Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. ÇIKMAZ

@irispage

 

 

2

ÇIKMAZ

 

Please ~ Omido, Ex Habit

 

 

Bu gece burada olmamalıydım.

 

Odamda müzik dinliyor olabilirdim, arkaplanda dikkatimi dağıtması için açtığım bir film oynuyor olabilirdi, voleybol finali için yorgunluktan bayılana dek antrenman yapıyor olabilirdim ve hatta annemin eleştirel bakışları altında neden derslerimde yeterince başarılı olamadığımın mantıklı bir açıklamasını.

 

Ama burada olmamalıydım.

 

Sağ ayağımın üzerine düştüğümden, bilek kemiğimde tarifi mümkün olmayan müthiş bir ağrı vardı. Yutkunamadım. Gözlerimden akıp giden bir damla yaş yanağım boyunca kayıp yitti. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalışsam da zonklayan bileğim buna imkân vermiyordu. Birkaç damla gözyaşı daha çenemin bitiminde yerini bulduğunda elimi bileğime götürdüm. Kırılma olduğunu sanmıyordum, ama elimi koyduğum yerde hafif bir şişkinlik hissetmiştim bile.

 

Yırtılmak için yeterince kalın kumaşlı olan taytımın diz bölgesi kanın rengini giyerek koyulaşmıştı. Elimi çevirip kanayan avuç içlerime baktığımda, acısını sanki henüz hissetmiş gibi inledim. Avuç içi çizgilerimin arasına oturmuş kan, beyaz tenimin üzerinden fark ediliyordu.

 

Görebildiğim kadarıyla dört büyük hoparlörden yüksek desibelde çalan müzik, düşerken attığım çığlığı bastırmıştı. Ama o beni gördü.

 

Elimle ağacın gövdesine tutunarak kalkmayı denediğimde, ağacın sert kavuğu kanayan yaramın üzerine acı bir baskı oluşturdu. Kısık bir sesle inleyerek kalktığımda sağ ayağımın üzerinde duramıyordum. Çaresizce dolan gözlerimle, gelen var mı diye ağaçların arasını kontrol etmeye başladım.

 

Dolan gözlerim nedeniyle buğulanan görüntümde büyüyüp küçülen ışıklar ve renkler vardı. Elimin tersiyle gözlerimi sildim ve vakit kaybetmeden arkamı döndüm. Tek ayağımın üzerinde zıplayarak tutunduğum ağaçta çok az soluklanıyor, sonrasında bir diğerine geçiyordum. Böylece beş ağacı atladığımda durup omzumun üzerinden arkaya baktım. O an giderek yaklaşan karanlık bir siluet görmem üzerine, korku can bulup kalbimi sıkmaya başladı.

 

Beni görmediğini umarak ağacın arkasına saklandım. İncinen ayağıma ağırlık vermeden yere koyduğumda, sol bacağımda tüm vücudumun ağırlığını taşıma yorgunluğu vardı. O an bu belki de hiç umurumda olamamıştı çünkü daha büyük bir tehlike yavaşça bana yaklaşıyordu.

 

Nefesimi düzene sokmaya uğraşırken gözlerimi sertçe yumdum. Kulağım, yaklaşan adımların ezdiği çalılıklardan gelen kırılma sesindeydi.

 

Saniyeler sonra ses kesildi ve sert bir el tarafından aniden ağacın diğer yanına çekildim.

 

Burkulan ayağımı sertçe yere basmanın acısından ve korkudan çığlık atacağımda diğer avucunu dudaklarımın üzerine kapatarak sesime engel oldu. Gözlerimi ilk kez bu anda yüzüne çıkartabildim. Bu oydu.

 

"Gece sonu için küçük bir av," dedi keyiften uzak, derin sesiyle. "Daha iyisini beklerdim."

 

Beklenmedik sözlerine titremekten başka karşılık veremediğimde, yüzünü yüzümün hizasına indirdi. Koyu bakışlarında tek bir renk vardı.

 

Tehlike.

 

Burada olmamalıydım.

 

Yüzü yüzümün bu kadar yakınındayken görebildiğim tek şey o gözlerdi. Sert fakat kısık bir sesle konuşmaya başladığında da artık duyduğum tek ses onunkiydi. "Birini gizlice izlemeye karar verdiğin an, karşısına çıktığında titremeyecek kadar cesaretin olduğundan emin ol."

 

Ellerini ağzımdan çektiğinde kesik bir nefes alıp "Ben..." diye mırıldandım ancak devamını getiremedim. Sesim görüntümden daha da güçsüz çıkmıştı.

 

"Kimsin sen?" diye sordu soğuk bir tonda.

 

Bu noktada sadece geri çekilmesini istediğimden, sessizce adımı fısıldadım. "Lina."

 

"Lina," dedi, kendine söyler gibi tekrar ederek. "Hepsi bu mu?"

 

"Lina Sezer."

 

Birkaç saniye yüzümü seyredip geri çekildiğinde rahatça bir nefes verdim. "Telefonunu ver."

 

"Ne?"

 

"Duymuyor musun? Telefonun."

 

Titreyen ellerimle cebimden telefonumu çıkarıp ona uzattığımda alıp ekranı bana çevirdi ve yüz tanıma beni algıladığı gibi kilit açıldı. Telefonu tekrar kendisine çevirdiğinde, beyaz ışık yüzünü aydınlatmaya başlamıştı. Işık, çıkık elmacık kemiklerine yansıyıp yanak çukurlarını gölgeliyordu ve bu açıdan daha da ürkütücü gözüküyordu.

 

Telefonda geçirdiği kısa süreden sonra bahçe tarafına doğru yoklar gibi baktıktan sonra "Benimle gel," dedi ve ağaçların arasında yürümeye başladı.

 

Birkaç adım attıktan sonra omzunun üzerinden bana baktığında hala aynı yerde duruyor olmam onu durdurmuştu. "Gerçekten duymuyor musun yoksa bilerek mi yapıyorsun? İkincisiyse itaatsizliğin yüzünden başın daha çok belaya girecek."

 

Hızlıca "Hayır," dedim neye itiraz ettiğimi bilmeyerek. "Bileğimi burktum."

 

Bir bileğime bir yüzüme baktıktan sonra, duyamadığım bir şeyler söyleyip yanıma döndü. "O zaman açıklamanı burada yapacaksın."

 

"Ne açıklaması?"

 

"Yüzün ve kimliğin açık bir şekilde yakalandıktan sonrası aptalı oynamak için geç," dedi acımasız, küçümseyici tonlamayla.

 

Kirpiklerimi kırpıştırdım. "Ben bir şey yapmadım," diyebildim zar zor, devam edemedim.

 

"Özel hayatın gizliliği ihlalinin bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası olduğunu duymuşsundur, ama mesele bu değil." Başını hafifçe kenara eğdi. "Burada yargı benim."

 

Dudaklarından firar eden kelimeler, yüzümü yalayıp geçen rüzgârdan daha sert bir etki bırakıyordu.

 

"Görüntü ya da ses kaydı almadım ben." Sesimdeki çaresizlik her şeyden çok canımı yaktı.

 

"Onu kontrol ettim," dedi ve kaşlarını çattı. "Başarısız olman hedefinin bu olduğu gerçeğini değiştirmiyor."

 

Normal bir zamanda olsa kişisel alanımı ihlal etmesi beni deliye döndürürdü, ama benim de yaptığımın ondan farklı kalır yanı yoktu. Ki üslubuna bakılırsa ben, onun gözünde gizli takipte olan potansiyel bir düşmandım. Ya da potansiyel olarak değil, bizzat düşmanı olarak görüyordu.

 

"Ben buraya sizi izlemek için gelmedim," dedim, hızla savunmaya geçerek. "Birinin burada olup olmadığına bakmak için..." Devam etmeyip sıkıntıyla etrafa bakınmaya başladım.

 

"Bakmak için... Evet? Geçerli bir bahane bulmakta güçlük mü çekiyorsun?"

 

Bir anda başımı ona çevirdim. "Eğer sana gerçeği anlatırsam beni serbest bırakır mısın?"

 

"Seni henüz tutmadım," dedi, tek kaşını kaldırdıktan sonra. "Ama yine de anlat. Nedir gerçek?"

 

Derin bir nefes alıp yavaşça bıraktım. "Ben birinin burada olup olmadığına bakmak için geldim. Derdim o evdeki kimseyle değil, tek bir kişiyle. Onu göremeyince de geri dönecektim zaten."

 

"O tek bir kişiyle derdin ne?" dedi. Merak edip de sormuştu ya da sadece sorgulamaya devam ediyordu.

 

"Özel bir mesele," diyerek kestirip attım.

 

"Özele saygı duyulmasını hak ettiğin bir anda mısın?" diyerek, anlatmaktan başka bir şansım daha olmadığını bir kez daha hatırlattı.

 

"Eski sevgilimden şüphelendim ve neler olduğunu öğrenmek için peşinden buraya geldim." Samimi duyulduğuma inanmak istiyordum. Elimi eve doğru uzatıp yönsüzce işaret ettim. "Şu evde ne dönüyor umurumda değil."

 

Burnundan sert bir nefes verip alay eder tonda güldüğünde, şaşkınca ona döndüm. Kısa süren gülüşü sonlandığında bakışları dondurucuydu. "İnandırıcı olmayacaksa yalan söyleme."

 

Sol dizimdeki ağrı, ayakta durmaya devam ettikçe şiddetleniyordu ve ben buna artık katlanamıyordum. Öte yandan sert rüzgâr avuç içimdeki yaraları bıçak gibi deşiyordu. Sinirden hızlı hızlı nefesler almaya başladığımda gözlerimi yumdum. Yeniden gözlerimi araladığımda, bakışlarım doğruca ondaydı. "Bana gerçeği sordun ve anlattım, söz verdiğin gibi beni serbest bırak."

 

Korku, acı ve umutsuzluk; hepsi bir köşeye çekilmiş, öfkemin tüm vücudumu nasıl ele geçirdiğini seyrediyordu.

 

"Sana bunun sözünü vermedim," dediğinde güldüm. Kendimi düşürdüğüm duruma delirmiş gibi gülmeye devam ederken, sesim hıçkırıklara döndü ve devamında gözümden yaşlar akmaya başladı.

 

Beni seyrediyordu. Bir anda değişen ruh halimin beni nasıl etkilediğini seyrediyordu. Yüzünde ne bir alay ne bir sinir vardı; tepkisizdi. Sanki durmuş ve bu anın bitmesini bekliyordu.

 

"Ama beni eninde sonunda bırakacaksın," dedim. Yüz ifadem bir anda ciddileşmişti.

 

"Öfkemi görmek istiyorsan bana ne yapacağımı söylemeye devam et," diye meydan okudu ve tahmin edebileceği gibi sessiz kaldım. Yüzünde hâlâ tepkisizliği sürüyordu, ama farklı olarak sinirlenmiş de olabilirdi. Onun ne hissettiğini yüzüne bakarak anlamak, zihnini avuçlayabilmek kadar olanaksızdı.

 

"Benden ne istiyorsun?"

 

"Senden bir şey istemiyorum," dedi, başını yana eğmişti. "Senin iplerini tutanı istiyorum."

 

Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. "Ne?"

 

"Anlayacağın şekliyle; burada olmanın gerçek sebebi," dedi kollarını birbirine bağlarken. Bu hareketi, ince siyah kazağının altındaki kasları şişerek görüntüsünü daha da büyütmüştü.

 

Ses tonumda şaşkınlığımın hükmü sürerken devam ettim. "Sana gerçeği zaten anlattım."

 

"İnanmadığımı söyledim." Gözleri, yüzümden başlayarak aşağıya doğru tüm vücudumda, yaralarımda dolanıp tekrar yüzüme çıktığında, elektrik dalgasını bu kez her uzvumda aynı anda hissetmiştim. "Ama performansın düşüklüğü acınası, hem de Avcı'dan beklenmeyecek kadar."

 

"Avcı mı?"

 

Kaşlarını kaldırdı. "Gerçekten düşük."

 

"Neden bahsedi..." dememe kalmadan, algılayamadığım bir zamanda yanıma geldi ve bir elini bacağıma, diğerini belime sarıp beni sol omzuna attı. Çığlık atarak kendimi yere atmaya çalışırken, uzun parmaklarını tenime bastırıp beni hareketsiz bıraktı. Öyle bir kuvveti vardı ki sadece başımı hareket ettirebiliyordum.

 

"Bırak beni!" diye bağırdım. "Ne yaptığını sanıyorsun, bırak beni!"

 

"Bileğinin burkulduğunu söyleyen sendin." Ses tonu gayet normal bir anın içerisindeymişiz gibi çıkmıştı. İki ağacın birbirine kenetlenen dallarını eliyle ayırdığında, yaprakların üzerindeki su damlaları her yerimize sıçramıştı.

 

"Taşıman için söylemedim. İndir beni!"

 

"Ne için söylediysen söyledin, kapa çeneni artık."

 

Başım omzunun aşağısında kalmış olduğundan, ters kan akışı başımı ağrıtmaya başlamıştı. Çenemi sırtına bastırdığım zaman ise tek gördüğüm, ağaçların arasından süzülen ay ışığı ve uçuşan toz parçalarıydı.

 

Kurtulmayı bir kez daha umut ederek "İndir," diye talep ettim, boğuk çıkan kelimeyi duyduğundan bile emin değildim.

 

Beni tuttuğu omzunu çökertip bacağımda olan elini de serbestleştirdiğinde, düşmek üzere olduğumdan cılız bir çığlık koparttım. Beni susturmak için bu hareketi yaptığını geç anladığımdan ellerimi boynuna dolamıştım ve artık kolları arasındaydım. Bu gece ikinci bir düşme vakasını kaldıramazdım ve o omzundan düşmek istenilmeyecek kadar uzundu.

 

"Bir daha söyle," dedi. Sesinde alay tınısı olmasa bile benimle alay ediyordu. Onun da tahmin edeceği gibi sessizliğimi korudum. Birkaç metre daha ilerlemiştik ki birden durdu.

 

"Beni indirecek misin? Yavaş indir, bileğim burkuldu."

 

"Herkes seni soruyordu, buradaymışsın," dedi başka bir erkek sesi. Atılan adımların ezdiği çimen sesleri giderek yakınlaşıyordu.

 

"Kim?" diye sordu, adını hâlâ bilmediğim yabancı.

 

"Utku. Sanırım bir şey soracakmış sana, öyle diyordu."

 

Konuşmadan başını salladı bu kez. Aralarında geçen kısa bir sessizlikten sonra o tanıdık ses kulaklarıma işledi. Beni işaret ettiğini hissettim. "O iyi mi?"

 

Şu anda yüzümü gören birisi şoka girdiğimden şüphe etmezdi. Etmezdi çünkü bu sesin sahibini bu gece burada olmamın tek sebebiydi.

 

Ulaş Esen.

 

Bu gece burada olmamalıydım ama onun için gelmiştim. Onun yüzünden yakalanmıştım ve onun yüzünden yaralanmıştım.

 

Sesindeki endişeden nefret ettim.

 

Sahiden de endişeli misin? Diye sormak istedim ona. Kim için? Sana en çok ihtiyaç duyduğu anda, geçerli bir sebep bile sunmadan kolayca geride bıraktığın o kız için değilse, başka bir adamın kollarındaki yabancı bir kız için mi bu endişe?

 

"Lütfen beni ele verme," diye çaresizce fısıldadım kulağına. Kesik bir nefes dudaklarımın arasından kaçıp boynuna çarptı. "Lütfen."

 

Onun yüzünden darmadağın halimle, bir yabancıya yalvardım.

 

Beni ele verebilirdi çünkü onun açısından bunda hiçbir sakınca yoktu. Onun kastettiğim kişi olduğunu da verdiğim tepkiden dolayı anlamıştı ki bu, benim dürüstlüğümü test etmesi için paha biçilmez bir andı. Az sonra olacaklar için gözlerimi yumdum.

 

Ürpertici bir soğuklukla konuştuğunda söyledikleri beklenmedikti. "Kollarımın arasındaki kadını sorabilecek kadar cesaretin olduğunu mu söylüyorsun Esen?"

 

Ulaş'ın boğazını kuru bir öksürükle temizlediği o anda ne kadar bozulduğunu bilmek için ona bakmama gerek yoktu. "Yersiz oldu, kusura bakma."

 

Kusura bakma, demişti beni tek başıma bıraktığı o banktan kalkmadan önce. O gittikten sonra bile dakikalarca hareketsiz oturduğum yerde ıslanırken konuşmamızdan aklımda tek kalan buydu. Kusura bakma.

 

Diğer arkadaşı gerginliği dağıtarak "İyi akşamlar," diledikten sonra sesler kesildi ve uzaklaştıklarını anladım. Hâlâ şaşkınlığım sürerken bir yandan da yakalanmamamdan memnundum. Onunla bu şekilde yüzleşmeyecektim.

 

Biraz yürüdükten sonra beni kendinden uzaklaştırdığında, ne olduğunu anlamayıp arkama baktım. Büyük siyah bir cipin önündeydik. Cip değil, tank demek doğru olurdu. Beni yavaşça kaputa oturttuğunda yerimde hareketlenip biraz daha geriye kaydım. Ondan az önce yaşananlarla alakalı konuşmasını beklediğimde bana bakmıyordu.

 

Cebinden çıkardığı telefonda birkaç şeye tıklayıp kulağına götürdü. "Dışarıdayım gel," dedi, hattaki kişiye. "Arabamın yanında."

 

Telefonu kapatıp cebine geri koyduğunda, sıkıntıyla nefes verdim. Ya beni bırakmalıydı ya da neden tuttuğunun mantıklı bir açıklamasını yapmalıydı. Evet gizlice izlemiştim, ancak cezası idam mı olacaktı? Beni bu kadar korkutuyor olması yetmez miydi?

 

"Gitmek istiyorum."

 

Düz bir ifadeyle yüzümü seyrettikten sonra yanıma geldi ve kalçasını arabaya yasladı. İstemsizce ondan uzaklaştığımda, omzunun üzerinden ters bir bakış attı.

 

Bakışlarımı kaçırdığım yerde, bahçenin devasa kapısından bir adam çıkıyordu. Bakışları önce beni sonra yanımdaki adamı buldu ve kaşlarını çatarak bize doğru gelmeye başladı. Onda ilk dikkatimi çeken yüzünün iki yanına dağılan sarı kıvırcık saçlarıydı. Telefonda konuştuğu ve az önce Ulaş'la olan adamın da bahsettiği Utku, bu adam olabilirdi.

 

Yanımıza geldiğine gözleri üzerimde olması gerekenden fazla oyalandı. Rahatsızca yerimde kıpırdanırken nihayet bakışları yanımdakinde durduğunda "Kardeşim?" dedi, ortamda neler döndüğünü sorarcasına.

 

Sonrasında ellerini birbirlerine vurup selamlaştıklarında yanımdaki adam konuşmayı başlattı. "Beni sormuşsun, gezide bir sorun mu çıktı?"

 

Ne gezisi diye düşünürken kaşlarım çatılmıştı. Yoksa bunca insanı tur rehberlik gezisi için mi toplamışlardı? Olabilir miydi böyle bir şey?

 

"Birkaç pürüz var. Salıya kadar gidermemiz gerekiyor."

 

Onun söylediklerine karşılık sakince başını salladı. "Onlarla ben ilgileneceğim."

 

Yanımda üstü kapalı konuşmaları dikkatimden kaçmamıştı. Yine de üzerinde durmadım.

 

"Tamamdır," dedi Utku. Ardından meraklı bakışları tekrar beni bulduktan sonra göz göze geldiler. Sonunda sıra bana gelmiş olmalıydı. Benimle dertleri neyse çözsek ve bir an önce ayrılsam iyi olacaktı.

 

"Onu yukarıya götür. Bir derdi var ve biz bu konuda emin olmadan yanımızdan ayrılmayacak."

 

Şaşkınlıkla ona döndüm. "Ne?" Dudaklarımı kapatmakta zorlanıyordum. "Beni kafanıza göre alıkoyamazsınız!"

 

İkisi de aynı anda bana dönüp cevap vermeden birbirleriyle konuşmayı sürdürdüler. "Yukarıdaki odalar dolu."

 

"Boşalt," diye bir fikir sundu, yanımda olup beni yok sayan adam.

 

Utku, metal yüzük taktığı başparmağıyla sol kaşını kaşırken yüzüne sıkıntılı bir ifade oturmuştu. Bir yorum yapmak istediğini ancak benim varlığımın onu bu konuda durdurduğunu düşündüm. Sonunda aldığı nefesi bir anda bıraktı. "Onu içeriye sokmak istediğinden gerçekten emin misin?"

 

Kollarını birbirine bağladığında, yüzünde biraz önce bana da gösterdiği ve onu yıkılmaz kılan havası geri dönmüştü. Onu tanımaz, nasıl biri olduğunu bilmezdim. Ama böyle baktığı anlarda size dünyanın en kararlı ve otoriter insanı gibi gelebiliyordu.

 

"En üst kattaki odalardan biri olsun." Bunu söyleyiş tonu bile, konunun onun açısından tartışılmaya kapandığını açıkça gösteriyordu. Zaten diğer adam da başka bir şey söylemeyerek başını sallamakla yetindi.

 

"Benim adıma konuşmayın," diye çıkıştım ikisine bakarak. Öfke, damarlarımda kandan daha hızlı akıyordu. "Telefonumu ver gideceğim."

 

Aynı düz bakışlarla tekrar bakmaya başladılar.

 

"Dediğimi yap," dedi ve yaslandığı kaputtan doğrularak arabanın kapısına doğru gitmeye başladı. Anahtarla arabayı açtığında, tok bir sesi farlardaki ışıklar takip etti. Şoför kapısını açıp içeriye girmeden önce arkadaşına döndü. "Yürüyemiyor, ona yardımcı ol."

 

Sinirden kızaran kulaklarımdaki yanmayı hissediyordum. Çözümsüzlüğümün rehavetini üzerimden atamadan bedenime yaklaşan kollarla birlikte, başımı hızla ona çevirdim. Beni içeriye taşımak için kucağına alması gerekiyordu ve ben henüz karşı koyamadan kollarını belime sardı. Beni kaldıracaktı ki dişlerimi sertçe omzuna geçirdim. Acıyla bağırması beni durdurmadı. Yeşil yün kazağı dişlerimi kamaştırırken saldırgan bir kaplan gibi avımı bırakmamakta kararlıydım.

 

Belimdeki ellerini çekerek beni omzumdan itmeye çalıştığında gücüne karşı çıkmak zordu, bu yüzden bir yandan da saçlarına asılmıştım. Yumuşak, kıvırcık saçları avuçlarımı doldururken çekiştirmeyi bir süre daha durdurmadım.

 

"Bırak saçlarımı yolmayı!" diye bağırdığı sırada, ellerim başka bir güç tarafından ondan ayrıldı. Böylece birkaç küçük saç teli avuçlarım arasında kalmıştı.

 

Beni ondan ayırdığı gibi kollarımı bir eli arasında sıkıştırmıştı. Bu kez ona beni bırakmasını söylerken oturduğum yerde tepiniyordum. Adeta zincirlere vurulmuş gibiydim ve bu beni daha da hırçınlaştırıyordu. Sonunda bacaklarımı bacaklarının arasında sabitleyerek beni tamamen durdurmayı başardı.

 

Omzunun üzerinden arkadaşına döndü ve sert bir sesle söylendi. "Küçücük bir kızla başa çıkamıyorsun. Burada bekle, onu yukarı çıkartıp döneceğim."

 

Adının Utku olduğunu sandığım adam, elini ısırdığım omzuna bastırırken sinirle karşılık verdi: "Onun küçücük bir kız olduğu falan yok. Kızgınlık dönemindeki bir kedi gibi! Benim suçum ne?"

 

"Kızgınlıkta olup benim üzerime atlayan sensin!" diye bağırdım. Kendimi onun kollarından kurtardığım için suçlu ben olacak değildim.

 

Söyleyeceği tek bir savunmaya karşı kendimi hazırlamıştım ki bu kez beni kucağına alan o değil, diğeri oldu. Şaşkınlığımdan faydalanarak kucağında benimle evin bahçesine doğru hızla yürümeye başladı. Arkada kalan adam elleriyle saçlarını hacimlendirip düzeltmeye uğraşırken sinirle bana bakmaya devam ediyordu. "Sizi şikâyet edeceğim!" dediğim sırada çoktan bahçe kapısından içeriye girmiştik bile.

 

Bir adım öncesinde geceyi yaşarken, kapıdan içeriye girdiğimiz an güneş doğmuş gibiydi. Ağaçları asılı olan ışıkları ciddi anlamda ortamı aydınlatırken her şey ve herkes buradan daha net gözüküyordu. Bakışlar tek tek üzerimize döndüğünde, ne yapacağımı bilemeyerek kafamı boynuna sokup elimi yüzüme kapattım. Uzakta bir ağacın tepesinden izlemekle onların arasına girmek aynı şey değildi ve bu beni ürkütmüştü.

 

"Buraya girince ses frekansın bozulmuş olmalı," dedi kulağıma doğru. "Bu halini sevdim."

 

Yüzümü hiç görmüyor oluşuna rağmen gözlerimi devirdim. Birincisi sayısız insan merakla size bakıyorken boşa çabalamak gülünç olurdu. İkincisi son bir saatte başıma gelenlerle başa çıkmakta zorlanıyordum ve tüm bunlar sessizce boynuna sinmemle sonuçlanıyordu.

 

Evden içeriye girdiğimizi; parmak aralarımdan sızan beyaz ışığın yerini, sürekli değişip dönen başka renklerin almasından anladım. Müzik içeride, dışarıda olduğundan daha kısıktı ve sohbet sesleri kulağa daha baskın geliyordu. Konuşmaların yeni konusunun ben olduğumu duyabiliyordum.

 

Merdivenlere birer birer çıkmaya başladığında, ellerimi yavaşça aralayıp etrafa bakındım. İnsanlar dans etmeyi bir kenara bırakmış omzunda olduğum adama ve bana kilitlenmişlerdi. Üst kata geldiğimizde buranın alt kata oranla daha az kişi olduğu dikkatimi çekmişti. İkinci bir merdivene yöneldiğinde basamaklarda oturanlar, bizi ilk kez fark ettiklerinde şaşkınca çekilip yer verdiler. Böylelikle, evin içerisini görürsem kaçacağımın daha kolay olacağına inanan ben, bunca insandan kurtulup kaçmamın imkansızlığıyla yüzleştim.

 

Son kata geldiğimizde yüzüme kapanan elimi tamamen çektim. Soldaki ilk odaya girip ışığı açtığında "Dışarı," dedi uyaran bir sesle. Sırtım dönük olduğundan ilk andan kim olduklarını göremedim. Kapının önünden çekilerek içeriye girdiğinde, bir erkek ve bir kızın odadan dışarıya çıktığını gördüm. Onlar çıktığı gibi arkalarından kapıyı kapattı ve beni odanın ortasındaki yatağın üzerine bıraktı.

 

Kucağından kurtulduğum an, elimi yüzüne yumruk atmak için kaldırdım. Fakat o benden hızlı davranarak elimi avucunun içine hapsedip beni durdurdu. Beni oturtmak için eğilmiş olduğundan yüzü hâlihazırda bana yakındı, ancak sonra odak noktam yalnızca gözleri olacak kadar dibime girdi. Soğuk bir rüzgârı içime işleyen sesi tehditkârdı. "Benimle iyi anlaşman senin yararına olur, küçük." Avucumu saran elini sıktığında tırnaklarım kanayan derimi zorladı, acıyla dişlerimi sıktım. "Şimdi burada usluca otur ve geri dönmemi bekle."

 

"Ben bir şey yapmadım," dedim, cam kırıkları bulaşmış sesimle. Artık onun alanındaydım, onun kurallarının işlediği yerdeydim ve canım yanıyordu.

 

Avucumu sıkan elini serbest bıraktığında, elimi dizime düşürdüğüm gibi avucumu açıp derimin gerginleşmesini sağladım. Titreyen sesim miydi onu durduran bilmiyorum, fakat yüzündeki sert ifade bir kâğıdın buruşturulup atılması kadar hızla yüzünden atılmıştı. Gözlerimi dizlerime indirip derimden akan taze kanın kurumuş olanın üzerine yayılışını izledim.

 

Kendini biraz daha geriye çekip yüzüme düşen saç telini başımın üzerine iteledi. "Biliyorum."

 

Anlam veremeyerek gözlerimi tekrar yüzüne çıkardım. Madem biliyordu, neden bana bu kadar kötü davranıyordu? Bunu sormayı denedim lakin ağzımdan bir sözcük dahi çıkmadı. Dilim lâl olmuştu ve konuşmak nedir bilmiyordum sanki.

 

İlk kez bu anda gözlerinin rengini fark ettim. Yeşil irislerine dikkatle bakarken zihnime düşen fikirler silsilesi, kaşlarım arasında derin bir yarık oluşturdu. Kısa koyu sarı saçları, ilk gördüğüm anda olduğu gibi düzgün duruyordu. Belli ki bunca arbede, bir tek beni etkilemişti.

 

"O halde neden buradayım?"

 

Belki de beni düşmanı sanıyordu. Hatta anladığım kadarıyla bir düşmanının ajan olarak yolladığı kişi sanıyordu ve benim kendimi yaralayıp yakalanmama da bu yüzden düşük performans demişti. Bir insanın bu kanıya varabilmesi için gizli ve önemli işler yapıyor olması gerekmez miydi? Ancak bu sebeple açığa çıkarmak istemeyip gardını alırdı.

 

Bu iş, benim tur rehberliği sandığımdan daha fazlası olabilir miydi?

 

Bu düşünce beni, buzlu suyla dolu bir kovanın başımdan aşağıya dökülmüşçesine irkilttiğinde, şüphenin tam ortasında elim kolum bağlı oturuyor olduğumun bilincine yeni varmıştım sanki. Buz kesilen elim dizlerimin üzerinde tir tir titriyorken yüzümün ölü gibi bembeyaz kesildiğini hissettim. Ne zaman korksam ya da endişelensem böyle olurdu.

 

Eli başımın üzerine uzandığında refleksle geri çekilmiştim ve bu onun elinin havada kalmasına neden olmuştu. Başını yana eğip bir şey olmayacağının garantisini verir gibi sakince baktıktan sonra saçlarımın arasından minik bir dal parçasını çekip aldı. Dalın dolandığı saç tutamım, çektiği parçayla birlikte lastiğimden çıkıp tel tel yüzüme düşmüştü.

 

"Birinden şüphelendiysen, onu tanımak zorundasın." Sesi, sakince dalgalanan denizin insanı yatıştırması gibiydi. Fakat ben asıl öyle denizin insanı boğmak için ânı kolladığını da çok iyi biliyordum. Bu yüzden bu ses beni rahatlatmak yerine midemi sıkan karanlığın ellerine dönüştü. "Adını bilmek yetmez, gerçekten tanımaktan bahsediyorum."

 

"Beni ne zaman bırakacaksın?" diye sordum onu duymamış gibi. Gözlerim odada bir noktaya asılı kalmıştı. O gözlere bu yakınlıktan bakmak, uçurumdan atlamayı istemekti.

 

"Seni tanıdığımda."

 

Duyduklarımı hazmedemeyince buz mavisi gözlerim, saniyeler içinde onun yeşil gözlerini buldu. "Bunu yapamazsın," dedim, sesim tok ve kararlıydı. "Birini tanımak adını bilmek değilse, hayatını bilmektir. Ve sen sırf istedin diye benim hayatıma dâhil olamazsın."

 

Aramıza buzdan, kalın bir duvar örmüştüm. Beni esir tutmuş olsa bile, bu bana hükmedeceği anlamı taşımıyordu. Kimse kimseye bir eşya gibi sahip olamadığı gibi, bir eşya gibi inceleyemez ya da avuçlarına hapsedemezdi.

 

Çenemi parmakları arasına alıp sıktığında, ateşten bakışları ördüğüm duvarı eritmek ister gibi üzerime hedeflenmişti. "Sırf istedi diye benim hayatımı gözleyen birini, sırf istedim diye hayatından bile edebilirim." Derin, erkeksi ses tonu, ağzından çıkan her kelimeye daha koyu bir anlam yüklemek üzerine kurulu gibiydi. Başından beri sinirli gözükmüyorken şimdi öyle sinirli duruyordu ki; ölüm diye bir şey olmasaydı bile, onun bakışları adamı öldürürdü.

 

Çenemi iter gibi parmaklarını çektiğinde, o bana bende bıraktığı etkiyi bilir gibi bakarken, bense bir enkazın altından kendimi toplamaya çalışıyordum.

 

Arkasını dönüp çıkması ve kapının kilitlendiğine dair çıkan o ses, enkazın altındaki beni bir kez daha yıktı ve o lanet mumu üflerken dilediğim dilek kulaklarımda yankılandı.

 

"Bu orman, bana on sekiz yıldır vermediği mucizeyi versin."

 

Hayır.

 

Bu orman, bana on sekiz yıldır vermeye sabırsızlandığı laneti vermişti.

 

 

 

Bölüm hakkında düşünceleriniz neler?

 

 

 

Loading...
0%