@irispage
|
Selamlarrr, biz geldik! Bolca yorum ve oyla ilgili olduğunuzu görüp daha sık gelebiliriz 🤓 İyi okumalar!
30
Gerçek şu ki neye uğradığımı şaşırmıştım.
Bu gecenin böyle sonlanacağı aklıma gelmezdi ama söz konusu Attila Gediz Yıldıran olunca her türlü ihtimali hesaba katmak gerekiyordu. Farklı işleyen bir kafası vardı şüphesiz.
Kaçırdığım saniyeler kadar süredir suyun yüzeyine çıkmamıştı. Sanırım korkmaya başlamalıydım.
"Attila!" diye seslendim ama yoktu.
Ne yapacağımı bilemeyip etrafa bakındım. Kıyı epey uzaktaydı ve yakınlarda başka bir deniz aracı yoktu. Kaptana haber vermeyi düşündüm fakat ben kamaraya gidene kadar çıkabilirdi. Korkuluğa yaslanıp atladığı bölgeyi incelemeye başladım ancak karanlıktan ötürü suyun içi gözükmüyordu. Hatta şu an boğuluyor bile olabilirdi ama yüzeyde baloncuklar çıkmadığından numara yapıyor olabileceğini de hesaba kattım.
Belki de asıl test buydu. Kriz anında ne yapacağımı öğrenmeye çalışıyordu.
"Aptal," diye söylendim tedirgince. "Ne diye strese sokuyorsun beni?"
Saymamı istediğini hatırladım. Bunda ciddi miydi gerçekten? Değilse bile başka bir seçeneğim yoktu. Atlamadan önce bunu söylemişti sonuçta.
Daha yüksek sesle tekrar bağırıp şansımı denedim. "Attila!"
Çoktan bir dakika geçmiş olmalıydı. Yine de yapacak bir şey kalmadığından sesli saymaya başladım.
"Bir, iki, üç, dört..."
Bu nasıl bir oyundu böyle? Acaba sayarak yanlış mı yapıyordum? Mesela şifre olarak geçecek bir kelime vardı da çıkması için onu mu söylemem gerekiyordu?
"Atilla!" diye bağırdım bu kez. Adını düzeltmek için sudan çıkabilirdi.
Bir yunan tanrısı gibi denizden çıktığını ve su koyu kahve saçlarından damlarken öfkeli bir sesle, 'Atilla değil, Attila. Güçlü Hun Hükümdarı olan Attila. Tanrının Kırbacı Attila. Nam-ı diğer Etzel. Adımı doğru söyle. Ben sana Marilla diyor muyum?' dediğini hayal ettim. Sesimi duymuş olsa kesin derdi bence.
Mekanına da adını aldığı kişinin lakabını koymuştu. Onun gibi ismine bile aşık olan biriyle nasıl başa çıkılırdı ki?
"Otuz dört, otuz beş..."
Hala çıkmıyordu ve artık gerçekten korkmaya başlıyordum. Tam atladığı andan beri saymadığım için ne kadar zaman geçtiğinden emin olamıyordum. İki dakika? Üç? Dört belki.
Oyunu yanlış mı oynuyordum yoksa? Bu yüzden mi çıkmıyordu? Ama kuralları bilmiyordum ki!
"Elli beş, elli altı, elli yedi."
Peşinden atladım.
Derine doğru dalarken gözlerimi açtım ama bir şey göremiyordum. Yatın ışığı yetersiz kalıyordu. Zifiri karanlıktı!
Kollarımı suyun içinde sallayarak elimin değdiği her yerde onu aradım ama bulamıyordum. Bu noktaya atladığından emindim ama bacaklarımı hareketlendirsem de çevremde hissedemedim. Boğulup dibe mi batmıştı?
Korkudan kalbim küt küt atarken ciğerlerimdeki oksijen, patlayan bir balondakine benzer şekilde hızla tükendi. Son kez çırpındıktan sonra yüzeye çıkmak için kendimi yukarı attım.
Dolu dolu bir nefesi gürültüyle içime çektim. Yüzüme düşen saçlarımı geriye iterken etrafımda dönüp onu görmeye çalışıyordum. Atladığımı fark etmeyip çıkmış olabilir miydi?
Yükselebildiğim kadar yükselip yatı inceledim ama görünürde kimse yoktu. Zaten görünen sadece yatın burnuydu.
Bilmem kaçıncı kez adını seslendiğimde yine aldığım tek cevap dalgaların sesi oldu. Yeniden denize daldım.
Kısa bir aramadan sonra bu şekilde bulamayacağımı anlayıp çıkmak üzereyken belimi bir yere sıkıştırdım. Suyun içinde korkuyla çığlık atıp çırpınırken neler olduğuna anlam veremiyordum. Bir anda dalgalar beni yüzeye çıkardığında nefes nefeseydim.
"Oyun daha yeni başlıyor," dedi ensemden gelen bir ses. Korkuyla çığlık atmadan önce sesini tanıyıp ona döndüm. Az önce hiçbir şey olmamış gibi rahat gözüküyordu.
Titreyen sesimle “Ne yapıyorsun sen?” diye bağırdım, zaten nefes nefeseydim ve sinirden sesimi bile kontrol edemiyordum.
“Ne oldu ki?”
“Ne mi oldu? Senin yüzünden o kadar korktum ki kalpten gidecektim! Boğuldun sandım.”
Yine onca lafımın arasından istediğini çekti ve memnuniyetle, “Bana bir şey oldu sanıp korktun mu?” diye sordu teyit etmek için.
Artık ne desem geçerli olmayacağını anlayıp nefesim düzene girene kadar gözlerimi kapatıp bekledim. Yata binmek için yanından yüzerek geçeceğimde önümde durup yolumu kesti. “Hemen gitmek yok. Oyun oynayacağız demiştik.”
“Ne oyunundan bahsediyorsun hala? Oyun oynayacak heves mi bıraktın?” Etrafımıza baktım. “Ayrıca bu karanlıkta ne oyunu?”
Gülümsedi. “Oyunun özelliği de o.”
“Anlamadım, nasıl bir oyunmuş bu?”
“Kaça kadar saydın?” diye soruyla cevap verdi.
En son hangi sayıyı söylediğimi düşünürken yüzüme yapışan saç tellerini kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. “Elli yedi.”
Düşünceli şekilde, “O kadar kısa sürmüş olamaz,” dedi. Burnunu çekti, yüzü hala ıslaktı. “İyi düşün.”
“Bu kadar saydım,” diye inat ettim. Eğer daha uzun süre suda kalma rekoru kırmanın derdindeyse umrumda değildi.
“Senin için demiştim.”
“Benim için mi?”
“Evet,” dedi. “Elli yedi saniyen var.”
Gözlerimi kırpıştırdım. Ne yapacaktım bu sürede?
“Yani?”
“Bu sürede deniz kabuğu bulamazsan ben kazanırım, bulursan da sen.” Sinsi bir şekilde parladı gözbebekleri. “Kazananın istediği bir şey olacak. Süresiz.”
“Bir saniye, bir saniye,” diyerek araya girdim. “Deniz kabuğu, elli yedi saniye falan… Ne saçma bir oyun bu? İstemiyorum oynamak.”
“Mızıkçılık yapma Marilis,” dedi. “Bir oyun alt tarafı.”
“Bir oyun ama kaybedersem ne yapacağıma çoktan karar verdiğin bir oyun.” Gözlerimi kıstım, suyun dışında kalan omuzlarım üşüyordu. “Hatta yaptıracağın şeyi kabul ettirmek için uydurduğun bir oyun bence.”
Kafasını geriye atarak kahkaha attığında boynundaki su damlacıkları titreşti. “Beni yakaladın.”
“Demek o yüzden düşünceli düşünceli bakıyordun denize,” dedim. Ben de hüzünlü olduğunu sanmıştım saf saf.
“Hadi başlıyorum saymaya,” diyerek ciddi bir tavra büründü. “Geriden sayacağım, sıfır dediğimde süren bitmiş olacak.”
"Ne yapacağım ben tam olarak?" Suyun içinde hafifçe hareketlendirdim, bedenimi ve kollarımı açıp etrafımızı gösterdim ona. "Gece görüşüm yok benim, biliyorsun değil mi?"
"Bu yüzden acele etsen iyi edersin." Belimden sarılarak beni yattan biraz daha uzaklaştırdı. "Sadece bir tane deniz kabuğu bulsan kazanıyorsun. Çok zor değil."
"Deniz kabuğu dediğin şey kıyıda olur bir kere, beni kandırma." Ondan uzaklaşıp suratına su fırlattım.
Yüzünü elinin tersiyle silip burnunu çekti. "Denizin içinde de olur, sarışın. Korktuğunu bu kadar belli etme."
"Neden korkayım? Sanki köpekbalıklarıyla dolu akvaryuma atladım, alt tarafı birkaç balığa gece gezintilerinde eşlik edeceğim."
Bir anda denizin dibine dalıp görüş açımdan çıktığında suyun hareketlenen kısmını takip ediyordum ki arka tarafa giderek kayboldu.
"Uzatma, çık ort—“ Bacaklarımın arasında hissettiğim baskı yüzünden çığlık atarken deniz seviyesinden yükseldim.
Beni omzunda taşıyordu!
"Ne yapıyorsun?" diye bağırdım, bir yandan da düşmemek için kafasını tutmaya çalışıyordum ama ıslak avuçlarım kayıp duruyordu.
"Deniz canavarı seni kaçırıyor, sarışın! Kaç!"
Yarısı denizin içinde olan gövdesinin etrafından çıplak bacaklarım sarkıyordu, düşmemem için elleriyle sıkıca tutmuştu baldırlarımı ama yine de hareketlendiğim için dengede durmuyordum. O ise oldukça eğleniyor olmalıydı.
Islak saçlarını hafifçe çekiştirdim. "Ne kaçması ya? İndir beni!"
Bacaklarımdaki baskısının ortadan kalkmasıyla boşluğa düştüğümü hissettim ve önce sırtım, sonra tüm bedenim suya gömüldü.
Yüzeye çıktığımda nefes nefeseydim. Beni bir anda atacağını kestiremediğim için nefesimi tutmamıştım bile.
Alnımı örten saçları geriye ittim. "Niye attın beni? Deli misin sen?"
"İndirmemi istemiştin," dedi masum göründüğünü sandığı bir ifade takınıp.
"Böyle mi indirilir?" diye kızdım.
"Kusura bakma, şakaydı," diye açıkladı. "Ama ısınma oldu senin için de. Öyle düşün."
Çıplak göğsünden ittirdim ama denizin içindeydik ve itecek bir gücüm de olmadığından milim oynamadı.
"Süren başladı, başarılar," dedi ve saymaya başladı, hiç şaka yapan bir hali de yoktu. "Elli yedi, elli altı..."
"Ciddi olamazsın," diye sızlanarak son kez şansımı denedim.
"Elli beş, elli dört, elli üç."
"Tamam," diye kabullendim, kendimden bile beklemiyordum bu kadar hızlı olmasını. "Kazanacağımı bildiğim için kabul ediyorum. Sana neler yaptıracağım göreceksin."
Belki pes eder diye blöf yapmıştım ama onu da yemedi. Ben de son çare olarak daldım derine.
İlk başta her şey sadece zifiri karanlıktı ama bekledikçe görüşüm açıldı. Yine de bakarak bulmak kolay olmayacağından denizin dibinde küçülüp avcumu taşlarla karışık doldurdum.
Çıktığımda ıslandığı için birbirine karışan kirpiklerimin çözülmesini bekledikten sonra avuç içlerime baktım. Birkaç garip nesne vardı ne olduğunu çözemediğim, geri kalanı ise farklı boyut ve renklerde taşlardı.
Sinirlenip hepsini uzağa fırlattığımda güldüğünü işittim.
"Olsun, bir daha dene."
"Kaç saniyem kaldı?" Soru ağzımdan çıkar çıkmaz kendimi ne ara bu kadar kaptırdığımı düşünüyordum.
"Otuz," dedi sakince.
"Hayır," diye itiraz ettim. "O kadar çok geçmedi."
Omuzlarını silkti. "Yirmi dokuz, yirmi sekiz..."
"Tamam, sus!"
Bu kez daldığımda daha aceleciydim ve hırslanmıştım. Bu saçma oyununu kazanıp ona istediğimi yaptıracaktım. Henüz karar vermiş olmasam da iyi bir şeyler bulabilirdim.
Tekrar avuçlarımı açtım. Yine tek bir tane deniz kabuğu parçası bile yoktu!
"Bu hiç akıl işi değil! Nasıl bulacağım ya? İşkence falan bu, oyun denmez."
"Kazanamayacağını anlayınca çıkıntılık yapmaya başlama hemen, sarışın," dedi keyifli keyifli. "Tabii istersen pes et, ben kazanmış olurum."
"Oldu canım!"
Bu oyunu kurarken kazanınca bana ne yaptıracağını bile çoktan kararlaştırdığından emindim. Sırf bu yüzden bana bakarken bu kadar mutluydu şu an.
"Son on üç saniye."
Duyunca gözlerim kocaman açılsa da şaşkınlığım yüzünden süre kaybetmek yerine aramaya devam ettim. Gerçi süre daha fazla olsaydı da çok yorulduğum için kullanamazdım muhtemelen.
Ellerimi bu sefer daha ayrı noktalarda gezdirip yapısı daha pürüzlü olanları hissettiğimde avcumda sıkıştırıp çıktım.
Nefesim tükenmişti resmen, bu yüzden içime çektiğim her hava hızlıca ciğerime dolup aynı hızda tekrar boşaltıyordu. Gözlerimi zar zor açıyordum ve kızardıklarını hissediyordum.
Bileklerimi tutup beni suyun içinde yavaşça kendine çektiğinde, onu net görebilmek için kirpiklerimi kırpıştırıyordum. Ellerimi avcu arasına alıp diğer eliyle yavaş yavaş parmaklarımı çözmeye başladı.
“Bakalım bulmuş musun?” diye sordu yumuşak bir tonda.
Denizin tuzlu kokusuna karışan rüzgar, dans ederek etrafımızda dönüyordu. Çıplak omuzlarım üşüyor olsa da içimde bir sıcaklık vardı beni diri tutan.
“İyi ilerledin aslında,” diyordu ama neden bahsettiğini anlamıyordum bile çünkü tüm dikkatim, ellerime ilgiyle odaklandığı için hafifçe çatılan kaşlarının altındaki kahve gözlerinde, gür kirpiklerindeydi. O an yüzündeki her şeyin ne kadar nizami olduğunun ilk kez farkına varmıştım. Burnu, kalın dudakları, kaşları, çene hattı… Kalemle çizilmişti sanki.
Cevap alamayınca koyu kahve gözlerini kaldırıp benimkilerle buluşturdu, onu dalgın dalgın seyrettiğimi görünce gülmüştü. “Değil mi?”
“Evet,” dedim ama sesim belli belirsiz çıktığından tekrar ettim. “Evet, öyle.”
Gülümsemesi genişledi ve avcunun içindeki ellerimi hafifçe kaldırdı. “Bak sen de.”
İki avcumu dolduran taşlara bakarken gözlerimi kıstım ama tek bir tane bile deniz kabuğu yoktu! “Bu bir şaka olmalı,” diye sızlandım. “O kadar uğraştım bulmak için.”
“Kazanasım varmış,” dedi dalga geçer gibi. “Nasip.”
“İnanmıyorum sana,” diye başladım itiraza ve ellerimi ondan alıp taşları avcumdan boşalttım. “Yoksa ben görene kadar attın mı? Ya attıysan?”
Kaşlarını kaldırdı iftiraya uğramış gibi. “Yok artık.”
“Ne bileyim? Çok emindin kazanacağından. Hile falan karıştıysa araya…”
“Marilis, kazandım işte. Kabul et ve beklemeye başla.”
“Neyi bekleyeceğim tam olarak?”
“İpucu vermeyi pek sevmem,” dedi. “Ama yakın zamanda öğreneceksin.”
İtirazlarımın fayda etmeyeceğini anlayınca kabullendim. En fazla ne kadar kötü olabilirdi ki?
Yanından geçip yüzerken onu görmezden gelişime pis pis güldüğünü işitsem de yatın merdivenlerine gelene dek durmadım.
Bana yetiştiğinde, “İkimizin de eğlenebileceği bir şey olacak,” diyerek rahatlatmayı denedi.
“Aynen aynen.”
Beni geçerek demirlere tutundu ve iki adımda yata çıktı. Ayağa kalktığında siyah şortunda ve saçlarında biriken sular damlıyordu.
Demirlere tutunup ilk basamağa çıktım, o da bir eliyle demirden destek alarak eğildi ve elini uzattı.
Elimi vermek yerine düz düz baktığımda, açtığı avcunu tekrar gösterircesine hareketlendirdi. Ben de inatlaşmak yerine elini tuttum ve beni kolayca yata çekmesine müsaade ettim.
Denizden tamamen çıkınca üşümüştüm ve elbisem de kısa olduğundan titreyecektim neredeyse.
Yüzümdeki ıslaklığı avuç içimle olabildiğince bertaraf ederken, nereden bulduğunu anlamadığım bir havluyla saçlarını kuruluyordu.
“Bana da bir havlu ayarlaman centilmence bir hareket olurdu,” diye söylendim.
Dudağının kenarı yukarı kıvrıldığında arkasındaki küçük dolabın kapağını açıp eğildi. Bir havlu çıkarıp bana uzattığında gözlerini üstüme değdirmemeye çalışıyordu.
Sebebini anlamam uzun sürmedi, fakat anladığımda yanaklarım yanmaya başladı. Elbisem krem rengiydi ve sırılsıklam olduğundan üstüme yapışarak bedenimi ikinci bir deri katmanı gibi sarmıştı.
Alelacele sardım havluyu etrafıma. Ucunu sıkıştırıp tutmayı bile becerememiştim. “Önüne bak,” diye uyardım gergince.
“Bakıyorum zaten,” dediğinde tam önünde olduğumu fark ettim.
Sadece göz teması kuruyor olsa da “Başka yere bak!” dedim.
Arkasını dönüp gövdesini kurutmaya başladığında ben de bu şekilde ne yapacağımı düşünüyordum. Havluyla olacak iş değildi bu.
“Yedek kıyafet var mı?”
“Var.”
“Verir misin?”
“Al.”
Yeşil bir kumaş parçası uzattığında kaşlarım çatıldı. “Bu senin tişörtün yalnız. Giymiştin.”
Omzunun üzerinden baktı. “Nasıl bir şey bakmıştınız hanımefendi? Yardımcı olalım hemen.”
Gözlerimi devirdim. “Mümkünse giyilmemiş bir şey.”
“Kaptanın dolabından ayarlayayım istersen,” diye alay etti ama ciddi bir ses tonu kullanıyordu.
Oflayarak, “Tamam bakma,” dedim ve sırtını bana döndüğünde havluyu atıp tişörtü giydim. Kalçamın aşağısında bitiyordu ve kokusu buram buram yayılıyordu.
“Giydim,” dediğimde benden tarafa çevirdi kendini ve baştan aşağı süzdü üstümü. Konuyu değiştirdim hemen. “Eve böyle giremem.”
Kafasında durumu tartmak üzere duraksadı. “Çarşıya bir bakarız ama çoğu yer kapalıdır.”
“İnci’ye haber versem o ayarlar. Evine uğrama şansımız var mı?”
Başını salladı ve masadaki paketinden bir sigara alıp yaktı. Aldığı yudumu gökyüzüne üflerken başını kaldırmıştı.
“Eee? Sen böyle mi duracaksın?”
“Tişörtümü aldın,” dedi ve tekrar üzerime değdi yangınlı bakışları. “Ne yapayım?”
“Çıplak durma mesela,” diye önerdim.
“Arabamda yedek var, inince giyerim.”
Koltuğa oturdum ve çerez tabağından bir ceviz alıp çiğnemeye başladım. Tansiyonum düşmüştü yorgunluktan.
“Yoruldun mu?” sorusuna cevap vermeye bile tenezzül etmeden gözlerimi devirip bir fındık yemeye başladım. Çenesini kaldırıp “Hm?” diye irdelemeye devam etti.
“Turp gibiyim,” dedim ters ters.
“Güzel,” dedi. “Sana ihtiyacımız var.”
Ona baktım. “Ne için?”
Gülümsemesini bastırdı. “Genel.”
“Neyse,” diye mırıldandım. “Gidelim artık sıkıldım. Islak oturmak da istemiyorum ayrıca.”
“Kaptan!” diye seslendi içeriye doğru. “Gidiyoruz.”
|
0% |