@irispage
|
3 LANET
♪ Red Light ~ Ramsey
Ardından ışıkları kapatıp odadan çıktığından beri, anahtarın delikte dönerken çıkardığı metal ses zihnimde dönüp duruyordu.
Yürüme yetimi yarı yarıya kaybetmiş olmasaydım bile bunca kişinin arasından görünmeden çıkmamın imkânı yoktu. Beni bu odaya sokmadan hemen önce katta bir asansör olduğunu fark etmiştim, beni neden üç kat kollarında taşıdığını ise henüz anlıyordum: Yargılayıcı gözleri üzerime çekip çıkışıma engel olmak.
Saçlarım başıma ağırlık verdiğinde tokamı çıkartıp bileğime taktım ve elimi saçlarımdan geçirerek dağılmalarını sağladım. Kızıl kahve saçlarım yorgun düşen omuzlarıma akarken, yaralarımdan akan kanlar çoktan pıhtılaşıp tenimin üstünde bir mum gibi donmuşlardı.
Bir elimi yatağın çarşafına bastırıp ağırlığımın tamamını oraya vererek kalkmaya çalıştım. Acısı tekrar gün yüzüne çıkan yaralarım kanayacak olsa bile bu artık düşünmem gerekenler arasında değildi. Yatağın etrafında dolanarak bir metre yakınlıktaki pencereye uzandım. Çabucak camı açtım ve tek ayağımın üzerinde dururken, dirseklerimi yasladığım pervazdan destek alarak ayakta kalmayı başardım.
Camı açmamla içeriye doluşan meltem, saçlarımı omuzlarımın ardına taşımaya ve kirpiklerimi karıştırmaya başlamıştı. Gözlerimi hafifçe kısarak başımı eğdim ve dikkatle aşağıya baktım. O çıktıktan sonra ne kadar süre donmuş halde oturduğumu kestiremiyordum, fakat bahçedeki kalabalık dağılmıştı. İki erkek ve bir kız yerdeki minderleri toplayarak köşedeki küçük kulübeye taşıyorlarken, başka bir kız da küçük masalarda ve etrafta bırakılmış bardakları elindeki tepsiye diziyordu. Müziğin kapatıldığının bile şimdi farkına varabilmiştim.
Etrafı toplama işleri bitip de içeriye girdiklerinde bir süre daha camda, evin dışını incelemek için kaldım. Beni oturttuğu cip ortalarda yoktu, onun etrafındaki araçlarda ise büyük oranda azalma vardı. İki taksi model araba, bir büyük cip ve önlerinde sıralı dört motosiklet: Hepsi bundan ibaretti. Bunları hesaba katınca evde en az yedi kişi vardı ama daha fazlası olması da mümkündü. Sanırım bu, bir süre daha yerimde oturmaya devam edeceğim anlamına geliyordu.
Ya da akıllıca davranıp birileri gelene kadar odada kendimi koruyabileceğim bir şeyler arayabilirdim.
Bu fikirle bulunduğum yerden hızlıca ayrıldım ve kendimi yatağın üzerine attım. Yatakta yuvarlanarak diğer uca geçtim ve böylelikle odadaki tek komodine ulaştım. Oturur pozisyona geçtikten sonra üst çekmeceyi açtım ve karanlıkta görebildiğim kadarıyla karıştırmaya başladım. Elime ulaşan bir şarj aleti ve birkaç kâğıt parçasını çıkartıp yatağın üzerine koydum. Çekmeceyi elimle biraz daha yoklandığımda parmak uçlarıma değen bir poşetten hışırtı sesleri geldi. Poşeti çekip aldım ve yatakta yan oturup ışığın gelmesini sağladıktan sonra içindekileri boşalttım. Örtünün üzerine dökülenlerde elimi gezdirip ayırdım. Bunlar birbirinden alakasız küçük eşyalardı. Yanılmıyorsam toplanıp bir yere konmuş olmak için buraya bırakılmışlardı ki bunun bana pek bir faydası olacağa benzemiyordu.
Yine de gözümden kaçan bir şey var mı diye son kez yokladığımda, yarısına kadar kullanılıp küçültülmüş bir kurşun kalem dikkatimi çekti. Ucu kırılmış olduğundan tahtası çıkıntılıydı. İşte bu işime yarayabilirdi.
Tekerleklerin asfaltta kaymasının çıkardığı sesle yerimde irkilerek başımı cama çevirdim. Sanırım geri dönmüştü. Ani bir heyecanın getirisiyle titreyeme başlayan ellerimle zar zor yatağa döktüklerimi topladım ve kurşun kalemi alıp taytımın kenarına sıkıştırdım. Çabucak çekmeceden çıkarttığım her şeyi geri yerine koyduktan sonra masumca ellerimi birbirine bağlayıp beklemeye koyuldum.
Yoğun bir toprak kokusu ciğerlerime nüfuz ettiğinde omzumun üzerinden pencereye baktım. Dolunay tepede asılıyken gökyüzünde tek bir yıldız dahi yoktu, simsiyahtı. Ya da artık her şey bana olduğundan daha da siyah gelmeye başlıyordu.
Kilit döndü, kapı açıldı.
Koridorun ışığı içeriye dolduğunda aydınlığı ardıma, karanlığı karşıma almıştım. Lakin asıl denklem tam tersiydi.
Az sonra yüzümü gelene çevirdiğimde ise, gördüğüm çehre beklediğimle uyuşmuyordu. Karşımda ateşin etrafında gördüğüm pembe saçlı kız duruyordu. İnceleyen gözlerim her yerinde gezinmeye başladı. Üzerinde belini açıkta bırakan siyah bir kazak, deri bir pantolon ve pantolonun içinden yükselerek ince belini saran siyah file vardı. Baştan aşağı siyah giyimine eğreti durmayan ve kulağının altına kadar uzanan pembe saçları, aksine onu ikonik bir havaya sokuyordu. Boyu benim kadardı belki ama ayağındaki kalın topuklu botlar onu benden biraz daha uzun gösteriyordu.
Soluk bakışları üzerimde dolandıktan sonra kaşları hafiften çatıldı ve yavaş adımlarla yanıma yaklaşmaya başladı. Avuçlarım arasına aldığım soğuk çarşafı sıkarken, adıma olacaklar için deli gibi korkuyordum. Ona kötü bir şey yapmışım, ona ait bir şeyi elinden söküp almışım gibi bir hırsla üzerime doğru yürüyordu.
Ben bu gece kendi sonumu, tükenmeyen bir kalemi tüketecek kadar sertçe karalayarak yazmıştım.
İnce parmaklarının sardığı kolumu, çarşafı avuçlarımdan kurtaracak sertlikte çekti ve böylelikle ayağa kalktım. O kadar hızlı davranmıştı ki çarşaf ben ayağa kalkarken benimle birlikte çekilmiş ve yataktan kayarak ayaklarımın etrafında toplanmıştı. İrileşen gözlerimle hareketlerini takip ettiğimde önümde eğildi. Parmaklarını çamura batmış spor ayakkabımın boşluğuna sokarak ayakkabımın içini yokladı. Hız kesmeden taytım üzerinde ellerini gezdirmeye geçtiğinde kaşlarım aniden çatıldı. Üzerimde bir şey arıyordu, kötü olan ise; üzerimde zaten bir şey vardı.
"Bunu yapamazsın, bana dokunmayı bırak!" dediğimde durdu ve gözleri hızla gözlerime oturdu. Acımasızca yalnızca baktıktan sonra tek bir kelime etmeden yaptığını sürdürmeye devam etti. Öyle bir bataklığa saplanmıştım ki kalkmak için yapacağım her hamle, beni daha da dibe batırmaktan fazlası olmuyordu.
Sonunda eli taytımın kenarındaki çıkıntıya ulaştığında, ikinci kez yakalanmış olmamın laneti üzerime bir sis gibi çöktü. Ayaklandığında yerinden çıkardığı kalemin iki ucunu parmakları arasında tutarak yüzümün hizasına getirmişti. "Küçük bir kaleme güvenerek buradan çıkacağına inanmış olamazsın." Dudaklarındaki küçümseyici gülümseme sinirimi bozuyordu. "Elinde bir tabanca olsa bile tek bir kurşun dökmene fırsat verir miyiz sandın?"
Başını iki yana eğip kulaklarımın içinde kulaklık olup olmadığını da kontrol ettikten sonra ellerini üzerimden çekti ve karşımda dikilmeye devam etti. "Ayakta kalamıyorsan yatağa geç otur, çünkü olacakları kaldırıp kaldıramayacağından emin değilim." Durdu, uzun uzun yüzümü izledi. "Nasıl bir tehlikeye düştüğünün farkında değilsin."
"Hiçbir şeyin... Hiçbir şeyle alakam yok çünkü."
Çaresizce mırıldanmama tepki vermedi. "Savunmayı bana değil, biraz sonra senin için gelecek olan adama yap. O bu konuyla daha yakından ilgili."
Arkasını dönüp çekip giderken kapıyı sertçe kapattı. Işık tekrardan kaybolmuş, karanlık yeniden beni içine hapsetmişti.
Nefesim tıkanırken daha fazla ayakta kalmaya direnemeyerek yatağın dibine çöktüm. Burkulan ayağımı uzatıp diğer bacağımı kendime çektim. Destek almak istercesine bacağıma sarılıp çenemi dizime yasladığımda, gözlerimden akıp giden yaşlar dur durak bilmiyordu.
Yelkovan aleyhime doğru dönüp dururken hiç olmadığım kadar çaresiz hissediyordum.
Hoyratça esen rüzgâr saçlarımı önüme düşürürken, saç tellerim ıslanan yanaklarımda asılı kalıyordu. Ağlayışım hıçkırıklara dönüp de kesik kesik solumaya başladığım esnada kapı tekrardan açıldı. Aydınlanan zemine düşen gözlerimi kaldırıp bakmadım çünkü bu kez gelenin kim olduğundan emindim. Emin olamadığım tek şey ise buradan kurtulup kurtulamayacağımdı.
Kapı boylu boyunca yere serilmiş, ışıktan bir yol çizmişti tahta zemine. Işıktan yola karabasan gibi çökerek bana doğru gelen sert adımları izini kalbime korku diye bırakıyordu. Bu yükün altında ezildim.
"Lina Sezer." Adım ağzından huzursuzluk veren bir ağıt gibi dökülmüştü. "Gecenin gizli ajanı, ama aslında küçük korkak bir kız." Gizli derken bununla alenen dalga geçen bir ton kullanmıştı. Yine de sesi son derece mesafeliydi.
Eğilip sağ dizinin üzerine çöktü ve sol kolunun dirseğini dik duran dizine yaslayarak yüzümü daha net görebileceği bir pozisyon aldı. Ancak ben gözlerimi hâlâ yüzüne kaldırmamış, ilgilenmem gereken buymuş gibi uzun kemikli parmaklarının arasından geçerek koluna giden damarları seyrediyordum.
Diğer elinin parmaklarını hareketlendirip çeneme uzattığında korkarak hızlı bir hamlede bulundum ve başımı diğer tarafa çevirdim. Havada kalan elini yeniden yüzüme götürdü ve beni gizleyen saçlarımı ondan beklemediğim bir naziklikle yavaşça kulaklarımın arkasına çekti. Gözlerimi sıkıca yumup nefesimi aralanan dudaklarımdan uyuşukça bıraktım.
İşaret ve başparmağı çenemin ucunu kavradı ve yüzümü yüzüne çevirdi. Teması uyuşturan türdendi.
Sessizlik rahatsız etmeye başladığında gözlerimi ona kaldırdım ve celladıyla yüzleşen bir kurbanın korkaklığıyla onu seyrettim. Kenarları kısa kesim saçlarının, çok da uzun olmayan uçları dalgalıyken daha koyu sarı olan kaşlarıysa düzdü. İncelemeye devam ettiğimde; kısa kirpiklerinin sardığı çekik sayılabilecek gözlerine özenle yerleştirilmiş gibi duran iki yeşil cehennem çukuru vardı karşımda.
Yaşam, dedi, cehennem çukurundan yükselen çığlık. Ölüm sandığın cehennem, sonsuz bir yaşam.
Hayatım boyunca, insanların korkak diye nitelendirebileceği biri olmamıştım. Aksine çoğu zaman duyduğum şey cesaretli olmamdı. İçimde saf bir öfkenin yattığını ve bu öfkenin beni cesaretlendirdiğini söylemişti annem bir keresinde. Oysa şu anda, tüm bunları söyleyen herkesi yalancı çıkartacak kadar zavallı gözüküyor olmalıydım.
"Bana sormak istediğin birçok şey olduğundan eminim," dediğinde dalga geçiyor olabileceğini bile düşündüm. Beni bir av gibi kıskıvrak yakalamış ve bu odaya hapsedip kasvetli düşüncelerle bırakıp gitmişti. Geri döndüğündeyse soracaklarım olduğu muydu ilk aklına gelen?
Bana zarar verme yeter, diye düşündüm ama bunu ona söylemedim. Ruhuma zarar verme, fiziksel olanlar bir şekilde geçiyor ama diğerleri öyle değil.
"Hiçbir şeyi merak etmiyorum," dedim, buna inanmasını umdum çünkü öte yandan kendimi de buna ikna etmeye çalışıyordum. Şüpheyle doğan merak duygusu beni bu noktaya kadar sürüklediğine göre, bundan sonra aklımda soru işaretlerine yer ayırmayacaktım. En azından onunla alakalı olanlara.
"Buna inanmalı mıyım?"
"Ağzımdan çıkan hiçbir şey seni ikna etmiyor," diye bir şeyler geveledim ama boğazım kupkuruydu. Dakikalarca koşmama ve yaşadığım adrenaline rağmen, saatlerdir dudaklarımın ucuna dahi bir damla su girmediği düşünülürse hala ses çıkarabiliyor olmam takdir edilesiydi.
"Eğer dürüst olursan böyle bir problemimiz olmaz."
"En başından beri dürüsttüm."
"Tamam," dedi, sanki ikna olması için bu sözüm ona yeterliymiş gibi. "O halde sana soracaklarıma doğru cevaplar vereceğinden şüphem olmayacak."
Bu dediği ilgimi çektiğinde gözlerimi yeniden ona kaldırdım. "Buradan ayrıldığında beni araştırmaya gittin sanmıştım."
"Bir toplantım vardı," dediğinde inanmak istemedim, oysa ciddi gözüküyordu.
"Beni burada bu halde bırakıp bir toplantıya mı gittin?"
Toplantı için geç bir saat sayılırdı ama mesele de bu değildi zaten. Sıradan işlerle uğraşan bir iş adamı olduğunu sanmıyordum, saat onun işinde bir önem arz etmiyordu belli ki.
Başını onaylamak için salladığında tırnaklarımı göz çukurlarına sokma dürtüsünü bastırdım. "Beni beklerken sabırsızlandın mı?"
Benimle dalga geçen sözlerine aldırış etmedim, aklım hala beni bu halde bırakıp rutinine dönmüş olmasındaydı. "Beni bu halde bıraktın... Acıdan değilse de korkudan ölebilirdim."
Ondan bunu anlamasını beklemiyordum ama yıllardır başa çıkamadığım anksiyetem beni burada, zaten bitap düşmüşken, bir de bekledikçe artan korkuyla can bulup öldürebilirdi.
"Önemli bir konuydu," demekle yetindi. Senin canından değerli demenin bir başka yolu olmalıydı bu.
Az sonra "Benim varlığım seni daha çok korkutuyor sanmıştım," diye itiraf ettiğinde aslında yanılmadığını söylemek yerine sessiz kalmayı tercih ettim.
Hayatımın çoğunu yalnız geçirsem de son zamanlarda yalnız kalmanın bana iyi gelmediğini fark etmiştim. Yalnızlığın pek çok kimseyi delirttiği bile olmuştur, beni de birkaç kez o noktaya getirdi ama buna yenilmedim. Bazen bu da işe yaramazdı ama mutlaka kendimi meşgul edecek bir şeyler bulurdum. Voleybol onlardan biriydi. Ve ben finalden önceki son maçlardan önce bileğimi burkmuştum.
Takım kaptanının bir cellat gibi nasıl başımda dikilip beni azarlayacağını düşünmek üzereyken içinde bulunduğum meselenin ölüm kalım anı olduğunu hatırladım ve bu hayali sahneyi, yaşamaya devam ettikten sonra dert edinmeye karar verdim.
"Hakkımdaki her şeyi öğrenebilecek bir gücün yok yani," diyerek onu yokladım, belki de böylelikle ne tür işler çevirdiğine dair bir ipucu da alabilirdim. Merak ettiğimden değil, sadece tehlikenin boyutunu bilmem gerekiyordu.
"Bu her ne kadar canımı sıksa da araştırmakla elde edilemeyen bazı bilgiler de var." Bu gerçekten de canını sıkan bir konuymuş gibi kaşları hafifçe çatıldı ama yakınıyormuşa benzemiyordu.
Benden uzaklaşıp ayaklanarak bir dağ gibi başımda dikilmeye başladı, onu görebilmek için boynumu ağrıtma zahmetine girmedim. Zaten gerginliğimi, mümkünmüş gibi daha da arttıran görüntüsünün bana bir faydası yoktu.
Bir çift el iki yandan belimi kavrayıp beni kaldırdığında şaşkınlığımı atamadan kendimi yatağın üzerinde bulmuştum. Aramıza bir adımlık mesafe koydu. "Neden ondan, seni benden kurtarması için yardım dilemek yerine saklanmayı tercih ettin?"
Sorusuyla bakışlarımı üzerine diktim. Bu neden onun umurundaydı ki? Öğrenip öğrenmemenin ona hiçbir faydası dokunmayacaktı.
"Yardım dilemekle senden kurtulabilecek miydim?"
İçimi huzursuz edici şekilde gülümsedi, cevabı açıktı.
Cevap benim için de açıktı ama özellikle sormuş olmasının bir sebebi vardı anlaşılan. Yine de üstelemek yerine başka bir soruyla geldi. "Onu canını tehlikeye atacak kadar umursuyor musun?"
"Neden böyle şeyler soruyorsun?"
Kaşlarından biri bariz bir küçümseme belirtir şekilde kalktı. "Nasıl şeyler soruyorum?"
"İlişkim seni ilgilendirmez." Bu söylediğimde ciddi görünüyor olduğumdan emindim.
"Eski ilişkin," diye düzeltti, dışarıdayken Ulaş'tan eski sevgilim diye bahsettiğimi hatırlatıyordu. "Hala soruma cevap vermedin."
"Onu umursuyor-dum." Artık değil. Eskiden bana iyi geliyordu; beni yalnız bırakmıyor, ne zaman kendimi kötü hissetsem hiç işe yaramayan ama yine de devam etmesini istediğim yatıştırıcı bir şeyler söylüyor, bazen benimle birlikte voleybol antrenmanı bile yapıyordu. Sonra bir gün, tüm bunlardan ve benden tek bir seferde vazgeçti.
Bu konudan rahatsız olmam umurunda değilmiş gibi "Onu ne kadar tanıyorsun?" diye ısrarla irdelemeye devam etti.
Soruya hazırlıksız yakalanarak kaşlarımı çattığımda hala bir cevap bekliyordu. "Yani... Tanıyorum. Onun nasıl biri olduğunu, alışkanlıklarını, yaşadığı yeri, ailesini biliyorum."
Ama asıl soru şu: Siz onu nasıl tanıyorsunuz?
"Neden burada olduğunu bilecek kadar tanıyor musun peki?"
İşte o soru. Bilmiyorum. Bilmediğim için bir hata yaptım ve buradayım. Bir hata mı? Bir deyip geçelim mi?
Bir şeyleri kesin olarak öğrenememiş olsam da neyin olmadığını biliyordum artık. Aldatma yoktu. Belki daha kötüsüydü ama aldatma değildi. Ne olabilirdi peki? Bu kadar tedbir, bu sorgu... Ne içindi?
Başımı dikleştirdim ve gözlerinin içine cevabı ondan almak için bakarken doğruyu söyledim. "Hayır."
Memnuniyet duymuş olduğunu düşündürecek mırıltılar çıkardığında ne söylemeye çalıştığını duymadım ama hemen sonra sabredemeyip "Sen söyle," dedim, bu bir emir cümlesinden öte ricaydı. "Ne dönüyor burada?"
Kısa bir süre öylece baktıktan sonra "Üzücü, yakalanmasaydın öğrenme şansın olabilirdi," dedi ama üzülmüş görünmüyordu.
Yutkundum. Yakalanmasaydım burada dönenleri değil, en azından Ulaş'ın burada ne aradığını öğrenebilirdim. Ancak bu noktaya gelene dek yaşadıklarımdan dolayı, Ulaş ve onu kapsayan hiçbir bok artık umurumda değildi.
Cevap alamayacağımı anlayınca son kozumu kullandım. "Pekâlâ, kaçırıldığımı polise ihbar edersem gelip beni alırlar ve açıklamanı belki onlara yapmak istersin."
"Telefonun nerede?" diye sorduğunda, gafil avlanmış olduğumu fark etmemle kısa bir bozgunluk yaşadım ama çok belli etmedim.
"Evet, telefonum." Elimi uzattım. "Telefonumu bana geri vermenle başlayalım."
Elini pantolonunun ön cebine götürdü ve telefonumu çıkartıp uzattı.
Bu kadar kolay mıydı?
Şaşırdığımı yüz ifademe yansıtmadan hızlıca telefonumu aldım ve için işinde bir kötülük arayarak ekranı açtım. Şifreyi girdiğimde ana sayfa açılmıştı. Gözlerimi kaldırıp ona kısaca baktıktan sonra son kullanılanlar geçmişine girdim. Temizdi.
Telefonumu elimden çekip alır korkusuyla oyalanmadan çağrı tuşlarını açıp 155'i tuşladım. Telefonu kulağıma götürdüğümde açtıkları zaman ne söyleyeceğimi düşünüyordum ya da adresi nasıl tarif edebileceğimi. Gözlerimi temkinli olabilmek adına ona diktiğimde rahat duruşundan biraz olsun eksiltmeyerek beni seyrediyordu. Ne telefonu elimden almak için bir hamlede bulundu ne de bir şey söyledi.
Telefondan hâlâ ses gelmeyince kaşlarımı çatıp kulağımdan indirerek ekrana baktım. Aranıyor... diyordu. Acil çağrı değil miydi bu, bir an önce çalınıp açılması gerekmez miydi?
Birkaç kez aramayı sonlandırıp tekrar aradığımda değişen bir şey olmadı. Ormanlık alanda olduğumuz için çekmiyor olabilirdi diyecektim, fakat ormandayız diye emniyet güçlerinden faydalanamaz mıydık yani?
Son kozumun da ellerim arasından uçup gidişini hayal kırıklığı ve öfkeyle seyrederken gözlerimi yine ona kaldırdım. "Çekmiyor."
İlk kez güldüğünde, bu gülüşün ardında yatan aşağılamayı çok net solumuştum. "Çekmiyor, öyle mi?" diye sordu, sanki az öncesinde bunu söylememişim gibi. "Sorun telefon hatlarında değil, küçük. Bu ormandan gelen hiçbir acil çağrı telefonu açılmaz."
"O ne demek?" Kafam karışmıştı. Sahiden de ormandayız diye faydalanamıyorduk. Eksik söylemiştim, bu ormandayız diye.
Burayı farklı kılanın ne olduğunu bilmiyordum, ancak bizim evden yapılan her aramaya cevap oluyordu. Sorun biraz daha ileriye girip tam anlamıyla orman sınırlarındayken başlıyordu demek ki. Nedenini söylemedi, ben de üstelemedim. Yolunda giden şeyler olmadığının zaten farkındaydım.
"Az önce ne için gittiğimi biliyor musun?"
"Bir toplantın olduğunu söyledin."
"Evet," diye onayladı. "Ama aynı zamanda bir karar vermem gerekiyordu. Ne olduğunu öğrenmek ister misin?"
Heyecanla devamını beklerken kalbim hızla çarpmaya başladı. Hatta kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, konuşurken nefesim tıkanmıştı. "Ne...kararı?"
Başparmağını alt dudağıma taşıdığında yaklaşmış olduğunu fark etmemiştim bile, buna odaklanamayacak kadar korku kaplamıştı içimi. Parmağını dudağımın üzerinde hafif bir baskıyla ağır ağır gezdirdi. Gözleri dudaklarımdaydı ve nefesim bu kez gerçekten kesilmişti. Göğüs kafesim ihtiyaçla kasıldığı esnada parmağıyla alt dudağımı araladı. "Nefes al," dedi emir verir gibi, lakin sesi kısıktı.
İtaate uyan bir kurban gibi, ciğerlerimin yalnızca ucuna dokunacak azlıkta bir nefes almayı başarabildim.
"Seni bırakıyorum," dediğinde, büyük bir rahatlamanın eşiğine gelmiştim ki, konuşmaya tekrar devam etmesiyle ellerim buz kesildi. "...ama sadece fiziksel olarak. Şunu unutma ki, buradan çıktığın andan itibaren peşinde olacağım." Gözlerinde, cehennemi harlayan ateşin ilk kıvılcımları yanmaya başladı. "Senin sağında ya da solunda değil, soluğunda olacağım. Beni göremezsin, duyamazsın, hissedemezsin, ama her zaman orada senin için olduğumu bil."
Sözcükler birer birer düğümünü boğazıma attığında, gözlerimden akan yaşlar ve içinde bulunduğum bedenim bana ait gelmedi. Sanki odamda bir korku filmini seyrediyordum ve bir canavarın karşısında korkuyla titreyen kadının yerine koymuştum kendimi. O sahnede ben yoktum, bedenim yoktu, sesim yoktu ama ruhum vardı. Ruhum o kadar çok o sahnedeydi ki orada olan benmişim sanıyordum.
Dudağındaki parmağını, çeneme doğru yol alarak süzülen gözyaşına götürdü ve parmağını yanağımda kaydırarak su damlasını tenime sürdü. Gözleri yalnızca parmağının gezdiği yere dokunuyordu ama sanki her zerremdeydi. "Beni bırakmıyorsun," dediğimde, mavi gözlerimin en derinlerine doğru sakince baktı. "Beni esir tutuyorsun. Hatta öyle çok esir tutuyorsun ki, ölsem bile özgür bırakmayacaksın."
"Ölmeyeceksin," dedi kendinden emin. "Hatta ilk defa yaşadığını hissedeceksin. Bu zamana kadar bir ölüydün, artık yaşayacaksın ve bu benim sayemde olacak."
Sarf ettiği sözlerin ağırlığından bir habermiş gibi gözüken vakur duruşundan öyle çok nefret ettim ki yapabilecek güce sahip olsaydım, bana nasıl hissettirdiğini anlaması için onu burada gözümü kırpmadan öldürecektim.
Saçlarımı alnımın gerisine itip solgun yüzümü açığa çıkardı. "En başından beri bir suçunun olmadığını söyleyip duran sensin. Neden seni esir tutayım ki?"
Söylediklerine güvenmedim, beni kıvrandırmaya çalıştığını düşünmekten başka bir şey geçmiyordu aklımdan. Başımı şiddetle iki yana salladığımda beyin hücrelerimin acıyla kıvrandığını hissettim.
"Ben... ben kimseye bir şey anlatmam." Konuşmak için araladığım dudaklarımı geri kapatamadım. Beynimi saran tehlike alarmı damarlarımda akan kana bir zehir gibi yayılmıştı. "Gerçekten," dedim, çaresizliğin son noktalarını yaşarken. "Kimseye bir şey anlatmam."
"Kendini sonucu değiştirmeyecek sözler için yorma." Bundan keyif alıyormuş gibi gülümsediğinde, yüz kasları gerildi ve yanak çukuru dikkatimi çekti. Gülümsemesinin bitiminde bir nokta gibi sonlanıyordu ve aslında o kadar küçüktü ki varlığını ilk kez fark etmiştim. Yüzü tekrar ifadesizliğin zırhını giydiğinde gamzesi birden yok oluverdi.
Telefonum titreyen parmaklarımın arasından kayıp tahta zemini boyladığında çıkan tok ses irkilmeme sebep oldu. Artık ağlayamıyordum, gözümdeki yaşlar tükenmiş olmalıydı ya da sadece şoktan ötürü daha fazla tepki veremiyordum.
"Kâbus," diye fısıldadım, gözlerim göğsünün üzerinde dalgınca takılı kalmışken. "Tüm bunlar bir kâbus, gerçek değil."
Kâbus olsun istiyorsun Lina Sezer. Daha iyi hissetmek uğruna kendini kandırıyorsun yine.
"Gerçek," diye fısıldadı o da benim gibi. "Aklını yitirmene sebep olacak kadar gerçek."
Gözlerim daldığı noktadan bir an olsun sıyrılmazken duygusuz bir sesle tekrarladım. "Kâbus, gerçek değil."
Odamdaydım. Yatağımın üzerinde bağdaş kurarak oturmuş müzik dinliyordum ve gözlerim pencerenin ardındaki ormandaydı. Ormanın ne kadar karanlık ve tehlikeli olduğunu düşündüğümde kulaklarıma ilişen şarkı, nakaratının sonlarında ritim değiştirerek bir operadaymışım gibi içime tuhaf hisleri doldurdu. Dolunay tepede asılı duruyor, yıldızlar etrafında dönüyordu ve gök bulutlardan mahrumdu. Simsiyahtı. Tanrı, renklerin kefenini gökyüzüne sermişti ve her yer kasvet hâliydi. Şaşkınca, gökyüzünden ağaçlara doğru inen bakışlarım etrafı gözlüyordu. Evimdeydim. Güvendeydim.
Hayır, değildim.
Birden kulaklığım cızırdadı ve kulak zarım etkileşimle titredi. Yeni bir şarkı çalmaya başladığında sağır olduğumdan emindim. Buna rağmen şarkıyı her hücrem duyuyor ve ayin melodisini andıran şarkıya ayak uyduruyordu. Şarkının sözleri yoktu ama anlatmaya çalıştıkları içime ezici ağırlığıyla çöküyordu. Kulaklıkları çıkarmak istedim ama olmadı. Bir anda omuzlarım sarsıldığında, bir kâbustan uyanıp diğerinin karanlık sularına indim.
Bana ne oluyordu?
Kendime gelerek ürkek bakışlarla etrafıma baktığımda yatağın üzerinde oturuyor olduğumu gördüm. Hayır, benim yatağım değildi bu. Ölüm meleği karşımda durmuş beni izlerken yüzündeki tedirginliği soludum. Meraklıydı. Bana ne olduğunu o da merak ediyordu. Cevabını ben de bilmiyordum.
"Beni duyuyor musun?" diye sorduğunda, sersem bakışlarım onu takibine aldı. "Biraz önce söylediklerimi duymadın mı?" Soru yönelten sesinde azar değil, gerçekten de bir merak vardı. Bunu o an, ilgili bakan gözlerinden çok daha net bir şekilde anlamıştım.
Cevap veremeyerek elimi başıma götürdüm ve saçlarımı karıştırdım. Saç diplerimi ağırlaştıran düşüncelerime ulaşamıyordum. Zihnim bana aitti ancak ilk kez benden koparıldığını hissetmiştim. Baygınlık sonrası bir hâl gibiydi bu. Bir şeyler yaşanmıştı ancak kelimeleri düzene sokup buna bir anlam vermesi güçtü.
Çenemi tutup yüzümü iki yana çevirerek incelemeye aldığında saçlarımdaki elim yatağın üstüne düştü. Sert kayalıklara vuran hırçın dalgalar misali zihnime çarpan görüntüler, akıp gitmeden damlalar hâlindeki izlerini hafızama bırakıp da gitmişlerdi. Bu gece duyduğum, gördüğüm ne varsa gerçekti. Hepsi yaşanmıştı. Bu bir lanetti ya da başka bir şey, ama yaşanmıştı. Yeniden.
"Gerçek," dedim, acıyla kabullenerek. "Her şey gerçek, sen de gerçeksin." Bakışlarım anlamına ulaştığında, onun da tedirginliği yüzünü sıyırıp gitmişti ya da hiçbir zaman var olmamıştı bile.
"Farkına vardın, bu güzel." Sakince çıkan sesi, yüksek basıncın doldurduğu kulaklarıma silikçe ulaştı.
Gökyüzü bir kaplanın tehlikeyi çağıran sesini giyerek gürüldediğinde, göğün bağrını koparan şeyin göğsümden bir şeyleri alıp götürdüğünü hissettim. İçimde bir şeyler eksilirken, bir şeyler sürekli ağırlık hissi veriyordu. Bunu bir türlü aşamıyordum.
Sayısal olarak neye tekabül ettiğini kestiremediğim bir zaman sonra, üstümdeki dinginlikle birlikte zihnim de bir parça olsun toparlanmıştı. Yanıt almak istediğimden yeterince emin olamadığım o soruyu dillendirdim. "Sizi yanlışıkla da olsa her göreni bu şekilde alıkoyar mısınız?"
"Aslında, gördüklerini unutursa..." diyerek başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır."
"İnsan unutabilir mi?" diye, cevabını çok net bildiğim bir soru sordum ona. "Ben buradan çıktıktan sonra unutabilir miyim tüm geceyi?"
Bu soru yıllardır cevabını arayıp da asla bulamadığım bir gizdi. Gerçekten de nasıl öylece unuturdu insan zihnine kazınanı?
"Unutamazsın," dedi, doğrudan. Kotunun cebinden çıkardığı sigara paketini sallayarak içinden bir tane aldı ve dudaklarının arasında sabitledi. Paketi geri yerine koyduğu yerden çakmak çıkardığında devamında ne diyeceğini tereddütle bekliyordum "Çünkü bilinçaltına kaydedileni psikoterapi, hipnoz, meditasyon ya da herhangi sikten bir uygulama silemez. Oraya kaydedileni sadece algısal anlamda değiştirebilirsin, ama tamamen silemezsin."
"O zaman neden unutursa alıkoymayacağınızı ima ettin?"
Dudağındaki sigaranın ucunu alevlendirdiğinde bir nefes çekti ve odağını tekrardan bende topladı. Gözünün beyazına damarlar oturmuştu, uzun saatler uykusuz kalmış olabilirdi. Sigara dalı hala dudaklarına yaslıyken ciğerine çektiği nefesi bıraktı ve dumanlar keskin hatlı yüzüne dağıldı.
"Öldürürüz." Hiç duraksamadan, doğrudan söylemişti bunu. Soğukkanlı bir sesle eklediğinde duraksayan bendim. "Böylece her şeyi unutur."
Yüzüm alev alev yanmaya başladığında daha fazla konuşmaması için ona ısrar edebilirdim, ama kilit vurulmuştu dilime, tıkanmıştı nefesim ve dinle diyordu bir yanım: Şeytanı dinle.
Ruhumdan kazınan bir his göz çukurlarıma acıyla dolduğunda, kalbim göğsüme sert darbeler vurmaya başladı. Yanlış duyduğuma inanmayı deli gibi istiyorken daha az öncesinde bunun bir kâbus olmadığını, her şeyin gerçek olduğunu söylemişti bana. Boğazımı daraltan yumru kulak yırtacak bir çığlığa dönmeden elimi dudaklarıma bastırdım. Sanki ormandaki tüm ağaçlar hızla üstüme yıkılıyor, yerin yedi kat altında bir cehenneme çekiliyordum. Attığım her adımda bir lanet ve gittiğim her yerde bir ihanet uğruyordu bana.
Karanlığın doğurduğu şer, aydınlığa umut olacakları öldürüyordu bu gece.
Bana doğru bir adım attığında yatağın üzerinde hızla geriledim. Bedenim baştan aşağıya titrerken, gözlerim önünü örten yaşlar yüzünden bulanık görüyordu. Bir adım daha: Ve sonrasında yatağın tam dibindeydi.
"Neyden korkuyorsun?" dedi, çatılı kaşlarıyla bana yukarıdan bakarken. Parmakları arasında duran sigarayı komodinin üzerine bastırıp ucunu ezdi ve ilgisi tekrardan bana yöneldi.
Nasıl bir kafa yapısına sahip biri, öldüreceğini alenen söylediği insana neyden korktuğunu sorabilirdi?
"Sen," dedi aydınlanma yaşar gibi. "Seni öldüreceğimi mi düşünüyorsun?"
"Ö...öyle söyledin."
"Öyle olsa seni buraya kadar taşımakla zahmet etmezdim," dedi, olağan bir durumu dillendiriyormuş kadar durgundu. "Sözlerimi tekrar etmeyi sevmem ama hatırla diye söylüyorum. Sana ölmeyeceğini söylerken ciddiydim."
Ağzım aralanırken neyi nasıl anladığım konusunda bir fikrim yoktu. Kafam allak bullaktı, hatta belki çoktan ölmüştüm ve cezam da buydu.
"Normal şartlarda tıpkı düşündüğün gibi olurdu ancak bu kez durum farklı. Bu yüzden zarar görmeyeceğinden emin olabilirsin." Sesi buz gibiydi, belki de yalnızca bana hissettirdiği buydu. Bazen buz, bazense ateş gibi. Ateş ve buz farklı şekillerde de olsa yakardı, onun sözleri de tıpkı böyle yakıyordu.
Yine ve yine neyden bahsettiğini anlayamadım ama son cümlesi içime biraz olsun su serpmişti. Nedense bu konuda dürüst olduğundan emindim. Sanırım öldüreceğini söylediğinde de bunu yapacağından gerçekten emin olduğum içindi.
"Seni evine bırakacağım ve tüm bunlar sonlanacak." Gözlerini yavaşça yumup geri açtı, yorgun gibi duruyordu veya benim gördüğüm buydu. "Şimdilik. Sonrası beni tekrar gördüğünde başlayacak."
"Tekrar mı karşıma çıkacaksın?" Ağır bir ritimle başını aşağı yukarı salladı. "Farklı olan ne?"
"Her soruna cevap bulacağını düşünme."
Gözlerimi kaldırarak onun yüzünü seyre aldım. Kendime geldiğime emin olduğunda benden biraz uzaklaşarak odanın ortasında durmaya başlamıştı. Bakışları yetkisiz ve hissizdi. Öyle ki kafasının içinde dönen şeytani düşünceler bile ruhlarından arınmış gibi, yüzünün güzelliğini örtemiyordu. Onun dış görünüşün güzelliğine ihanet timsali olduğunu düşündüm. Çenesinin üzerinde bıçakla kesik atılmış kadar dikkat çeken bir çizgiye, henüz yeni çıkmaya başlayan sakallarının kadife gibi sardığı belirgin çene ve yanak hatlarına sahipti. Dik bakışlarımı üzerinden bir an olsun çekmeden onu incelemeye devam ettiğimde sanki buna müsaade eder gibi yerinden hareket etmiyor, tek kelime bir şey söylemiyordu.
Yüzünü dik bir konumla hizalayan burnu ince ve keskin hatlı bir geçişe sahipken, yüzünü açık pembe tonuyla yumuşatan dudakları ilgiyi üzerine çekiyordu. Sinir bozucu, diye düşündüm. Kirli bir zihnin güzel bir yüzle insanları kandırması sinir bozucu.
"Artık robot resmimi çizdirebilecek misin?"
Odağım dağıldığında dediğini birkaç saniye geç algıladım. Ona dikkatle bakışımın derinlerde yatan sebebi bu olabilirdi ancak o, bunu yapmayacağımdan neredeyse eminmiş gibi sadece ilgimle dalga geçiyordu. Onunla ilk defa göz göze geldiğimiz andan itibaren gözlerimin gördüklerini kayda alsaydık eminim ki şimdi neden bu kadar korkusuz konuştuğu daha anlaşılır gelirdi. Çünkü zaten kaydı alan hafızamda tek bir ifade etrafı çizilmiş hâliyle yanıp sönüyordu: Bu yola ilk adımı atmak senin seçimindi, ancak bundan sonra ne kadar gideceğini ve nerede durman gerektiğini belirleyecek olan o.
"Seni ele vermeyeceğimden eminsin öyle değil mi?" Gizlemekten çekinmediğim bir nefret duygusu her kelimeme kusmuş ve ses tonum başından beri ilk kez bu kadar güçlü çıkmıştı.
"Öyle." Bir elini sıkılmış bir ifadeyle siyah kotunun ceplerine soktu. "Ama eğer sen kendine yeterince güveniyorsan bu konuda sana yardımcı olabilirim."
Ne ima ettiğini anlamayarak kaşlarımı kaldırdım.
"Erez Kozahan." Kalın sesiyle söylediği bu isim bana hiçbir yerden kulak aşinalığı taşımadı. "Adım bu. Eğer cesaret edebiliyorsan, evini takip eden yolun üç kilometre ötesinde bir karakol var. Oraya git ve ismimle birlikte buranın açık adresini ver."
Ev adresimi bilmesine bile endişelenecek fırsat bulamadan "Bana bu şekilde mi gözdağı veriyorsun?" diye sordum kısık bir sesle. "Daha önce ne senin ismini ne de buraya dair herhangi bir şeyi duydum ama en basitinden bir acil çağrıya bile cevap alamadığımda, zaten bir şey bilmesem de anlayacağımı anladım." Başımı iki yana salladım. "Adalet; gücü omuzlarında taşıyanın değil, ayakları altında ezenin nezdinde hüküm sürer ve günün birinde yine orada ölür. Bunu çok iyi biliyorum ben. Bu yüzden benimle bu şekilde, kedinin fareyle oynadığı gibi oynamayı bırak."
Gözlerini kıstığında kaşları hafifçe çatıldı ve sessizce, ancak bu kez daha yoğun bir dikkatle izledi beni. Dudaklarını ıslattığında içine göğsünü dolduran bir nefes çekti ve söylediğimi reddetti. "Adalet anlayışım hakkında çıkarım yapabilecek kadar tanımıyorsun beni."
Alt dudağımı dişleyerek sinir içeren şekilde güldüm. "Senin adalet anlayışın, suçu olmayan birini sırf öyle uygun gördün diye alıkoyduktan sonra peşine takılmakla tehdit etmekti öyle değil mi? Atladığım bir detay varsa lütfen hatırlat."
Gülüşüm dudaklarımı terk ettiğinde, nefretim boş bıraktığı yerin üzerini karalayıp karanlığı çizdi çehreme. Ben köşeye sinen o kişi değildim. Ben aynada görmek istemediğini, şeytanıyla yüzleştiren o kişiydim. Beni ölümle korkutabilirdi, ancak onun varlığına rağmen yaşamakla tehdit edemezdi.
Konuştuğunda, insanda derinlerde bir yerde ağlama hissi uyandırıyordu. "Kendi iyiliğin için sınırlarımı zorlama."
"Sınırların," gözlerimi yumup açtım. "Eğer şimdi seni sinirlendirirsem kendini tutamayıp bana zarar verirsin ve böylece biraz önce verdiğin sözden dönmüş olursun. Yani derdin birine verdiğin sözle değil, o sözü tuttuğunu gösterdiğinde yaşadığın tatmin duygusuyla. Yanılıyor muyum?"
Dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı ve burnundan sert bir nefes verdi. "Yanılıyorsun, küçük. Zarar görmeyeceğini söylemem sana değil kendime verdiğim bir sözdü." Yaklaştığında, gardımı almak ister gibi ellerimi bacaklarımın yanına koydum. "Eğer bir gün kendime verdiğim bir sözden cayarsam, o gün adaletimin nasıl işlediğini öğrenirsin."
"Geleceği bahis yaparak konuşuyorsun," dedim, söylediklerinden buna dikkat çekerek. "Kendini hayatımın geri kalanına dâhil eder gibi."
Bunun neden üzerinde durduğumun farkındaydım. Onun ağzından aksi bir cümle çıkmasına muhtaçtım kabul edemesem de. Çünkü ben sözlerde güçlü kalmayı denesem de güç onun ayaklarının altındaydı. Bunu hiçbir şekilde inkâr edemezdim.
Beni burada bırakıp geri geldiğinden beri pek belli etmese bile tavrı değişmişti. Sanki her cümlesinden önce kendini frenlemeye çalışıyor ve asıl kafasından geçeni dile getirecek olduğu zaman filtreliyordu. Ne içindi peki? Ne olabilirdi onu durduran şey?
"Aksini ne kadar çok istediğini biliyorum, sanki mümkünmüş gibi." Durdu, bileğimden tuttu ve nabzımı yoklamak ister gibi bileğimi iki parmağı arasına sıkıştırdı. "Sor hadi."
Anlamayarak kaşlarımı çattım. "Neyi?"
"Seni neden tanıma kararı aldığımı duyabilmek için beni kışkırtıp daha fazla konuşturmaya çalıştığının farkındayım. Böylece kartlarımı açık edeceğim ve sen de istediğine ulaşacaksın," dedi hiç düşünmeden ve şaşkınlığımı gizleyemedim bile. Bileğimdeki parmaklarıyla atan nabzımın üzerindeki tenimi okşarken "Bakma öyle," dedi sakince. "Belli ki zihin yönetiminde senden daha etkiliyim."
Dudaklarımı birbirine bastırıp yumruklarımı sıktım, söylediğinde haklıydı. Korkudan kendimden geçmiş, savunma mekanizmamı yitirmiş olsam da bir aptal değildim. Beni sadece şüphelendiği gerekçesiyle değil, hakkımda kayda değer başka bir şey öğrenmiş olabilme ihtimalinden ötürü tanıma kararı aldığını fark etmiştim.
Bu yüzden de onu doğruca değil, dolaylı yoldan sorgulamayı denemişsem de başarısız olmuştum. Zihnimi mi okuyordu bilmiyordum ancak bir şekilde benden bir adım öteye geçiyor ve yapacağım hamleyi bilen gözlerle seyrediyordu.
"Hakkımda neyi öğrendin?" Duraksamadım, bir an bile beklemedim bu soruyu yöneltirken. Duyduğum zaman hayatım mı başıma yıkılırdı yoksa içim mi ferahlardı kestiremiyordum fakat söylesin istiyordum artık. Söylesin ki bu çıkmazın içinde dönüp durmaktansa, duyacağım gerçeğin ekseninde çıkış yolunu bulabileyim.
"Bazen bir şeyi ne kadar çok istersen o kadar zor elde edersin onu." Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında gözlerini bu denli yakından görmek nefesimi bir halat gibi boğazıma dolarken, burnumdan içeriye sızan kokusu kördüğümü atan neden oldu. "Eğer adaletin ayaklarımın altında olduğuna inanıyorsan, duymayı hakkın olarak gördüğün şey için önümde eğilmen gerekecek."
Onun ateşi savuran sözleri, küle döndürdüğü sözlerimi birer birer geri yutturdu. Damağımda acı tat bırakan bu his; düşüncelerimi, üzerine sertçe vurulmuş bir balta kadar keskince ikiye ayırmış, zehir dolu bir şırıngayı kalbimin orta yerine saplamıştı. Sertçe yutkunduğumda başımdan vurulmuşsa dönmüştüm. Çünkü biliyordum ki onun adaleti, bana zulüm olacaktı.
"Kızıl kraliçe tıpkı senin gibi kıvrımlı saçları, dikkat çeken gözleri, beyaz teni ve zarif hatlarıyla tasvir edilir," diye söze girdiğinde neyden bahsettiğini anlamadım ama o anlatmayı sürdürdü. "Bir inanışa göre; Lilith, Adem yüzünden cennetten kaçarken yolunu şaşırdı ve cehennemde krallık kuran şeytanla karşılaştı."
"Sonrasında ise Lilith, cennete geri dönmeyi kabul etmedi ve Tanrı tarafından lanetlendirildi." Dudağını yanağıma doğru bir esinti hissiyatıyla sürterek kulağıma fısıldadı. "Yolunu şaşırarak şeytanla tanışma konusunda ilk adımı attın, sonrası ise lanetin olacak Lina Sezer. Artık bana bu konuda tek bir soru sorma."
⋆。°✩
Öncelikle hikayenin dark romance kategorisinde olduğunu yeniden hatırlatmak istiyorum. Karakterleri, onların ruh hallerini ve olayları değerlendirirken bunu da göz önünde bulundurmanızı rica ediyorum.
Umarım beğenmişsinizdir, yorumlarınızı merakla bekliyor olacağım 🫧
|
0% |