici bir mimikle burnunu yukarı doğru sıkıştırdı. “Sana ulaşamadığımda ulaşabileceğim başka insanlar var.”

 

“Elin uzun yani,” diye alay ettim. “Öyle derler.”

 

“Başka ne derler biliyor musun?” Kulağıma eğildiğinde istemsizce gerildim, duyacakları kadar yakın olmasak da hala çocukların yanındaydık. Bu yüzden lafını tamamlamasına izin vermeden onu göğsünden iterek kendimden uzaklaştırdım. Surat ifademi görünce güldü. “Neden öyle bakıyorsun?”

 

“Olur olmadık anlarda saçma sapan laflar etmeni engelliyorum.”

 

“Kötü bir şey demeyecektim ki. Sen ne sandın?” Yüzünde, düzgün dişlerini sergileyen yaramaz bir sırıtma peydahlandı.

 

“Bana söyletme,” diye kızdım, kısık sesle bağırmıştım.

 

Alaycı bir tonda, “Çok karanlık bir bilinçaltın var, sarışın,” diye mırıldandı erkeksi sesiyle. “Ve bu hoşuma gitti.”

 

"Beni kendinle karıştırma." İtiraz edişime tepki vermedi. "Benim bilinçaltım epey aydınlık."

 

"Hı-hmm, yakında onu da görürürüz."

 

"Derken?"

 

"Boşver." Bileğimden tutup yürümeye başladığında durdurmak için elimi çekiştirdim. “Ne oldu?”

 

“Alacaklı gibi nereye götürüyorsun beni?”

 

Bileğimi tuttuğu kısmı izlerken adeta durumu yeni fark ederek, “Haklısın,” diye onayladı sakince. Sonra beni şaşırtan bir hamlede bulundu ve avcunu kaydırarak ellerimizi iç içe geçirdi. “Böyle daha iyi.”

 

Nasıl bir karşılık vereceğimden emin olamazken adımlarına ayak uydurmak zorunda kaldım. Arkama dönüp baktığımda Ares ve arkadaşları gülerek bizi seyrediyorlardı. Ares, elini sallayarak göz kırpınca ben de ona dilimi çıkardım. Attila ile aramın nasıl olduğunu bilmediğinden ötürü bizi flört sanıyor olmalıydı. Aksi halde beni tutup götürmesini rahat rahat izlemezdi.

 

El ele dışarı çıktığımızda, gözlerimi ellerimizin birleştiği noktadan ayıramıyordum. Nasıl bu aşamaya gelmiştik? Nasıl beni elimi çekmeyecek seviyeye getirebilmişti? Resmen beni yavaş yavaş kendine alıştırıyordu...

 

Işıkları açık halde hazır bekleyen capcanlı kırmızı renkteki arabasının ön koltuğunu açtı. "Geç bakalım."

 

Söyleyiş tarzını taklit ettim. "Bir sor bakalım, istiyor muyum diye."

 

"İstiyor musun?"

 

"Neyi?"

 

"Benimle kısa bir yolculuk yapmayı."

 

"Nereye?"

 

"Sürpriz."

 

"Neden?"

 

Duraksadı. "Beş N bir K sorularıyla mı iletişim kuracağız?"

 

"Daha net konuşursan buna gerek kalmaz."

 

"Sürpriz işte Marilis, nasıl net olabilirim?"

 

"Biz en son seninle—“

 

"Kısa bir ara vermiştik, evet. O aranın sonuna gelişimizi kutlayacağız."

 

O an içimden ona karşı koymak gelmedi. Arabasına tekrar binme hatasını yapmamalıydım belki de, sonuçta insanlar hatalarından ders çıkarır ve ikinci kez olmasını engellerlerdi, ama ben hatamın üzerine yürümek, hatamın elinden tutmak ve onunla bir olmak istedim. Uzun zaman sonra ilk kez içimden geleni yapma arzusuna kapıldım. O bir hataysa, iyi ki olmuş diyeceğim bir hatam olsun istedim.

 

Bu yüzden arabaya bindim, bu onun yüzüne bir tebessüm yerleştirdi ama içten geldiğini biliyordum, herhangi bir zafer işareti değildi.

 

Yanımda yerini alırken yan dikiz aynasından saçlarımı düzeltiyordum. Bugün evden çıkmadan hazırlanmaya yeterince vaktim olduğu için saçlarımı kağıt misali düzleştirmiş ve makyaj yapmıştım.

 

Allığım bile uçmamışken pembe tonlu rujumun çoğunlukla silinip gitttiğini fark edince, keşke o gelmeden önce tazelemiş olsaydım diye düşünmeden edemedim. Gerçi... Kuzenim ve arkadaşlarıyla liseli bir grup gibi takılıp bilardo oynarken bir anda onu karşımda bulacağımı nereden bilebilirdim ki?

 

"Çok güzel görünüyorsun," diyerek düşüncelerimi böldü.

 

Elim saçlarımın ucunda asılı kalırken gözümü kaydırıp ona baktım. Bir eli direksiyondayken vücudunu bana çevirmişti. "Teşekkür ederim," dedim sessizce.

 

Aynı düşük ses düzeyinde, "Rica ederim," dediğinde güldüm.

 

"Sahiden, nereden buldun beni?" Arabayı harekete geçirdiğinde ben de nasıl göründüğümü kontrol etmeyi bırakmıştım. "Daha doğrusu şöyle sorayım, nereden estim aklına?"

 

İmalı bir üslup kullanmamıştım, fakat öyle algılayacağını öngörüyordum. O gün yakınlaşmamızın ardından bana bile sürpriz olan hareketimle, onu geride bırakıp gittikten sonra aklımı ele geçirmişti ve ben de bu yüzden onun aklındaki yerimi merak ediyordum. Bir hafta benimle herhangi bir aracılıkla bağ kurmadığını da ele alırsak daha yeni hatırlamıştı varlığımı.

 

Bir şey söylemek üzere ağzını açsa da vazgeçtiğinden hava yutmakla kaldı. Yola odaklanmış halde omzunu silkmesini bir yanıt olarak almayı kabul etmeyeceğimi anlamış olmalı ki çok geçmeden söze girdi. "Sarışın bir kız gördüm, aklıma sen geldin."

 

Kirpiklerimi kırpıştırsam da şaka yaptığını anladım. "Çok komikmiş."

 

"Ciddiyim," dediğinde emin olmak için ifadesini kontrol ettim. Kaşları, dudakları gibi düz bir çizgi halindeydi ve kısa bir an bana kayan gözlerinde bile şaka parıltısı yoktu.

 

"Tüh... Keşke onunla vakit geçirmeye devam etseydin." Hissettiklerimin aksini kanıtlama dürtüsüyle rahatça arkama yaslandım.

 

"Aslında düşündüm ama çok kafa açacak birine benziyordu."

 

Kaşlarımı kaldırdım. "Ya?"

 

Başını sallayıp "Maalesef," diye hayıflandı.

 

Maalesef mi? Başka bir kızla vakit geçirmek isteyip keyif alamayacağı için vazgeçmesine mi maalesef?

 

Kollarımı bağlayıp bacak bacak üstüne atarken küçük bir açıyla ondan tarafa döndüm. "Kafanı açmayacak başka kimse yok muydu?"

 

Artık nasıl bir ortamdaysa orayı hayal ederken üstte bir noktaya baktı ve karara varınca da dudaklarını yukarı büktü. "Yoktu."

 

"Gitmeseydin o zaman," diye yükseldim bir anda. Ağzımdan kaçmıştı. Geri almak istiyordum. Yanlışıkla söylemiştim.

 

Ansızın başını çevirdi, mimik yapmıyor olsa da şaşırdığını fark etmek zor olmadı.

 

Yutkundum. "Yani... Anlaşacağın birileri yoksa gitmezsin. Ben olsam öyle yapardım. O yüzden dedim."

 

Sol cama birkaç saniyeliğine dönüp yüzünü görüş açımdan çıkardıktan sonra yeniden yola odaklandığında, "Ben de öyle söyledim," dedi.

 

Sessizlik yakama yapışan utancı beslerken uzanıp radyoyu açtım. En son çalanlardan Tyga'nın bir şarkısı arabanın içini doldurdu. Eğlenceli ritmi olan rap parçası beni rahatlattı, utancımı silip süpürebilirdi.

 

"Liseli arkadaşların olduğunu bilmiyordum,” diyerek birkaç dakikadır hakimiyet süren suskunluğu bölmüştü.

 

"Arkadaşlarım değiller," dedim müziğin sesini kısıp. Aracın hoparlörü çok güçlü olduğundan diyalogumuzu bastırıyordu. "İçlerinden biri kuzenim. Beni davet ettikleri için onlara katıldım." Senin gibi zorla dahil olmadım yani, diye tamamladım içimden.

 

"Okeye dördüncü arasam seni yancım yapar ve aramaya devam ederdim, Marilis," diye dalga geçti.

 

Dobra lafı üzerine şaşkınca açılan ağzımdan gülüşe benzer bir, "Hah," ifadesi kaçtı. "Beni küçük düşürebileceğin hiçbir fırsatı kaçırmıyorsun."

 

Kaşları çatıldı. "Bunu o anlamda düşünme."

 

"Ne anlamda düşünebilirim? Laf sokup sonra niyetim iyi numarası yapamazsın." Radyo ekranına yansıyan çatık kaşlarım ve sert suratımı görünce ince kaşlarımı gerip mimiklerimi yumuşattım. "Seni de gördük," diye mırıldandım. Bir yandan da yansımama bakıp yüzüme gülümseme koyma denemesi yapıyordum. Rekabet söz konusu olunca hemen savunmaya geçme işini bırakıp daha havalı tepkiler vermeliydim.

 

"Evet, gördük. Çok iyiydim." Tabii ki koltuklarını kabartma fırsatını es geçmedi, kendine bayılıyordu resmen. "Ne yapıyorsun?"

 

Kendime bakarak yaptığım bir gülümseme, bir surat asma arasındaki geçişimi yakaladığında irkilmiştim. Radyoya yaklaştığımın yeni farkına varıp geri çekildim. "Hiç," dedim neyi açıklayacağıma karar veremeyince. Delirdiğimi düşünmesine izin vermeden konuyu değiştirdim. "Hem sen söylesene, bu yol limana gitmiyor mu?"

 

"Gidiyor?" dedi kafası karışmış gibi.

 

Tek kaşım havada, "Kaçakçılık yapmayacaksan bu saatte ne işimiz var orada?" diye sorguladım kafasını daha çok yakmak için. Haksız da değildim, saat gece yarısına geliyordu.

 

"Ne kaçakçılığı? Marinada yatım var."

 

Açığını yakalar yakalamaz parmağımı ona işaret ederek, "Söyledin," dedim. Ağzından laf almayı başarmıştım.

 

Ağıma düştüğünü çok geç anladığından ofladı. "Bozmasan olmaz mıydı? Biraz beklesen kendin görecektin zaten."

 

Şımarık bir role bürünürken saçlarımla oynamaya başladım. "Neden beni bu saatte yatına götürüyorsun Attila Gediz Yıldıran? Sana güvenebilir miyim?"

 

Alt dudağını dişleyip sırıtmasını önledi ve küçük bir öksürükle toparladı. Oyuncu tavrım hoşuna gitmişti. "Bana güvenebilirsin."

 

"Her konuda mı?"

 

"Her konuda."

 

"Güvendim diyelim, ama yine de teklifini reddedersem?"

 

"Neden reddedesin ki?" Uzun parmakları direksiyonu sahiplenici bir tutuşla sardı. "Benim gibi bir adamla denizin ortasında biraz eğlenmek istemez miydin?"

 

"Senin gibi bir adam... Nasıl olur?"

 

"Sadece yaşayarak öğrenebilirsin." İddialı olmaktan çok gerçeği belirtir cinsten konuşmuştu.

 

Dürüstçe, "Öğrenmek istiyorum," dedim.

 

Yüzüne yansıyan marina ışıkları, belli belirsiz tebessümünü açığa serdi.

 

𓇢𓆸

 

Denize açıldığımız yatta üç kişiydik. Ben, Attila ve kaptan. Arkada hoş bir melodi çalıyordu ve tatlı bir esinti elbisemin eteklerini uçuşturuyordu.

 

Burada geçirdiğimiz yarım saatte sohbet ederken, bizim için hazırlanmış olan içecekler ve atıştırmalıkları tatmıştık. Alkol olmaması beni şaşırtmıştı doğrusu.

 

"Çok sakinsin bugün," dedim, elimde oyalanmak için tuttuğum bir kokteyl vardı.

 

"Öyle mi?" diye sordu ağır bir tavırla. Sanki o da bunun farkındaydı da üzerine konuşmak istemiyordu.

 

"Ne düşünüyorsun?"

 

"Hiçbir şey," diyerek geçiştirdi. Oysa her penceresi denize açılan biri için dalgın dalgın denizi seyretmenin tek anlamı manzaraya doymak olamazdı.

 

"Peki."

 

Alındığımı anlayarak bana bakıp "Önemsiz bir şeydi," diyerek ilgimi dağıtmaya çalıştı.

 

Yeni bir şarkı çalmaya başladığında ayağa kalkmıştı. "Dans etmeyi sever misin?" sorusuna hazırlıksız yakalandım.

 

Birkaç saniye kalakalsam da başımı salladığımda bardağı parmaklarımın arasından nazikçe alıp masaya bıraktı ve avucunu açıp uzattı. Elini tutarken gözlerimin parladığına emindim. Her nedense ondan böyle bir teklifin geleceğini tahmin etmemiştim ve artık gözümde çok romantik biriydi.

 

Ellerimi yönlendirip geniş omuzlarına yerleştirirken göz temasımızı bozmadı. Belime sarıldıktan sonra bile aramızdaki ufak boşluğu koruyordu.

 

'Can't Help Falling in Love' şarkısının sözleri geceye karışırken daha fazla şaşıramam sanıyordum.

 

"Elvis Presley?"

 

"Evet?"

 

Parmak uçlarım, ensesinin üzerinde birbirine değmeye başladılar. Ellerimi birleştirmek istiyorsam parmak uçlarımda yükselmem gerekiyordu. "Bu şarkıları kim seçiyor?"

 

"Benim listemden çalıyor," diye cevapladı.

 

"Arabada Tyga, yatta Elvis Presley..." Güldüm. "Sırada ne var?"

 

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. "Sırası gelince duymaya ne dersin?"

 

Kaşlarım bir saniyeliğine havalanıp indi. "Söz vermeyeyim."

 

Başını geriye atarak kahkaha attığında hayran hayran kilitlenip kaldım. Bronz teninden iç uyuşturucu türden kokusu yayılırken, adem elması boynunda hareketleniyordu.

 

"Sen bilirsin.”

 

Artık dans etmiyor, birbirimize sarılmış halde öylece duruyorduk. Gülüşü sonlandığında bende bıraktığı etkiyi canlı canlı gördü, ama bu kez hislerimden çekinmedim. Çünkü o da bana karşı hissettiklerini göstermekten hiçbir zaman çekinmiyordu.

 

"Çok güzelsin," diye mırıldandı.

 

Boğazım kuruyunca kelimeleri seçemeyip sade bir "Teşekkür ederim," ile karşılık verdim.

 

"İltifat etmiyorum, Marilis. Sen gerçekten çok güzelsin." Dikkati daha da yoğunlaştığından ötürü benim de onu etkilediğimi anlamıştım. "Seni hak etmeyeceğim kadar güzelsin."

 

Seni hak etmeyeceğim kadar... Kendini son derece beğenen birinden bu sözleri duymak garipti. Onun karakterinde birinden övgü almak bile zorken, o sahip olamayacağı kadar övgüye layık olduğumu düşünüyordu. Bu beni sevindirmedi. Hatta huzursuz etti. Bir anda canım sıkılmıştı. Niye böyle konuşmak zorundaydı ki?

 

"Böyle mi düşünüyorsun?"

 

"Evet," dedi ciddiyetle. “Seni hiçbir şekilde hak etmiyorum."

 

Ellerimi omuzlarından indirdiğimde o da belimi serbest bıraktı. Onun bu tutumu yüzünden suratım asılmıştı. Yoksa dalgın olmasının sebebi de kafasındaki bu kuruntular mıydı?

 

"İyi bir şey söylemiyorsun," dedim keyifsiz olduğumu saklamadan.

 

"Sadece gerçekler."

 

Uçuşan saç tellerimi kulağımın arkasına sıkıştırdım. "O zaman neden beni buraya getirdin?"

 

"Güzel vakit geçiririz diye düşündüm."

 

"Hayır," dedim. "Birini hak etmediğine karar verdiysen onunla bağını koparmalısın."

 

Tek savunması, "Bunu yapamam," demek oldu.

 

Artık şarkının sözleri bile sinirime batmaya yetiyordu. Bacağımı gergince sallamaya başladım. Tuzlu deniz kokusu sık nefeslerimin arasına karışıyordu.

 

"Beni buraya geldiğime pişman etme, Attila. Yaptığının arkasında dur." Başımı yana eğdim. "Bir kere ya... Bir kere, bir öyle bir böyle konuşmak yerine net bir duruş sergile. Ben de ikinci kez veda konuşması yapmak zorunda kalmayayım."

 

Sanki konumuz buymuşcasına ketum bir tutumla, "Biz hiç vedalaşmadık," diye düzeltti.

 

Gözlerimi devirdim. Kime laf anlatıyorsam?

 

"Kısa bir araydı," diye altını çizdi. "Kabul et bunu, Marilis. Vedalaşmak iki söz söyledikten sonra çekip gitmekle olmaz."

 

"Başka ne türlü olur?"

 

"Böyle bakmamakla olur mesela," dedi tane tane. "Böyle bakarsan sana hiç arkamı dönmem çünkü. Seni asla geride bırakmam. Ama..."

 

Devam etmesini bekledim. "Ama?"

 

"Ama dışarıdan bakan bir yabancı açısından değerlendirdiğimde bize bir mutlu son çizemiyorum. Ben zaten mutlu sonları yaşama konusunda da hayal etme konusunda da hiçbir zaman iyi olmadım. Ayrıca tek sebep bu değil, seni de en az benim kadar tutarsız buluyorum."

 

"Ne konuda?"

 

"Hakkımda ne düşünüyorsun?” sorusu geldi bir anda. “Dürüstçe."

 

"Duymak istediklerin ne bilmiyorum ama—“

 

Lafımı bölüp "Duymak istediklerimi değil, aklından geçenleri söylemen gerekiyor," dedi.

 

Köşeye sıkışmıştım. Düşüncelerimi söylemek, hislerimden de bahsetmek demekti. Bu sorunun cevabına içimden bile kesin bir şey söyleyemezdim. Onu suçladığım konuların oklarının ucu teker teker bana çevrildi. Ama yapamazdım. Kendimle dahi yeterince dürüst olamıyorken, onunla hiç olamazdım.

 

"Attila, şu an için bunlar önemli değil—“

 

"Önemli," diye diretti. "Tabii ki hakkımda nasıl bir fikre sahip olduğun önemli, Marilis. Neden cevap vermekten kaçıyorsun?"

 

"Kaçtığım falan yok."

 

"Basbaya kaçıyorsun.”

 

Bu şekilde sıyrılamayacağımı anladığımda yanağını okşadım. "Bunları şimdi konuşmasak olur mu?"

 

Hayal kırıklığına bulanan yarım ağız bir gülüşle başını iki yana salladı. "Konuşmayalım, tamam."

 

Kendimi suçlu hissettim. Güzel bir anı bozmuştum. Diğer elimi de kaldırıp yüzünü avuçlarımın arasına sakladım. Minik minik çıkmaya başlayan sakalları avuç içlerimi gıdıklıyordu.

 

"Bir şey itiraf etmemi ister misin?" dediğimde gözlerini kaydırıp yüzüme baktı. Bunu onay olarak aldım. "Sana veda etmeyi istememiştim."

 

Tenindeki gerginlik bir toz bulutu misali uçup kayboldu. Kalın dudakları bir gülümse için hareketlense de soğuk tavrını korumaya devam etmişti. "Gerçekten mi?"

 

Yanağını okşadım. "Gerçekten."

 

"Ben de onu vedadan saymamıştım zaten," dediğinde güldüm. Aramızdaki yüksek tansiyon dağılmıştı nihayet.

 

"Biliyorum." Bir anda bakışlarındaki yoğunluk arttığında ellerimi yüzünden çektim. "Ne?"

 

Dudaklarından bana kalbimin yerini hatırlatan bir soru döküldüğünde heyecanım, parmaklarıma tatlı bir uyuşukluk verdi.

 

"Erkek arkadaşın olmamı ister miydin?"

 

Titreyen ellerimi arkamda birleştirirken cilveli bir duruş sergiledim. "Hmm, nasıl bir erkek arkadaş olurdun ki?"

 

“Seni çok seven bir erkek arkadaş olurdum,” dedi hiç düşünmeden. Sanki bunca ömründe hep bu soruyu cevaplamayı beklemişti. “Her zaman yanında olan, destekleyen, sarılan ve dayanamayıp sürekli öpen bir erkek arkadaş.”

 

Sınırlarını test etmek istedim. “Peki ya ben, temas sevmeyen bir kız arkadaş olsaydım?”

 

“Seni gözlerimle severdim.”

 

Dayanamayıp küçük kahkahamla ciddiyeti böldüm. “Sözünde durabilecek biri olmadığını biliyorum.”

 

“O zaman sözümde duramayışımın tadını çıkarırdık.”

 

Ağzımın kulaklarıma varmasını engellemek için alt dudağımı hafifçe ısırdım. Karşısında küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Nasıl yapıyorsa hep beni gafil avlıyordu.

 

Belki de benim ona avlanasım vardı.

 

Parmak uçlarımda yükselip dudaklarına küçük bir öpücük bıraktım.

 

Geri çekildiğimde dudaklarını yaladı, gözbebekleri ışıldıyordu. “Buna tadını çıkarmak denmiyor, sarışın. Bil diye söylüyorum.”

 

Başımı yana eğdim. “Nasıl yani?”

 

“Tadını damağında bırakmak deniyor.”

 

“Kelimelerle nasıl oynayacağını çok iyi biliyorsun.” Başımı iki yana salladım. “Bu ne kadar tehlikeli haberin var mı?”

 

Sahte bir merakla gözlerini kıstı. “Ne kadar tehlikeli?”

 

Kollarımı göğsümde topladım. “İyi niyetli genç kızları kolayca kandırabilirsin yani.”

 

Düşündü. “Umarım benim için kötü niyetlerin yoktur, Marilis Pavlidis. Yoksa senin için planladığım iyi niyetlerimi gerçekleştiremeyeceğim.”

 

Ne ima ettiğini anlamak için kendime zaman ayırdım. Anlayınca da ağzım açıldı ve avcumu göğsüne vurdum. “Pislik.”

 

Kahkaha attı. “Sadece kelimelerle oynuyordum,” dedi masumu oynarken. “Ama istersen seninle de oynayabilirim.”

 

“Yürü git,” diyerek yanından geçtim ama bir yatta, denizin ortasındaydık ve fazla uzaklaşamazdım. Ben de en uca yürüdüm.

 

Yanıma gelince ellerini yatın korkuluğuna yerleştirdi. "Şaka yapmıştım."

 

"Hiç inandırıcı değilsin."

 

İçli bir soluk alıp demire yaslanırken, "Biliyorum," dedi. "Dış görünüşüm beni ele veriyor."

 

İleriye dönük bakışlarından faydalanarak onu süzdüm. Destek aldığı demirin kollarına uyguladığı baskıyla gergince şişen trisepsleri, dalgaların vurduğu kayalıkları andırıyordu. Hafif eğilir pozisyonda olduğundan sıkı kalçası da belirgin bir vurgu kazanmıştı.

 

"Ne var dış görünüşünde?"

 

"Serserinin teki olduğumu söylüyorlar hep. Zengin züppe olduğum için asla güvenilir olmadığımı ve çıkarlarım için rahatça yalan söyleyebileceğimi falan..."

 

Gülmek üzere olduğumda dudaklarımı birbirine bastırıp sesimi yuttum. Bu durumdan rahatsız olduğu belliydi, o yüzden ciddiyetsiz olursam ayıp olurdu. "Kim diyor bunları?"

 

"Genel yani," dedi. "Yüzüme diyemiyorlar tabii de, oradan buradan duyuyorum. O kadarı bayağı cesaret ister zaten."

 

"Sana zengin züppe olduğunu söylemek mi?"

 

Omzunun üstünden başını çevirdi. Dalga geçip geçmediğimden emin oluyordu. "Aynen," dedi ifademi incelerken.

 

"Kötüymüş."

 

"Boşver şimdi onları," dedi doğrulup. "Bir oyun oynamaya ne dersin?”

 

Tereddütlü yaklaştım. "Hangi oyun?"

 

"Önce seni test etmem gerekiyor ama." Karanlığı yutmuş irislerinde minik kıvılcımlar patladı.

 

“Test mi? Nereden çıktı bu?"

 

"Küçük bir test, korkmanı gerektirecek bir şey değil," diye rahatlatmayı denedi ama şu anda yüzünün nasıl göründüğünden bihaberdi. Büyük bir yaramazlık yapmaya hazırlanan bir çocuğa benziyordu.

 

“Tamam, bekliyorum.”

 

“Kaça kadar sayabildiğini test edeceğiz.”

 

Kaşlarımı çattım. “Ne alaka şimdi?”

 

“Sorgulama artık, sarışın. Rahatla biraz.” Elini ensesine götürerek tişörtünü tek hamlede sıyırıp attığında, çıplak teninde dans eden ışıklarla büyülendim. “Ve saymaya başla,” diyerek suya atladı.

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%