Yeni Üyelik
6.
Bölüm

4. GÖLGE

@irispage

 

 

4

GÖLGE

 

 

Poem of a Killer ~ We are Fury, Elijah Cruise

 

 

Bazı seçimlerin sandığımızdan ağır sonuçları olur.

 

Bir karar alırken sonucu ne kadar ağır olursa olsun anın rehavetiyle sorumluluk almayı kolayca kabulleniriz, fakat karnımızda oluşan o ağrıya engel olamayız. Bastıramayız da o ağrıyı, giderek artar, sonra yok sayma evresine geçeriz ama bu da işe yaramaz.

 

19 Kasım. Doğum günüm.

 

Ve yeni haliyle, hayatımı dönüm noktasına getiren, beni sahiden bir yaşıma daha sokan o tarih.

 

Ben Lina Sezer, asla yapmam dediğim bir şeyi yaptım ve kendimi bir başkası için tehlikeye soktum. Hem de doğum günümde çiğnedim kendi lafımı.

 

Bencil bir insan olmamıştım ama çoğu zaman her şeye ve herkese karşı umursamaz bir tavrım vardı. Fakat o gece bu duruma ilgisiz kalamamışsam sebebi o şüpheyi beslemeye devam edemeyeceğimdi. Edemezdim. Aksi halde ona yenilecektim ve ihanet gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktım.

 

O gece eski sevgilime duyduğum şüphe, kızgınlık, kırgınlık yüzünden mantıklı davranamamıştım. Şüphe baskın gelmişti karnımda oluşan o ağrının yarattığı huzursuzluğa. Ben de bir saniye daha düşünmeden yola koyulmuş, bilinçsizce ormana doğru koştururken bulmuştum kendimi.

 

O ormanda çocukluğum geçmişti, küçükken ağaçlara tırmanır, tavşanları kovalar, renk renk çiçekleri koklar ama hiç koparmazdım. Çünkü günün birinde, heyecanla koparıp vazoya özenle yerleştirdiğim çiçekler penceremin önünde boyunlarını bükmüşlerdi. Saatlerce başında ağladıktan sonra onları köklerinden yeniden toprağa gömmüş, her gün sulamaya devam etmiştim ama daha da solmuş ve renklerini kaybetmişlerdi.

 

Abim, çiçekleri koparmaz ve onlara sevgimi verirsem, yaşamaya devam edebileceklerini söylemişti ve gerçekten de öyle olmuştu.

 

Abim haklıydı. Bir çiçeğe su vermek yetmez, sevgi vermek lazım o çiçeğe. Tıpkı maneviyata ihtiyaç duyan insanı maddiyatla oyalamaya benzer bu, sonra o da çiçekler gibi umutsuzluğa yenilir ve gün geçtikçe solar gider.

 

O zamanlardan sonra, benim kadar masum gözüktüğünü söylediği beyaz papatya buketleri alan abim, biri solmadan yenisini getirir ve bana duyduğu sevginin de hiçbir zaman solmayacağını böyle anımsatırdı.

 

O, üniversite için şehir dışına gittikten sonra beyaz papatyalar artık sadece doğum günlerimde gelmeye başlamıştı ve son aldığı buket, iki haftanın üzerine çoktan solmuştu bile. Yine de vazosundan çıkarmamış, penceremin önünde bitkince durmalarına izin vermiştim.

 

Bu süre boyunca o gece beni yakalayan adama dair tek bir ize dahi rastlamamıştım. Peşimde olacağıyla alakalı tehdit etmişti beni, hatta bunu benim fark edemeyeceğimi de temin etmişti. Bu yüzden başlarda çok temkinliydim. Aldığım nefesten dahi şüphe duyuyordum.

 

Ayağım burkulduğu ve alçıya alındığı için bir hafta okula da gitmemiş, evdense burnumun ucunu bile çıkarmamıştım. Bu süreçte annem birkaç gün benim için evde kalmış, sonra iyi olduğuma onu ikna ettiğimde işine geri dönmüştü.

 

Kalan birkaç gün de diken üstündeydim, bu kez annemin uyarmasına kalmadan kapıyı pencereyi kilitlemiş, hatta bazılarını üstündeki demirle birlikte kapatıp evde karanlıkta yaşamıştım. Karanlıkta ondan gizlenebileceğimi sanıyordum.

 

İkinci haftanın başındaysa alçıyı çıkarttırmış, biraz daha iyi hisseder hissetmez okula dönmüştüm. Okuluma bayıldığım için değil, ama voleybola geri dönmem gerekiyordu. Bana tek iyi gelen şey buydu.

 

Takım kaptanı Seren'den, bir hafta boyunca haber bile vermeden ortadan kaybolmam konusunda dakikalarca azar yemiştim ama söyledikleri beni etkilemiyordu. Sadece kendi üstünlüğünü göstermek ve kontrolün hala onda olduğunu insanlara kanıtlamaktı amacı. Ona burkulmadan bahsetmemiştim, çünkü güçten düştüğümü koça söyleyip beni yedeğe almasını istemiyordum.

 

Çarşamba günü Manisa'da bir okulda olan maçta, kimseye bileğim yüzünden yaşadığım zorlanmayı çaktırmadan oynamak çok zor olmuştu ve hatta bir noktada bileğim yeniden burkulmak üzereydi. Ama acımı bastırıp oynamaya devam etmiştim. Bu tabii ki Seren'in gözünden kaçmamıştı ama maçı kazandığımız için üzerinde durmayıp ters bir bakış atmakla yetinmişti.

 

Bu Cuma günündeyse, sonraki haftanın turnuvası için boş durmayıp antrenman yapıyorduk öğle arasında. Bileğim biraz daha iyiydi, en azından hızımdan düşürmeyecek kadar. Ancak çok dikkatli biri arada ayağımın sekteye uğradığını fark edebilirdi.

 

"Pas!"

 

"Hadi! Hadi!"

 

"8!"

 

"Lina, sende!" diye bir ses yükseldiğinde öne atıldım ve topu sertçe karşı takıma savurdum. Top yerde ve... "Sayı!" diye coşkuyla bağırdı takım arkadaşlarımdan birkaçı.

 

Maçı bitiren sayı olduğu için kızlardan birkaçı, yanıma gelip tebrik eder şekilde omzuma vurup iyi birkaç şey söylediler.

 

Numara 6. Libero. Lina Sezer.

 

Okulun rengi olan griler içindeki takımın aksine siyah forma giyiyordum, uğur olması içinse mutlaka en sevdiğim renk olan mor bir şey bulunurdu üstümde. Bir toka, bileklik ya da çoraplar bazen.

 

Lisedeki hazırlık yılında bir sınıf arkadaşımın ısrarıyla katıldığım voleybol kulübüyle başlamıştı her şey ve o günden bu yana kendimi geliştirmiş ve bu pozisyona kadar yükselebilmiştim. Spor yarışmalarını fazla ciddiye alan özel bir lisedeydim ve onca hırslı sporcuların arasından bu pozisyonu elde etmek hiç de kolay olmamıştı. Kolayca da vazgeçmeyecektim elbette. Bir burkulma beni yıldıramazdı.

 

Herkes soyunma odasına girip duş aldıktan sonra şarkılar söyleyerek yemekhaneye gitmişti. Bu zor geçen süreçte motivasyonu yüksek tutmaya çalışıyorlar ve ısınmak içim kendi aramızda yaptığımız antrenmanları bile bu yüzden fazla ciddiye alıyorlardı.

 

Onlar çıktıktan sonra ben de nihayet yorucu geçen duştan çıktım, bileğime hassasiyet gösterdiğimden duş alma sürem onlarınkinden uzun sürüyordu. Okul formamı giymiş, dizlerimin üzerine kadar gelen siyah çorabımı geçirmiştim. Saçlarımı kurutmadan tarayıp tepeden mor bir tokayla topladım.

 

Kalın tabanlı botlarım yerine siyah bir çift loafer getirmiştim yanımda, neyse ki bunlar bileğime baskı yapmıyordu. Birini ayağıma geçirdikten sonra oturduğum yerde doğrulduğumda başımda dikilen kişiyle irkilsem de tepki vermedim ve giymek için diğerine uzandım.

 

"Geçen haftaki yokluğunu bu haftaki performansınla örtebileceğini düşünüyorsan yanılıyorsun." Seren kollarını bağlamış, tek kaşı havada, sözlerinin üzerimde etki bırakmasını isteyen bir bakışla süzdü beni.

 

"Bence bunu çoktan başardım bile," dedim düz bir sesle.

 

Gloss ile parlattığı pembe dudaklarını kibirle büktü. "Takım arkadaşlarından iyi birkaç söz duymanın bir önemi yok Lina. Sonuçta kaptanın ben olduğumu hatırlatmama gerek yok değil mi?"

 

Elbette yoktu, bunu okulda bilmeyen tek bir kişi dahi yoktu ki sosyal medya hesaplarındaki devamlı paylaşımlarıyla okul dışında da bunu duyurmaktan geri durmuyordu. "Güzel kaptanınız Seren okulda olmadığı için sıkıcı bir gün geçirdiğinizi duydum. Endişelenmeyin yarın orada olacağım!" "Yorucu bir kaptanlık günü daha..." "Bir maçı daha kazandık! Elbette benim kaptanlığımda." Evet, gerçekten çok başarılıydı, kaptanlık konusunda da iyi denebilirdi ama katlanılacak türden biri değildi.

 

"Evet, libero olmak için reddettiğim kaptanlık," diye hatırlattım gülümserken. Koç, takım kaptanını seçerken beni de uygun gördüğünü söylemişse de bu teklifini kibarca reddetmiştim. Sorumluluktan kaçtığım yoktu, ancak insanlarla sürekli muhatap olmak zorunda kalmayı istemiyordum.

 

Kaşları çatıldığında "Bu teklif ilk bana gelmişti!" dediyse de aldırış etmedim. Umursamaz tavrımın onu delirttiğini bildiğim için, sinir bozucu olmasına özen gösterdiğim bakışlarla dümdüz seyrettim öfkeyle kızaran beyaz tenini.

 

Bakışlarım altında daha da sinirlenirken ayağındaki botu sertçe sağ ayağıma geçirdi. Aniden gelen acıyla ağzımdan kaçan iniltiye engel olamadım, bu onu zafer kazanmış gibi gülümsetmişti.

 

"Ayağının sakatlandığını biliyorum, Lina. Koça, hasarlı olduğunu iletmeden önce o çeneni kapatsan iyi edersin."

 

Gerçekten iyi gizlemiş olmama rağmen bunu fark etmiş olmasına inanamıyordum. Ve tabii ki bunu bana karşı bir tehdit olarak kullanmaktan çekinmiyordu. Koça iletmesi demek, okulun tıp doktorunun denetiminden geçip üstüne bir de takım terapistinden bir haftalık destek göreceğim ve her ikisinin onayından geçene dek maçlara katılamayacağım anlamına geliyordu.

 

"Takım için bu akşam motivasyon yemeği düzenledim. Gruba adresi ve saati göndereceğim. Gelmemezlik yaparsan olacakları biliyorsun."

 

Sarı saçlarını savurup yanımdan geçip gittiğinde acıdan yüzümü buruşturup bileğimi ovmaya başladım. Aslında ilk düşmemden bu yana ağrı büyük oranda geçmişti; ancak onun sert vuruşu yüzünden yine de canım yanmıştı.

 

Onunla üstünlük yarışına girmeyecektim, çünkü adil oynamıyordu. Bu yüzden günün geri kalanında onu görmezden geldim ve o da bana düşmancıl bakışlar atmaktan ileriye gitmedi.

 

Öğle molasından sonraki felsefe dersini yorgunluktan dinleyememiş ve açıkçası aklım başka düşüncelerle dolu olduğu için de odaklanamamıştım. Molada yemekhaneye gidecek vaktim olmadığından şimdi açlıktan midem bulanıyordu, istemeye istemeye okul binasının ilk katındaki kantine indim.

 

Molada çoğu kişi yemekhaneye gittiği için, bu teneffüste kantin sırası azdı ve bu yüzden çok beklememe gerek kalmadan bir su ve kalan son avokadolu sandviçi aldım. Tadını pek beğenmiyordum ve burada da güzel yapmıyorlardı, ama salatalar bitmişti ve sağlıklı gözüken tek yiyecek buydu.

 

Cam kenarında kalan bir masaya geçip tepsimi koydum ve sandviçten isteksiz bir ısırık aldım. Yavaş yavaş çiğnerken, ilgim olmasa da oyalanmak isteyen bakışlarım bahçedeydi. Dışarıda az sayıda öğrenci dolanıyordu ve kantindeki birkaç kişiden biri de bendim.

 

Bir ısırık daha aldıktan sonra masamın dibinde bir bedenin varlığı belirdi, ama zahmet edip kim olduğuna bakmadım. Aradığı ilgiyi bulamayıp geldiği yere tıpış tıpış geri dönse iyi ederdi.

 

Ama beklendiği üzere böyle olmadı.

 

"Öğünlerini mi atlıyorsun Buzlar Kraliçesi? Cık cık... Senin gibi bir sporcudan böyle bir uygunsuzluk beklemezdim."

 

Konuşmaya biraz daha devam ederse çok daha farklı uygunsuzlukları onun üzerinde deneyecektim.

 

Suyumdan bir yudum alırken gözlerim onu buldu ve soğuk bakışlarımdan gitmesi gerektiğini anlamasını bekledim. Elbette ki, kafası sadece çeşitli zorbalıklara çalışan ve kendini çok önemli bir kimse sayan çapsız futbolcu mesajı almadı.

 

Parmağıyla arkadaşlarına beni işaret ederken heyecanla "Bu bakışı biliyorum!" dedi. Su şişesini masaya bırakıp ne saçmaladığını izlemeye koyuldum. "Dikkatli bakın, 'Senden hoşlanıyorum, ama bilmelisin ki ben kolay lokma değilim. Yani biraz uğraş, beni hak ettiğini göster ve sonra seninim' demek istiyor."

 

Yanındaki arkadaşlarından biri gülerken diğeri onaylar şekilde başını salladı.

 

Okul sahibinin biricik oğlu, babası sayesinde futbol takım kaptanı olmaya hak kazanmış dengesiz, küstah ve zorba Berk.

 

Bu okuldaki kaptanlarla başım dertteydi.

 

Rahatsızca bir nefes verdim ve tepsimi üstündekilerle birlikte olduğu yerde bırakıp ayaklandım. Zaten olmayan iştahım, bu tatsızlık yüzünden iyice kaybolmuştu ve belli ki yemeğin geri kalanında da beni rahat bırakmaya niyetleri yoktu.

 

Önlerinden geçip gideceğim sırada Berk önüme geçip beni durdurdu, ardından sola adım attığımda sola, aynı şekilde sağa geçtiğimde sağa adım atarak her seferinde gitmeme engel oldu. Kollarımı göğsümde bağlayıp kaşlarımı çattım.

 

"Çekil yolumdan," diye uyardım sertçe.

 

Elini kahverengi saçlarından geçirirken "Dur ya nereye hemen? Daha yeni başladık konuşmaya," dedi gevşek bir üslupla. Arkamda kalan arkadaşlarına bakarken sırıtıyordu.

 

"Zoru oynuyor," diye akıl verdi bir tanesi.

 

Söylemiştim dercesine göz kırptı Berk, sonra tekrar bana bakmaya başladı. "Üç hafta Lina, üç koca haftadır şansımı deniyorum ve senin bana kurduğun ilk ve tek cümle bu oldu."

 

Ulaş'tan ayrıldığım haberini bir şekilde aldığından beri soluğu yanımda almıştı ve her gün durmadan, beni nerede görürse görsün onunla bir ilişkiye başlamam konusunda ısrara devam ediyordu. Fakat bundan ciddi manada midem bulanması bir yana, bu durum artık taciz boyutu almaya başlamıştı.

 

"Tek hücreli beyninin anlaması için yeterli oldu mu peki?" dediğimde bozulmuştu, sonra bunu gizlemek isteyerek sırıttı.

 

"Hakaret etme, ayıp ayıp," diye söylendi ama bunun umurunda olmadığını biliyorum. Yalnızca benimle zıtlaşmaya çalışıyordu.

 

Gözlerimi devirdim.

 

"Sadece, okulun yakışıklı futbol kaptanı ve gözde voleybol oyuncusu olarak ne kadar çok yakışacağımızı düşün." Yan yana getirdiği ellerini hava kaldırarak iki yana açıp hayali bir pankart oluşturdu ve parlayan gözlerle baktı. "Perfect match!"

 

İşte, aslında onun derdi ben değildim. İmajına mükemmel yakışacağına inandığı bu çift çerçevesini, sahte başarılarıyla doldurduğu duvarına bir yenisi olarak asmaktı.

 

Yeniden yanından geçip gitmeye davrandığımda bu kez yolumu kesmek yerine, atkuyruğu yaptığım saçımı kavradı ve beni geriye çekti. Öfkeyle "Bana bak, fazla naz aşık usandırır," diye tısladı dişlerinin arasından.

 

Saçımı elinden kurtarmaya çalıştım ama nafile, tutuşu çok sıkıydı ve saç diplerim sızlıyordu. Bu yüzden bana yakın oluşundan yararlandım ve bir hışımla suratına tükürdüm.

 

İğrendiğini belli eden küfürler ederek yüzünü buruşturdu ve beni sertçe geriye doğru ittirdi. Arkamda kalan masaya çarptığımda kontrol edemediğim hızım yavaşladı ve kalçamın üzerine düştüm.

 

Arkadaşları şaşkınlıkla, bir yüzünü elinin tersiyle silen ona bir yerdeki bana bakarken sessizliklerini koruyorlardı.

 

"Yürüyün gidiyoruz!" diye bağırdı onlara, sonra yerdeki bana baktı. İşaret parmağını tehditkâr biçimde sallarken "Seninle işim bitmedi, bundan sonra başına geleceklere hazır ol," dedi ve kantini terk ettiler.

 

Tehdidi umurumda değildi ama işlerin ciddiye binmesini hiç istemiyordum. Böyle olursa aramızdaki saçma muhabbet dalga dalga okula yayılacak, kulaktan kulağa geçerken her seferinde yeni bir yalan eklenecek ve meraklı gözlerin yeni hedefi haline gelecektim. Bununla da kalmaz ve aileme ulaşırsa o noktada onlar da okul müdürüyle konuşmak isteyeceklerdi. Kısacası tüm bu baş ağrısına hiç niyetim yoktu. Bu yüzden onu bir süre daha görmezden gelmeye karar verdim.

 

Ayrı sınıflarda olduğumuzdan ötürü son iki dersi sınıfımda geçirmiş ve günün geri kalanında da onunla hiç rastlaşmamıştım.

 

Akşam olduğundaysa hazırlandım ve Seren'in söylediği saatten biraz geç geldim gönderdiği adrese. Burası daha önce de birkaç kez geldiğim lüks bir restoranın üst katıydı. Taksiyle yalnızca on dakika sürmüştü gelmek. Ki ben öncesinde de çoktan hazır bekliyordum evde, ama ona ayak uydurmamak için küçük bir başkaldırı göstermiştim geç gelerek. Çünkü böyle durumlarda dakikalara bile takıntılı biriydi, kendi ağzından çıkana itaat eden birilerini görmek istiyordu karşısında.

 

Girişte beni sıcak bir gülümsemeyle karşılayan adama ceketimi almasından ötürü teşekkür ettim ve ona Seren'in ismini verdiğimde o da beni rezerve edilen masaya yönlendirdi.

 

Kızların hepsi çoktan yemek salonunun en uç köşesindeki dikdörtgen masanın etrafında toplanmışlardı, masanın başında da herkesi gözleyen bıkkın bakışları ve sahte gülümsemesiyle Seren. Beni önce o fark etti ve gülümsemesi genişlerken, yanlış görmediysem de gözleri zaferle parıldadı.

 

Kızlarla selamlaşıp boş sandalyelerden birini geçip oturduğumda Seren söze girdi. Gözlerini kıstı, yüzüne yeniden memnuniyetsiz ifadesi çökmüştü. "Geciktin."

 

Bunu henüz fark etmiş gibi "Öyle mi oldu?" diye karşılık verdim. Yalnızca on dakika kadar bir gecikme için mazeret bildirmeyecektim.

 

"Bir sporcu her zaman dakik olmalıdır," diye beni iğnelemeye çalıştı bu kez.

 

"Ve de takım arkadaşına kasten zarar vermediğinden emin olmalıdır," dedim, sesimi sadece onun duyabileceği şekilde ayarlamıştım. Zaten kızlar çoktan bizim rutin atışmamıza olan ilgilerini kaybetmiş olduklarından kulak asmadılar.

 

Bir karşılık vermek yerine duymazdan geldi ve sonra hep birlikte yemeğimizi sipariş ettik. Yemekler gelene kadar kızlar birkaç kez beni muhabbete dahil etmeyi denemiş, yanaşmadığımı fark edince de üstelememişlerdi. Katılmayı pek tercih etmiyordum dürüst olmak gerekirse. Takım arkadaşları olmamız aramızın iyi olduğu anlamına gelmiyordu, uyumumuz sadece maçlarda geçerliydi. Bunun dışında birbirlerinin açığını aramaktan geri durmazlardı.

 

Benim açımdan sessiz olan, kızların okul ve erkekler üzerine olan sohbeti ve gülüşmeleriyle geçmişti yemeğin geri kalanı. Seren de toplu bir fotoğraf çekip hesabında paylaştıktan sonra muhabbetlerine dahil olmamış, telefonuyla ilgilenmişti.

 

Sıkıntıyla önümdeki suyu yudumlarken dibini görünce masaya bırakıp geriye yaslandım. Biraz daha oturur, sonra uygun bir bahane bulup kalkar giderdim muhtemelen.

 

Az sonra telefonum çantamın içinde titrediğinde, oyalanmak için çıkarıp gelen mesaja baktım.

 

Bilinmeyen Numara: Davet edildiğin yerlerde bulunurken hep böyle sıkkın bir suratla mı oturursun küçük?

 

Telefonu tutan ellerim titremeye başladığında kanımın çekildiğini hissetmeye başladım. Uzuvlarım uyuşuyordu yavaş yavaş.

 

O burada mıydı?

 

Benden vazgeçtiğini sanmıştım, hayır buna inanmıştım ve bu hiç de kolay olmamıştı ama o... buradaydı öyle mi?

 

Bilinmeyen Numara: Eminim ki davet edilmemiş olsan daha ilgili olurdun.

 

Yutkunamadım. O geceyi ve davetsiz misafirlik sonrası olanları asla unutmamıştım, ama şu an burada, hazırlıksız bir şekilde yakalanıp yeniden anımsamak beni dumura uğrattı.

 

Bilinmeyen Numara: İnsanlar hayalet gördüğünü düşünecek, yüzündeki o dehşet ifadesini sil.

 

O diyene kadar dudaklarımın aralandığını, gözlerimin şokla büyüdüğünü fark etmemiştim bile ama bardağa yansıyan görüntüm bunu doğruluyordu.

 

Yüzümdeki telaşlı görüntüyü silmeyi başardım, ama karşı koyamadığım gözlerim bir şey ararcasına restoranı tarıyordu. Bizim haricimizde yediden fazla masa yoktu ve herkes sakince yemeğini yerken sohbet ediyordu. Görünürde garip, rahatsız edici, insanı dehşete düşürecek hiçbir şey yoktu. Üzerime dikilmiş tehditkâr bir çift yeşil gözün varlığını aradım. Yoktu. Nereden izliyor beni?

 

"Ne arıyorsun?"

 

Yan tarafımdaki sesle irkilip gözlerimi kırpıştırdım, onu arama işine bu denli odaklanıp bulunduğum yerden sıyrıldığımı fark etmemiştim. Seren gözlerini kısmış hareketlerimi takip ediyordu.

 

"Lavabonun yerini," diye bir yalan uydurdum sakin tutmaya çalıştığım sesimle, ama hemen sonra bundan pişman oldum. Çünkü yerimden ayrılmak, tek başıma kalmak istemiyordum.

 

Yalanıma pek inanmış görünmese de "Şu karşıdaki koridorun sonunda, sağda," diye cevapladı. Onu duymamış gibi yapsam ya da en başa dönüp lavaboyu sorduğumu unutsak olmaz mıydı? Yerimden ayrılmayarak onu izlememden rahatsız olmuşçasına "Ne? Seninle gelmemi mi istiyorsun?" diye sordu ters ters.

 

"Rujun bozulmuş," dedim çabucak ama bozulduğu falan yoktu. Neticede yemek boyunca, her zaman çantasında bulundurduğu küçük aynasıyla kontrol edip durmuştu.

 

Ama o buna inandı ve sorgulamadı da. "Neden başından beri söylemiyorsun?" diye söylenirken taşlı pembe çantasıyla birlikte ayaklandı.

 

Kızlara lavaboya gideceğimizi haber vererek önümden yürümeye başladığında, hayatım buna bağlıymışçasına arkasından takip ettim. Masaların arasından geçerken paranoyakça onu aramaya engel olamıyordum.

 

Lavabodan içeri girdiğimizde kendimi, soluklanmak için bir kabuğa saklanmış gibi hissettim, ama kalp atışlarımın hızı bir an olsun yavaşlamadı. Son bir saatte yediğim her şeyi ışıklar altında parlayan temiz beyaz fayans zemine kusmak ya da bayılmak arasında gidip geliyordum.

 

Seren rujunu titiz hamlelerle tazelerken, bakışları aynanın üzerinden bende durdu. "Ne bu halin? Hayalet mi gördün?"

 

Bu dediğiyle sarsılmamak için zor durmuştum. Görmedim, ama varlığının her zerremi yakmaya başladığını hissediyorum. Ve hayır o bir hayalet olamayacak kadar gerçek, ama belki bir şeytan.

 

"Sanırım yediklerim dokundu," diye mırıldandım belli belirsiz ve yanından geçerek bir lavabonun önünde durdum. Soğuk suyu yüzüme çarpıyor, ıslak elimi tekrar tekrar enseme götürüyor ve nefesimi düzene sokmaya çabalıyordum bir yandan da.

 

Telefonum, bol deri pantolonumun cebinde bir kez daha titreştiğinde suyun altındaki ellerim donakaldı. Aynadan gözledim Seren'i, garip hareketlerimden sıkılmış olmalı ki çoktan telefonuyla ilgilenmeye başlamıştı. Suyu kapatıp duvara monteli kutudan kopardığım birkaç mendille ellerimi kuruladım. Aynadaki yansımamsa ruhum çekilmiş kadar solgun ve beyaz gözüküyordu. Yaptığım basit makyaj, gerilen cildimdeki değişimi gizlemeye yeterli değildi.

 

Titreyen ellerimle telefonu açtım.

 

Bilinmeyen Numara: Bana gel.

 

İki kelimelik mesaj duraksamama neden oldu. Her hareketi, sözüyle nasıl bu kadar kendinden emindi? Bir sebep bile sunmaya ihtiyaç duymadan, doğrudan beni yanına çağırabilecek kadar özgüvenliydi. Sanki önceden sözleşmişiz gibi ona gideceğimi biliyordu da sadece biraz daha bekleme fikrinden rahatsızlık duyuyordu.

 

Seren lavabodan çıktığında yanından ayrılmak istemeyerek hızlı adımlarla ona yetiştim uzun koridorda. Bu mesajı hiç almamış gibi davranarak masaya gidecek, sonra kızlarla birlikte derhal çıkacaktım buradan ve evin kapısından içeri girene dek de onlarla beraber olduğumdan emin olacaktım.

 

Ama planımı sekteye uğratan bir mesaj belirdi.

 

Bilinmeyen Numara: Eğer şimdi terasa gelmezsen, ben senin yanına gelirim. Hem belki beni pek sevgili takım arkadaşlarınla tanıştırmak istersin.

 

Yutkunup cam kapıları kapalı olan terasa baktım, hava dışarıda soğuk olduğundan kapatmışlardı ve görünürde birkaç kişi vardı sigara içtiklerini seçebildiğim. Fakat yine de bulunduğum açıdan göremedim onu ya da ona ait herhangi bir işareti.

 

Gitmek istemiyordum, ona gitmeyi istemiyordum. Varlığının hissiyatıyla ağırlaşan telefonu çoktan cebime sıkıştırmıştım bile. Ona itaat etmek yerine masaya dönsem ve diken üstünde olacakları beklesem ne olurdu?

 

Bu dediğini yapacağı konusunda ciddi olduğunu düşündüm. Ama deli gibi korkuyordum onu yeniden görmekten. Hayatımdan gittiğini sanmıştım, ondan kurtulduğumu sanmıştım. Neden böyle bir gecede birdenbire hayatıma yeniden dahil oluyordu?

 

Adımlarım durduğunda "Ben biraz hava alacağım," derken buldum kendimi. Tedirgin çıkan sesimden bile anlaşılıyordu bu fikre yanaşmadığım, ama aksi halde olacaklardan korkuyordum.

 

Seren omzunun üzerinden bakarken "Üzerinde ceketin yok, hasta olursan başına bela olurum," dedi tek kaşı havada. Elbette ilk aklına gelen şey buydu, hasta olursam onun işine yaramazdım. Takımın ayağına takılan çelme olurdum sadece.

 

"Temiz hava almazsam daha kötü olacağım," diye temin ettim onu, bu kez daha normal duyuluyordum. İpleri arkadan bağlanan ve sırtımı açıkta bırakan ince siyah bir badi giymiştim içerinin sıcak olmasına güvenerek, ama zaten çoktan bedenim yanmaya başlamıştı.

 

Daha fazla bir şey söylemeden son bir bakışla önüne döndü ve o masaya yürümeye başlarken ben de oldukça uyuşuk adımlarla, sanki kırılacak bir buzun üzerindeymiş gibi yürüdüm terasa doğru. Alnımda terler birikmişti ve ellerimde, bacaklarımda karıncalanma hissediyordum.

 

Ben henüz kendimi hazırlamadan, önünde durduğum fotoselli kapı sensörle beni algılamış ve iki yana ayrılmıştı. Kapanmadan hemen evvel terasa doğru tedirgin bir adım attım. Buz gibi bir soğuk karşıladı önce beni, yüzüme çarptığım sudan kalan damlalar cildimin üzerinde dondu sanki ve ürperdim.

 

Hareketsizdim, sadece mavi gözlerim ürkekçe sağa sola bakınıyordu. Teras genişti ve iki ayrı uçta ışıklar yanıyordu ama yine de yeterince aydınlık değildi. Yaşlıca bir çift vardı sağ tarafta, sigara içerken sıralı dağları seyrediyorlardı. Bir adam vardı ortalarda bir yerde, başta o sandım ama hayır, orta yaşlı takım elbiseli biriydi ve onun kadar da uzun değildi. Ciddi bir telefon görüşmesindeyken bulunduğu noktadan çok ayrılmadan sıkıntı bir ifadeyle volta atıyordu.

 

İleriye doğru bir adım daha atacak olduğumda arkamda bir sıcaklık hissettim, rüzgar artık çıplak sırtıma vurmuyordu. Yutkundum öylece, arkama dönüp bakmaya cesaretim yoktu.

 

Sıcak nefesi saçımın açıkta bıraktığı kulağıma çarptı bir esinti gibi. Gözlerimi sıkıca yumdum. "Geleceğini biliyordum," diye mırıldandı eğlenen bir sesle.

 

Gözlerimi açmamakta direndim, nefes dahi alamıyordum. "Sonuçta biraz heyecan için başını derde sokmaya çekinmeyen minik bir kedisin, öyle değil mi?"

 

Söylediklerini reddetmek ve ona benden uzaklaşması söylemek istedim bağır çağır, ama tek bir kelime dahi can bulamıyordu titreyen dudaklarımın ucunda.

 

Öylece transa girdiğimi sanırken iri, sıcak eli çıplak sırtımda yerini buldu ve beni yavaşça terasın sol tarafına doğru yönlendirdi. Sanki benim adımlarımı yöneten de oydu, çünkü ne itiraz edebiliyordum ne de onların yönünü değiştirebiliyordum.

 

Sonunda uçtaki ışıklardan birinin altına geldiğimizde beni durdurdu ama eli tenimi terk etmedi. Bir an sonra ise artık tam karşımda duruyordu tüm heybetiyle. Baştan aşağıya siyah giymişti ve benim aksime onun üzerinde, geniş omuzlarını örten deri bir ceket vardı. Koyu sarı saçları ışığın altında altın gibi parıldarken mimiksiz yüzü gölgede kalıyordu, ama hala oldukça net seçiliyordu o yeşil gözleri. O an ilk kez orman yeşili diye geçirdim aklımdan, gözleri tıpkı bir yağmur ormanı kadar koyu bir yeşildi ve bir o kadar da gizemli duruyordu.

 

"Seni çok beklettim mi?" sorusunu biraz geç algılamıştım. Arada geçen iki haftadan söz ediyordu. Yüzümde hoşuna gitmeyecek bir ifade görmüş olacak ki gözleri kısıldı. "Senden vazgeçtiğimi düşünmemiştin değil mi?"

 

Tam olarak öyle sandığımı—veya umduğumu, söylemedim ama bir an sonra konuşacak kadar gücümü toparladım ve kindar bir mimikle beraber "Senden nefret ediyorum," döküldü iki dudağımın arasından.

 

Nasıl bir tepki vermesini bekliyordum bilmiyorum ama yüzünde sadist bir gülümseme şekilleneceğini hiç hesaba katmamıştım. "Tanıştığıma memnun oldum," dedi. "Artık kimle karşı karşıya olduğunu bilecek kadar tanıyorsun beni."

 

Kaşlarım çatıldı, ondan nefret etmeme memnuniyet mi duyuyordu?

 

Başımı iki yana sallarken bir adım uzaklaştım ve temasından kurtuldum. Kaçmıyordum, kaçamazdım ama bu kadar yakın da duramazdım. Etrafımızdaki insanlara güvendim biraz da, bu yüzden hala ayakta duracak gücü bulabiliyordum.

 

"Burada ne işin var?"

 

Kaşlarından biri alayla kalktı. "Artık bu soruları sen mi soruyorsun?"

 

"Takım arkadaşlarım içeride, başıma bir şey gelirse bunu fark ederler. Anlıyor musun? Yokluğumu fark ederler."

 

Birkaç saniye izledi endişeli yüzümü. "Sadece konuşuyoruz," dedi tepkimi yersiz bulmuş gibi.

 

"Seninle konuşmak istemiyorum!" diye tısladım dişlerimin arasından. Yaşlı çiftin işitme yetisi bakımından körelmiş olduğunu farz ettiğim kulakları bunu duymuş olmalı ki, ses tonumu kınayan bakışları onca mesafeden üzerimize döndü. Yeniden ona dönerken sesimi biraz alçalttım. "Git buradan!"

 

"Tırnaklarını çıkarmayı başka zamana ertele minik kedi," diye uyardı sakince. "Seni kaçırıp bir yere götüreceğim yok."

 

"Neden inanayım? Daha önce yaptın bunu!" diye çıkıştım, yeniden sesimin yükselmesine engel olamamıştım.

 

Sahte bir pişmanlık belirdi yüzünde, yeşil gözleriyse aksini gösterircesine parladı. "Haklısın, bu hiç güven vermiyor."

 

Rüzgar, saçlarımı geriye taşırken öfkeden vücudum alev alevdi. Beni bu denli korkutan, öfkelendiren ve neredeyse paranoyaklaştıran bu şeyin, onun için basit bir eğlence malzemesi olması beni çileden çıkarıyordu.

 

Gözleri tüm vücudumu süzdükten sonra "Titriyorsun," dedi, oldukça ciddiydi. "İçeriye geçelim."

 

Neredeyse benim adıma endişeleneceğini zannedecektim, fakat "Dalga mı geçiyorsun?" diye sordum hayretle. "Dert ettiğin şey bu mu?"

 

İfadesindeki ciddiyet değişmeden yan tarafa doğru kısa bir bakış attı. "Bağırma, dikkat çekiyorsun."

 

Sıktığım yumruklarımdan birini o düzgün burnuna geçirip yüzündeki bilmiş ifadeyi dağıtmak istedim. Belki de korkudan titriyordum ama o an ona göre bu mümkün değilmişçesine, ilk olarak sebebin soğuk olabileceği gelmişti aklına. Ve sanki sıradan bir sohbetin ortasındaymışız gibi bana içeri geçmeyi teklif ediyordu.

 

"Korkuyor musun?" diye kışkırtıcı bir soru belirdi dudaklarımda. "Bağırıp herkesi başımıza toplayacağım," diye tehdit ettim onu, böyle olduğuna inanmak beni hem biraz rahatlatmış hem de cesaretlendirmişti.

 

"Gerçekten yapar mısın bunu?" dedi, tehdidimi umursamadığını ifade eden bir ses tonu kullanmıştı.

 

Cesaretim kırılsa da belli etmemeye çalıştım. "Blöf yapmıyorum."

 

"Güzel. Neler yapabileceğini görmek isterim," dedi kaygısızca ve deri ceketinin cebinden bir sigara dalı çıkardı. Acelesiz hareketlerle dudaklarının arasına yerleştirdi sigarayı, sonra bir elini rüzgara karşı bariyer olarak tuttu ve diğer elindeki zippoyla ucunu alevlendirdi. Gümüş zipponun üzerine, az sonra ateş püskürtecekmiş gibi gözüken, parlak yeşil gözlü bir ejderha suratı işlenmişti.

 

Dikkatim bunun yüzünden dağılırken dumanı, pembe tonlu dudakları arasından savurdu ve sigara kokusu onun baskın amber kokusuna karıştı. Zippoyu yeniden ceketinin cebine atmıştı.

 

Kemikli parmakları arasına kıstırdığı sigaradan bir nefes daha çekmeden evvel, sıkılmış gözükerek "Harekete geçmen için daha ne kadar beklememiz gerekiyor?" diye sordu.

 

Yutkunup dudaklarımı ıslattım. Onu tehdit ederken ne geçiyordu aklımdan sahiden de? Bağırsam ve insanlar gelip neler olduğunu sorsa ne diyecektim? Bana hiçbir şey yapmamıştı, söylediği gibi sadece konuşuyordu. "Bu adam benimle konuşmasın, susturun onu!" desem bir ucube gibi gözükür müydüm? Oysa buna engel olmam için tek yapmam gereken ondan uzaklaşıp içeriye geçmekti.

 

"Gitmem gerekiyor," diyerek yanından geçecek olduğumda önümü kesti. Bir adım gerilediğimde oyalanmadan aramızdaki mesafeyi kapatmıştı. Başımı kaldırıp çatılı kaşlarım altından yüzünü seyrettim.

 

"Nereye?"

 

"Arkadaşlarım beni merak etmişlerdir," diye bir yalan uydurmak zorunda kaldım. Dakikalardır bu terasta durmama rağmen arkamdan gelen olmadığına göre beni merak ettikleri yoktu, ama sonuçta o bunu bilmiyordu.

 

"O zaman onları daha fazla meraklandırma."

 

İlk başta hızlı kabullenişine inanmayıp bir art niyet aradıysam da yoktu. Bu iyi, demek yalanıma inandı.

 

Kurtulmuş olmanın hafifliğiyle bir saniye daha kaybetmeden yanından geçmeye yeltendiğimde boştaki eliyle kolumu yakaladı ve tam yanında, omzum koluna değerken, ona ters yönde durdum. "Onlara gecenin geri kalanını benimle geçireceğini söyle."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%